Duvarların soğuk ve çok da göze çarpmayan yüzeyleri, tarih boyunca muhalif hareketlerin en sıcak hafıza mekânlarından biri olmuştur. Yazıldığı anda geçici görünen bu yazılar veya tasvirler, kâğıda sığmayan öfkenin, umudun ve tahayyülün taşıyıcılarıdır. Duvarlarda yerini bulan her ifade, yerleşik düzenin “doğal” kabul edilen sessizliğini bozarak yer aldığı mekânın yeni bir anlama bürünmesine yol açar. Duvar yazılarının yalnızca bir protesto ifadesi olmanın ötesine geçip geleceğe dair bir kehanet veya erken uyarı işlevi kazanması ise onu muhalif düşüncenin estetik bir ifadesinden çok siyasi öngörünün somut karşılığına dönüştürür.
Antik Pompeii’de bir han duvarına kazınmış “Sabinus’a oy ver!” çağrısı, modern seçim propagandasının habercisi sayılabilir; fakat esas dikkate değer nokta, bu tür yazıların kentin politik hararetini belgelemekle yetinmeyip gelecekteki kamusal eylemliliğin seyrine dair ipuçları taşımasıdır. Roma’nın sınıfsal gerilimleri, duvarlardaki küfürlerle olduğu kadar, yurttaşların hangi adaydan ne beklediğine dair özet sloganlarla da okunabilir. Arkeolojik kazılarda ortaya çıkan bu yazılar, dönemin resmi söylemiyle çelişen alternatif bir tarih anlatısını bugüne taşır ve geçmişteki siyasal dönüşümlerin tarihine ışık tutar. Walter Benjamin’in tarih meleği, kökleri önünde sürüklenen enkazı görmekle kalmaz, arkaya bakarken ileriyi de sezer. Bu bakımdan duvar yazıları da hem geçmişi kayıt altına alan hem de geleceği öngören bir şahit işlevi görür.
James C. Scott’un gizli metinler kavramı, iktidarın gölgesinde serpilmiş sessiz muhalefet anlatılarını gün yüzüne çıkarır. Duvar yazıları, bu gizli metinlerin en görünür hâlidir. Bir duvarda gece yarısı beliren bir cümle, gündüz herkesin bildiği ama söyleyemediği bir hakikati dile getirir. SSCB’nin son yıllarında Moskova sokaklarında sık karşılaşılan “SSCB – geleceği olmayan ülke” sloganı, glasnost sürecinin yarı resmî umut dilinin altına yazılmış isyankâr bir dipnottu. 1991’deki çöküş, bu yazıdaki kehanetin tarihsel doğrulaması oldu. Hatta Sovyet sonrası coğrafyada tarihçiler, resmi arşivlere ek olarak duvar yazılarını da erken uyarı arşivleri olarak incelemeye başladılar. Çünkü sözlü kültürde dolaşan söylentilere nazaran duvarlardaki izler kolektif hafızayı ortaya koyuyordu. Mesela Miglena Ivanova’nın “Graffiti and the Symbolic Dismantling of the Berlin Wall” makalesi tam da böyle bir örnek.
Benzer biçimde Latin Amerika’nın duvarları da emperyalizme karşı direnişin görsel kroniğini yazarak geleceği haber veren örneklerle doludur. David Alfaro Siqueiros’un 1932’de Los Angeles’ta resmettiği América Tropical adlı duvar resminde, Amerikan kartalının pençesinde çarmıha gerilmiş yerlinin tasviri vardır. América Tropical, her ne kadar bir yazı değil resim ise de, hem o günkü sömürgeci tahakkümün alegorisi hem de ileride patlak verecek olan anti emperyalist mücadelelerinin bir öngörüsüdür. Arjantin’deki bici grafitileri ise 1976–1983 döneminin diktatörlüğünden hesap sorulacağına dair bir kehanettir. Nitekim Néstor Kirchner yönetiminin 2003’te başlattığı juicio y castigo (yargı ve ceza) süreci, duvar yazılarının adalet beklentisini somut bir siyasal programa dönüştürmüştür.
Arap Baharı ise duvar yazılarının kehanet fonksiyonunun belki de en hızlı doğrulandığı örnekleri sundu. Tunus’ta Muhammed Buazizi’nin kendini yakmasından hemen sonra Sidi Bouzid duvarlarına sıçrayan “Halk rejimi devirmek istiyor” sloganı, günler içinde ulusal marşa dönüştü ve ardından Tunus, Mısır, Libya derken bütün bir bölgeye yayıldı. Suriye’de Deraa’daki lise duvarına sprey boyayla yazılan “Ey doktor, şimdi sıra sende!” ifadesi, Tunus ve Mısır liderlerinin devrilişinin ardından Esad’a yöneltilen doğrudan bir tehditti. Burada kehanet, romantik bir kelepçeden ziyade pratik bir siyasal sezgiye dayanıyordu: “Bir kez başladı mı geri döndürülemez” diyen halk psikolojisi, duvarlarda vücut buldu. Nitekim 10 yıldan fazla bir gecikmeyle de olsa sonunda Esad’ın da sonu geldi.
Dünyanın görünürde gelişmiş liberal-kapitalist metropollerinde de duvar yazıları geleceğe dair karanlık izlenimler taşır. Banksy’nin Londra’da yer alan ve “güvenlik kameraları kontrolünde bir millet” yazısını boyamakta olan küçük çocuk grafitisi, -ki bu grafiti gerçekten tam da güvenlik kameralarının yanıbaşındadır- Edward Snowden’ın çabalarıyla ifşa edilen kitlesel gözetleme yöntemlerine dair sessiz ve ironik bir şekilde malumun ilanıdır. Aynı sanatçının Batı Şeria Ayrım Duvarı’na -resmi değil ama esas adıyla Utanç Duvarı’na- yaptığı “çiçekli yarık” tasviri, bir gün o duvarın da yıkılacağına dair bir kehaneti işaret ediyor.
Henri Lefebvre, Mekânın Üretimi’nde kentin duygusal, toplumsal ve sembolik katmanlarının sürekli bir iktidar mücadelesine sahne olduğunu belirtir. Duvar yazısı, bu mücadelede anormal addedilip üzeri boyandıkça iyileşmeyen bir yara gibi yeniden ortaya çıkar. Bu yaraların altında gömülü kehanet, Michel de Certeau’nun strateji ve taktik ayrımıyla da okunabilir: İktidarın mekân stratejisine karşı muhalif özneler taktiksel izler bırakır ve geleceğin bu izler aracılığıyla öngörülmesini sağlar. Direnişin o an içinde cereyan eden taktiği, geleceği fethetme arzusu sayesinde kalıcı bir stratejiye evrilir. Duvar yazıları bu devinimin yazılı nişanıdır.
Öte yandan bu kehanet metaforlarının cazibesi, duvar yazılarını romantize etme riskini de içerir. Her duvar yazısı ya da sanat eseri gerçekçi bir öngörü sunmaz. Evet, bazıları kısa bir süre sonra meydana gelecek bir devrimi vaat ederken, diğerlerinde ise yıllar sonra dahi aynı duvarlara yeni umut katmanları ekler. Nitekim sıranın doktora gelmesi bile on dört yıl sürdü… Dolayısıyla kehanet, doğrulanma–yanlışlanma ikiliğine indirgenemeyecek kadar karmaşık bir süreçtir. Bu yüzden, romantize etmeden duvar yazılarının arkasındaki kurucu gerçekliği de görmek gerekir: Yazılar öncelikle kamusal bir duygu rejimi üretir. Kolektif cesareti tazeler ve güçlendirir. Siyasal psikolojide beklenti etkisi olarak bilinen mekanizmayı tetikleyerek öngörülen geleceği yine kendi öngörüsü sayesinde mümkün kılar. Kısacası duvar yazıları aslında yalnızca arzulanan ile gerçeklik arasındaki mesafeyi kısaltma gücüne sahip bir eylemdir.
Bu eylemin dijital çağdaki biçimi, sosyal medyanın hızını da kullanarak fiziksel duvarı sanal duvarlarla çoğaltıyor. Bu yüzden Instagram’da paylaşılan bir protesto graffitisi, dakikalar içinde küresel direniş ikonuna dönüşebiliyor. Bu sebeple dijital evrende hızlıca çoğalan yüzlerce görsel, kökenindeki tek bir gerçek duvarı kutsal bir miras gibi ayakta tutar. Orijinal yazının üstü boyandığında bile dijital hafıza, onun geleceği önceden görmüş sesini tekrar tekrar dile getirir.
Bu noktada duvar yazılarının “hafıza politikası”na da değinmek gerekir. Resmi anıtların yekpare granitleriyle kıyaslandığında duvar grafitisi kırılganlığını bir yücelik kaynağına dönüştürür. Silinme tehdidi, onu bizatihi güçlü yapan şey olur. Kolektif hafızanın tektipleştirildiği rejimlerde duvar yazısı gayriresmî bir hafıza alanı kurar. Şilili sanatçı Alejandro González’in 2019 halk ayaklanmasında yaptığı duvar resimleri, Pinochet döneminden miras kalan Brigada Ramona Parra tarzını güncellemiş ve Şili’de yeni anayasa talebinin görsel manifestosuna dönüşmüştür.
Öte yandan iktidarlar, bu kehanet yazıtlarını silmeyi veya resmîleştirerek zararsız hâle getirmeyi dener. Berlin Duvarı’nın yıkılışından sonra bir bölümünün East Side Gallery adıyla turistik sergiye dönüştürülmesi, kehanetin kendini gerçekleştirdiğinde metalaştırılması olasılığını da gösterir. Yine de bu yeni kehanetlerin habercisidir: Turist otobüslerinin içinden parlayan flaşlar arasında kaybolup giden sloganda hâlâ “This wall will fall” (Bu duvar yıkılacak) yazılıdır. Berlin Duvarı çoktan yıkılmış olsa bile bu cümle bugün Batı Şeria’daki utanç duvarında da yazılıdır. Dolayısıyla duvar yazıları, mekânın sınırlarını aşan dervişler gibidir. Bir ülkenin yıkılan diktatörlüğünün sloganı, başka bir ülkenin hasretle beklenen özgürlüğünün ilham kaynaklarından biri olur. Gelecek, duvarlarda yazılıdır.