Eski Tüfekler Şimdi Kimin Yanında?

Evvel zaman solcuları görünüşte de olsa halktan yanaydı. Sözlerini nispeten makul kılan şey, ezilenlerin tarafında olduklarını söylemeleri, emperyalizme karşı mazlum milletlerin mücadelesinden yana saf tutmalarıydı. Berlin Duvarı ve Sosyalist Blok ile adeta gizli bir gücün dokunuşuyla “emperyalizm” ve sınıf mücadelesi” kavramları giderek söndü. Onlar devleti “egemen sınıfların baskı aygıtı” olarak görüyor ve mücadelelerin son aşaması olarak devletin sönümlenmesini amaçladıklarını belirtiyorlardı. Devletler yerli yerinde duruyorlar ama uğruna binlerce insanın hayatlarını feda ettikleri tezler ve kavramlar, gözümüzün önünde parlaklığını yitirdiler adeta beyaz cüceleşen yıldızlar gibi sönümlendiler.
Nisan 27, 2025
image_print

Lester Thurow, 1990’larda epeyce meşhur bir ekonomistti. “Kıran Kırana” ve “Kapitalizmin Geleceği” kitapları dilimize de çevrilmiş, hatta bir konferans için ülkemize de gelmişti. Çalışmaları daha ziyade kapitalist dünya sisteminin nasıl işlediğine ve nereye doğru gittiğine odaklanıyordu.

“Kapitalizmin Geleceği” kitabında bir Çin özdeyişi anlatıyordu, dünyamızın halini tarif edebilmek için: “Sudan çıkarılmış ve geri dönebilmek için çılgınca çırpınan bir balık gibiyiz. Balık böyle bir durumda bir sonraki hareketinin onu nereye götüreceğini sorgulamaz. Yalnızca o andaki durumunun dayanılmaz olduğunu ve başka bir şey denemek zorunda olduğunu hisseder…” Kuzey ve Güney ülkeleri arasındaki uçurumun, dünyadaki ve tek tek ülkelerdeki gelir adaletsizliğinin giderek açıldığı bir dünyanın nereye doğru gittiği üzerine fikirler geliştirmeye çalışıyordu.

Liberalizm ve demokrasi aynı şey değildir

Biz Türkiye’de vesayet sisteminin eğitim sisteminde yetişenler, liberalizm ile demokrasi arasındaki büyük farkı pek görmüyoruz, birbirlerinin olmazsa olmazları gibi düşünüyoruz. Bugün, kendilerinin dışındaki toplumları pek hazzetmedikleri gibi onlara demokrasiyi reva görmeyen, özgürlükler konusunda gittikçe kafaları sığlaşan İslamofobik batılılar, bizden beter durumdalar ama 30 yıl önce hiç değilse akademik çevrelerde, liberalizm ve demokrasi arasındaki ilişki ve çelişkileri, aralarında bir uzlaşma sağlanabilmesi için neler yapılması gerektiğini konuşabiliyorlardı. Liberalizmin bireye, girişime ve çıkara, demokrasinin ise ister istemez topluma, dayanışmaya ve kolektif organizasyona dayandığı, ilk bakışta bile görülebilen farklılıklardı.  Thurow’un görüşleri de liberalizm ve demokrasi tartışmalarının fideliğinde şekillenmişti.

Kıran kırana kavga edenler kimler?

“Komünizmle kapitalizm arasındaki ekonomik rekabet artık sona erdi; ancak şimdi kapitalizmin iki ayrı biçimi arasındaki yeni bir yarış ufukta göründü… Bireyci Anglo-Sakson İngiliz-Amerikan kapitalizmi, Alman ve Japonların komüncü kapitalizm anlayışıyla karşı karşıya kalacaktır” diyen Thurow, “Kıran Kırana”da uzun uzun Japonya, Amerika ve Avrupa arasındaki ekonomik savaşı anlatıyordu. “Amerika ve İngiltere, bireyci değerleri yüceltir; parlak işadamları, Nobel ödülü sahipleri, ayrıcalıklı ücretler, bireysel sorumluluk, işten atma ve ayrılma kolaylığı, kar artışı, şirketler arasındaki düşmanca birleşmeler ve devralmalar; onların kahramanları ‘yalnız kovboy’dur. Buna karşılık Almanya ve Japonya, komüncü değerleri yüceltir; iş grupları, sosyal sorumluluk, ekip çalışması, mutlak sadakat,  endüstri stratejileri ve büyümeyi teşvik eden etkin sanayi politikaları. Anglo-Sakson firmaları kar artışı gözetir; Japon şirketleri ‘stratejik yarış’ diye bilinen oyunu oynarlar. Amerikalılar, ‘tüketim ekonomisi’ne inanır; Japonlar ‘üretim ekonomisi’ne…”

Avrupa Birliği ve Japonya’daki komünal kapitalizmin kazanmasından yanaydı Thurow. Ona göre her özelleştirme, insanları işsiz bırakmak zorundaydı. Ekonomideki gerçek başarı, yetenek, eğitim ve bilgiye yapılacak sosyal yatırımla ortaya çıkacaktı, yani parayı nasıl harcayacağınız çok önemliydi.  Serbest ticaret alanları, eninde sonunda kaybolacak buna karşılık ülkelerin birbirini desteklediği, Brüksel’de toplanan parayla İspanya’nın otoyolunun yapıldığı Avrupa modeli gibi modeller başarılı olacaktı.

Şüphesiz Thurow’un görüşlerindeki felsefi derinliği dikkate almazsak geçen 30 yılda ortaya çıkan olguların onu doğrulamadığı gibi kendisinin Çin’in yükselişini, Rusya’nın hamlelerini, İsrail’in nasıl bir çıbanbaşı olduğunu, Güneydoğu Asya’da olup bitenleri göremediği sonucuna varabiliriz. Bunları düşünürken haklıyızdır da. Bırakın Thurow’un sandığı gibi kazanmayı, Almanya ve Japonya da Amerikancı bireysel kapitalizmin yolunu takip etmeye başladılar. Thurow, feci halde yanıldı. Ama ben Thurow’un söylediklerini hiçbir zaman sadece ülke ekonomileri arasındaki bir rekabet perspektifinden görmedim; anlatmaya çalıştığı bambaşka bir gerçek durumdu.

Bakın büyük sosyolog Zygmunt Bauman, 18. Yüzyıldan itibaren sosyoekonomik süreçleri nasıl anlatıyor: 18. ve 19. Yüzyıl’ın belirleyici dönüşümlerini özetleyen Max Weber’in vardığı sonuca göre, modern kapitalizmin doğuş anı, işletmenin haneden kopmasıydı. Modern toplumu oluşturan büyük dönüşümdeki birinci kopuş böylece başladı. 19. Yüzyıl, mücadeleler sonucunda sendikaların yaygınlaştığı, kapitalizmin acımasız bir kar hırsıyla, çalışanlara hayatı zindan eden uygulamalarına kısıtlamalar getirmeye, çeki düzen vermeye girişilen bir çağ oldu. Devlet ve hukuk aracılığıyla, çocuk emeği yasaklandı, çalışma saatleri kısaltıldı, güvenlikle ve hijyenle ilgili düzenlemeler yapıldı. Zayıfları güçlülere karşı korumaya gayret edildi.

“Bugün içinden geçtiğimiz süreç, ‘Büyük Kopuşun ikinci perdesidir.’ Sermaye, ulus-devletin başvurduğu hukuki/ahlaki gardiyanlığın çok daha kısıtlayıcı, eziyetli ve rahatsız edici çerçevesinden, yeni bir ‘tarafsız bölge’ye, yani varsa bile çok az kuralın ticari girişimlerin özgürlüğünü sınırladığı, kısıtladığı veya engel olduğu bir alana kaçmayı başarmıştır. Yeni (küresel) işletmelerin göç ettiği yeni alan, son iki yüz yılın standartlarıyla değerlendirildiğinde gerçek anlamda sınırlar üstü bir alandır… Tarih kendisini tekrarlamaktadır fakat bu sefer çok daha geniş bir ölçekte tekrar etmektedir. İş dünyasının politik ve ahlaki denetimden kurtulmasıyla açığa çıkması ve büyümesi muhtemel sefalet ve perişanlık da tekrar etmektedir… Bir kez daha iş dünyası kendisini yerel bağlardan (bu sefer hanelerden değil ulus-devletlerden) kurtarmıştır. Bir kez daha kendisine, kendi kurallarını nerdeyse tamamen özgürce koyabileceği ‘sınırlar ötesi bir bölge’ oluşturmuştur. Görünüşe göre egemen ulus-devletlerin temsil ettiği mevcut eski rejim,… demokratik denetimden kaçan iş dünyasını bırakın durdurmayı yavaşlatmakta dahi acizleşmektedir” (“Kuşatılmış Toplum”, Çev. A. E. Pilgir, Ayrıntı Yay. 2018).

Bu panoramadan yola çıkarak Thurow’un “kıran kırana” diye tarif edip anlatmaya çalıştığı kavganın, aslında, kolektif aklın temsilcisi demokratik devlet ile bireysel ihtirasın temsilcisi dev tekelci şirketler arasında diye düşünüyorum. Thurow’un savunduğu komünal kapitalizmin, kolektif aklın ve demokratik devletin üretimde değil paylaşımda ekonomiye müdahalesi olarak değerlendiriyorum. Daha adil ve demokrasinin gerçekten değerli ve işlevsel olacağı bir dünyada, serbest piyasaya hiçbir şekilde karışmayan devlet, paylaşımda müdahil olmak, haksızlıkların önüne geçmek durumundaydı. Ne ki sadece karlarını artırmayı düşünen tekelciler buna izin vermezdi. Kavga kaçınılmazdı ve dünya çapındaydı.

Halen bu kıran kırana kavga, bambaşka biçimler alarak dünya ölçeğinde sürüyor ve bölgesel ve konjonktürel görülen gerilimlerin asıl nedenini oluşturuyor. Kendi adıma kavganın taraflarının artık kapitalizmin hangi türünden yana olduklarından yola çıkarak değil de tarafların adlarını koyarak tarif edilmesinin daha doğru olacağını düşünüyorum. Kavganın taraflarının bireysel kapitalizmi en uç noktaya kadar götüren ve ekonomik-siyasi düzeni ne olursa olsun milli devletleri yıkmak isteyen küreselcilik ile milli devletler arasında olduğu kanaatindeyim. Sermayenin uluslararasılaşması, kapitalizmin tüm dünyayı kapsaması sürecinin tamamlanması, devletler sistemi ile finans kapitalin saf egemenlik arzusu arasındaki gerilimi iyice görünür kılınca anlaşıldı ki, kıran kırana kavga, aslında bu ikisi arasındadır…

Eğer etraflıca değerlendirip anlayamazsak yaşadığımız hiçbir siyasi ve sosyal durumu tam olarak idrak etmiş olmayacağımız bu kıran kırana kavga da taraflardan kâh biri kâh diğeri öne geçiyor; nihai kazanan henüz belli değil. Ancak bu analizimizde gerçeklik payı bulunuyorsa, mutlaka aydınlatılması gereken, ezberimizde yanlış kalmış bir husus daha var. O da iki kutuplu dünyanın kavram sistemi ve kendilerini “Solcu” diye niteleyen aydınların konumu… Bakalım…

Emperyalizm ve sınıf mücadelesi kavramları sönerken karanlıkta yer değiştiren eski tüfekler

Evvel zaman solcuları görünüşte de olsa halktan yanaydı. Sözlerini nispeten makul kılan şey, ezilenlerin tarafında olduklarını söylemeleri, emperyalizme karşı mazlum milletlerin mücadelesinden yana saf tutmalarıydı. Berlin Duvarı ve Sosyalist Blok ile adeta gizli bir gücün dokunuşuyla “emperyalizm” ve sınıf mücadelesi” kavramları giderek söndü. Onlar devleti “egemen sınıfların baskı aygıtı” olarak görüyor ve mücadelelerin son aşaması olarak devletin sönümlenmesini amaçladıklarını belirtiyorlardı. Devletler yerli yerinde duruyorlar ama uğruna binlerce insanın hayatlarını feda ettikleri tezler ve kavramlar, gözümüzün önünde parlaklığını yitirdiler adeta beyaz cüceleşen yıldızlar gibi sönümlendiler.

Sadece Sosyalist Blok çökmemiş, birdenbire zuhur eden post-yapısalcılık ve post-modern teoriler, Karl Marx’ın, sadece Nietzsche’ye değil Hegel’e de kaybettiğini ilan etmişti. Zenginler iyice zengin olup, milli devletlerin ortaya koyduğu kısıtlamaları ve sınırları aşmak istedikçe devletin egemen sınıfın temsilcisi değil kolektif aklın tezahürü olduğu fikrinin, daha gerçeğe yakın olduğu ortaya çıktı. Evvel zaman solcularının kimisi, kaybettiklerini anlayıp bilerek ve isteyerek; kimisi de olanı biteni asla anlamaksızın tamamen eski tepki verme refleksleriyle sözüm ona devlete karşı en zenginlerin safına yerleştiler… Yine mücadele ettiklerini söylüyorlardı ama artık mücadeleleri sınıfsal ve emperyalizme karşı değildi. Adaletten ve toplumdan yana olanlar, (eleştirelliklerini sürdürmek ve asla kutsallaştırmamak kaydıyla) kolektif aklın temsilcisi olan devletten yana tavır koyar ve onun demokratikleşmesi için çalışırlarken Marksist Sol’un despotizme karşı çıkma adına, aslında finans kapitalin ve tekelci burjuvazinin sınıfsal çıkarlarını savunmaya doğru savrulup gittiler. Nedenler, işte anlatmaya çalıştığım bu süreçte gizli…

Arada bir siyaset felsefesiyle ilgili yazılar kaleme alıyorum. Genellikle devletin neliği ve niteliği, Müslüman bir toplumda güçlü bir demokrasi kurma imkân ve ihtimalleri hakkında konuşmaya çalışıyorum. Marksist Sol’un nedense hiç yaşanmamış gibi davrandığı büyük travmasından yani Sosyalist Blok’un çöküşünün yarattığı inkâr psikolojisinden bahsettiğim de oluyor. Günümüz dünyasında olaylar ve bakış açıları öylesine hızlı bir alt-üst oluş, değişim ve dönüşüm içerisindeki ben de son zamanlarda dikkatimi daha çok onları anlamaya ve insanın varoluşsal ve manevi problemlerini dile getirmeye veriyorum. Ama “teknomedyatik” adını verdiğim günümüz dünyada yaşanan olayların dinamiklerini, reel-siyaset sahnesinin arka fonunu düşünürken devletler sistemi ile finans kapitalin dünya egemenliği arasındaki ölümcül kavgayı sürekli göz önünde bulundurmaya gayret ediyorum. Size de öneririm.

Prof. Dr. Erol Göka

Prof. Dr. Erol Göka:
1959 yılında Denizli’de doğdu. Evli ve 5 çocuk babası. 1992’de psikiyatri doçenti, 1998’de Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği Şefi oldu. Halen Sağlık Bilimleri Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Şehir Hastanesi Psikiyatri Kliniği Eğitim ve İdari sorumlusu. Türkiye Günlüğü dergisinin yayın; birçok tıp ve beşerî bilimler alanındaki derginin danışma kurullarında bulunuyor. Türk Grup Davranışı kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 2006 yılı “Yılın Fikir Adamı Ödülü”ne layık görülen Erol Göka’ya, 2008 yılında da Türk Ocakları “Ziya Gökalp İlim ve Teşvik Ödülü” verilmiştir.

Web: erolgoka.net
Mail: [email protected]

Yayınlanan kitapları içinde öne çıkanlar:

-Türklerin Psikolojisi (2008; 2017)
-Kadınlar, Erkekler, Âşıklar (Dr. Sema Göka ile birlikte, 2008)
-Yedi Düvele Karşı: Türklerde Liderlik ve Fanatizm (2009),
-Hoşçakal: Kayıp, Matem ve Hayatın Zorlukları (2009; 2018)
-Türk’ün Göçebe Ruhu (2010; 2019)
-Geçimsizler: Kişilikleri Tanıma ve Geçinmeyi Kolaylaştırma Kitabı (Dr. Murat Beyazyüz ile birlikte, 2011; 2019)
-“Gerçek” İnsanın Yüzünde Yazar mı: Batı, İslâm ve Bilim Dünyasında Kişiliği Yüzden Tanımak (Dr. Murat Beyazyüz ile birlikte, 2012; 2020)
-Hayatın Anlamı Var mı? (2013; 2019)
-Yalnızlık ve Umut: Günümüzde Varoluşsal Çaresizlikler ve Çıkış. (2020)
-Mutedil Müslümanların Günümüzdeki Düşmanları (2016)
-İnternet ve Psikolojimiz: Teknomedyatik Dünyada İnsan (2017)

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA