İsrail’in Hizbullah’ı stratejik olarak zayıflatması ve Esad rejiminin çöküşüyle birlikte Lübnan ve Suriye’de yaşanan gelişmeler, Ortadoğu’nun jeopolitik dengelerinde yeni bir kırılma yaratmıştır. Her ne kadar İran’ın “direniş ekseni” olarak adlandırdığı ağın büyük yara alması (bazılarına göre çöküşü) bölgede gerilimi azaltıcı bir faktör gibi görünse de Tahran’ın Levant’taki jeopolitik ağırlığının zayıflamasının yarattığı stratejik boşluğun, bölge rekabetini daha da derinleştirmesi muhtemeldir. Bu dönüşümün etkileri, İran-İsrail ekseniyle sınırlı kalmayıp, bölgedeki diğer güç dengelerini, özellikle de Türkiye-İran rekabetini yeniden şekillendirme potansiyeline sahiptir. İran açısından Suriye’nin kaybı yalnızca bölgesel bir mevzi kaybı değil, aynı zamanda Tahran’ın uzun vadeli jeopolitik stratejisine yönelik ağır bir darbe niteliğindedir. Suriye, İran’ın Lübnan’daki Hizbullah’a ulaşımını sağlayan ve ABD ile İsrail’e karşı nüfuzunu artırdığı bir bağlantı noktasıdır. Esad rejiminin çöküşü, İran’ın bu stratejik eksenini bozarak bölgedeki etki kapasitesini ciddi şekilde zayıflatmıştır. Ancak İran’ı endişelendiren sadece Suriye’deki mevzi kaybı değil, Türkiye’nin artan bölgesel etkinliği ve bu etkinliğin yarattığı meydan okumadır. Bu bağlamda Esad sonrası sertleşmesi muhtemel Türkiye-İran rekabetini analiz etmek için öncelikle bazı sorulara cevap aramak gereklidir;
İran’ın “Direniş Ekseni” Çöktü mü?
İran’ın güvenlik politikalarında Batı müdahaleciliğine karşı direniş ve asimetrik savaş stratejilerinde süreklilik gözlemlenirken, Arap Baharı, ABD yaptırımları ve 2020 Abraham Anlaşmaları gibi gelişmeler bazı politikalarını değiştirmesine yol açmıştır. Yıllar içinde İran, bölgesel gelişmelere taktiksel yanıtlar geliştirme konusunda oldukça çevik bir duruş sergilemiştir. Ancak, İran’ın hızla genişleyen müttefik ağı ve değişen bölgesel-dâhilî dinamikler, Tahran’ın ortaya çıkan tehditlere yanıt vermesini giderek zorlaştırmıştır. Durum böyleyken Esad rejiminin düşüşü ise İran’ın bölgesel kırılganlığını daha da arttırmıştır. Suriye, uzun yıllardır İran’ı Akdeniz’e bağlayan kara koridorunun kritik bir lojistik merkezi olarak hizmet vermiş ve Hizbullah’a gelişmiş silahların yanı sıra lojistik destek sağlanmasını mümkün kılmıştır. Esad’ın devrilmesiyle bu ikmal hattının kesilmesi, Hizbullah’ı izole ederek “direniş ekseni” olarak adlandırılan yapıdaki coğrafi bütünlüğü bozmuştur. İsrail ile süregelen çatışmalar nedeniyle zaten ciddi anlamda güç kaybetmiş olan Hizbullah, İran’dan gelen lojistik desteğin kesintiye uğramasıyla operasyonel kapasitesini yeniden inşa etme konusunda büyük bir meydan okumayla karşı karşıyadır. Ayrıca, Esad rejiminin çöküşü, İran’ın müttefikleri arasında mevcut ideolojik ve mezhepsel ayrılıkları derinleştirerek “direniş ekseni”nin bütünlüğünü daha da zayıflatmaktadır. İran, Hizbullah, Iraklı Şii milisler ve Husiler Suriye’deki gelişmeyi stratejik bir kayıp olarak değerlendirirken, İran’ın desteklediği Hamas ve Filistin İslami Cihad gibi Sünni gruplar, Esad’a karşı zafer kazanan Heyet Tahrir el-Şam’a (HTŞ) kutlama mesajları göndermiştir. Ayrıca, İran’ın, Esad rejimini savunma konusunda kararlı ve etkili bir müdahalede bulunamaması, Irak ve Yemen’deki müttefikleri arasında Tahran’ın güvenilirliği ve stratejik kararlılığı hakkında ciddi şüpheler uyandırmıştır.
İran Suriye’yi İstikrarsızlaştırabilir mi?
Tahran, karşı karşıya olduğu çok sayıda zorluğa rağmen, Suriye ve daha geniş anlamda Levant bölgesindeki nüfuzunu koruyabilmek için stratejik olarak esnek ve taktiksel değişikliklere açık bir yaklaşım benimsemektedir. Bu değişikliklerden biri, Esad rejimine doğrudan karşı olmayan Suriyeli Kürt gruplarla iş birliği yapma eğilimidir. Suriye’nin kuzeyindeki bu gruplar, İran için pragmatik bir ortak olarak değerlendirilmektedir. Esad’ın devrilmesinden önce, İran destekli güçler Suriye’nin doğusundaki stratejik mevzilerden, özellikle Irak sınırına yakın Deyrizor’dan, çekilmiş ve bu bölgelerin kontrolünü büyük ölçüde PYD/PKK unsurlarına devretmiştir. Bu hamle, İran’ın kendisini, özellikle Kürtlerin ABD desteğinin azalacağından endişe duyduğu bir dönemde, PYD/PKK için potansiyel bir ortak olarak konumlandırma çabasıdır. PYD/PKK ise, Donald Trump’ın ikinci döneminde, ABD’nin Suriye’deki askeri varlığını azaltacağı ve Türkiye ile daha güçlü ilişkiler geliştireceği beklentisiyle endişelidir. Son günlerde “İran-PYD/PKK ittifakını” destekleyen/gerekli gören analiz ve yorumlar İran basınında/medyasında sıklıkla yer almaya başlamıştır.
İran’ın bir diğer stratejik yaklaşımı, Suriye’nin batısında Şii ve Alevi azınlıklarla ittifaklar kurmayı hedeflemektedir. Şam’da uyumlu bir merkezi yönetimin sağlanamaması halinde çeşitli gruplar ve çok sayıdaki etnik ve dini azınlıklar arasında daha yoğun bir rekabet/çatışma tetiklenebilir. Ayrıca, Mısır ve Ürdün’den Basra Körfezi’ndekilere kadar Arap devletleri açısından HTŞ’nin Suriye’deki zaferi, Arap Baharının tehlikeli bir yankısı olarak değerlendirilmektedir. Bu ülkeler Arap Baharında bastırdıkları demokratikleşme, özgürlük ve iyi yönetim taleplerinin yeniden canlanma ihtimali karşısında tedirginlik duymaktadır. Suriye’de Arap dünyasına model olabilecek bir demokrasinin kurulmasını istemeyeceklerdir. Bu gelişmeler, İran’ın kaotik ortamlardan faydalanma stratejisi doğrultusunda kendi etkisini derinleştirme çabalarını da güçlendirebilir. Ayrıca Esad’ın düşüşü sonrasında İsrail, Golan Tepeleri’nin ötesine geçerek Suriye’nin daha derin bölgelerine yerleşmiştir. Ancak, İsrail’in uzun süreli işgali, İran’a Suriye’deki İsrail karşıtı gündemini yeniden canlandırma fırsatı verebilir.
Türkiye-İran Rekabetinde Yeni Dönem
Suriyeli muhaliflerin askerî bir harekâtla Şam’ı ele geçirmesi, Suriye iç savaşında önemli bir dönüm noktası olduğu kadar, bölgedeki statükoyu dönüştürücü bir etkiye sahiptir. Esad rejiminin çöküşü, aynı zamanda başlıca destekçileri olan İran ve Rusya için stratejik bir gerilemeyi temsil etmektedir. Ankara’nın Suriye’de sergilediği manevra kabiliyeti ise, Türkiye’yi Esad sonrası Suriye’de en etkili dış aktör haline getirmiştir. Dolayısıyla, Esad rejiminin çöküşü mevcut bölgesel dengeleri sarstığı gibi, Türkiye’nin yeni bir statüko inşa etme çabalarını da hızlandırmaktadır. Böyle bir konjonktürde Türkiye ve İran arasındaki tarihi, ideolojik ve jeopolitik gerilimlerle beslenen rekabetin, bu yeni dinamikler çerçevesinde daha da yoğunlaşacağı/sertleşeceği öngörülmektedir. Türkiye’nin Suriye’deki artan etkisi, İran’ın Lübnan ve Irak’taki konumunun zayıflamasıyla birlikte bölgesel dinamikleri Levant’ın ötesine taşıma potansiyeli taşımaktadır.
Tahran yönetimi, Türkiye’nin Ortadoğu ve Kafkasya’daki iddialı dış politikasının, bu bölgelerdeki nüfuzunu doğrudan tehdit ettiğini düşünmektedir. Tahran’da, İran’ın zayıflayan konumundan hareketle Türkiye’nin, Irak, Lübnan ve Güney Kafkasya’daki nüfuzunu artırma çabalarına dair endişeler artmaktadır. Zira İkinci Karabağ Savaşı sırasında Türkiye’nin Azerbaycan’a verdiği güçlü destek, sadece Azerbaycan’ın belirleyici bir zafer kazanmasını sağlamakla kalmamış, aynı zamanda Ankara’nın bölgesel sonuçları şekillendirme kapasitesini de gözler önüne sermiştir. Bu süreç, İran’ı Güney Kafkasya’da etkisizleştirerek tarihsel olarak mücadele ettiği bir bölgede nüfuzunu önemli ölçüde zayıflatmıştır. Dahası, Türkiye’nin Suriye’de elde ettiği güç projeksiyonunu Azerbaycan’ı desteklemek için kullanma olasılığı, özellikle Zengezur Koridorunun açılması gibi stratejik hedefler üzerinden, İran’ın bölgesel stratejisine doğrudan meydan okuma anlamına gelmektedir. Böyle bir gelişme, Türkiye’nin jeopolitik etkisini yalnızca güçlendirmekle kalmayacak, aynı zamanda İran’ı Kafkasya ve Avrupa’ya bağlayan ticaret ve enerji rotalarından kopararak stratejik bir izolasyonla karşı karşıya bırakacaktır. Bu bağlamda, Suriye’deki dönüşüm yalnızca Levant’ın geleceğini değil, aynı zamanda Ortadoğu ve Kafkasya’nın jeopolitik mimarisini yeniden şekillendirebilir.
Ayrıca ABD’de Donald Trump’ın dönüşü, özellikle Irak, Yemen, Suriye ve genel olarak Ortadoğu’daki gelişmeler üzerinde önemli bir faktör olarak öne çıkmaktadır. Bu bağlamda Trump’ın izleyeceği politikalar, İran açısından da kritik bir öneme sahiptir. Trump yönetiminin İran’a yönelik stratejisinin müzakere odaklı mı yoksa çatışmacı bir yaklaşımla mı şekilleneceği, ancak zamanla netlik kazanacaktır. Eğer bir çözüm süreci söz konusu olursa, bu yalnızca nükleer program ile sınırlı mı kalacak, yoksa bölgesel sorunlar ve İran yanlısı grupları da kapsayan daha geniş bir çerçevede mi ilerleyecek, henüz belirsizdir. Elbette, Trump’ın birinci dönemde izlediği politikalar bu soruların yanıtları ve olası sonuçlar açısından ip uçları veriyor olsa bile, ancak kesin bir değerlendirme yapmak mümkün değildir. Dolayısıyla, Donald Trump’ın 20 Ocak’ta göreve başlamasının ardından izleyeceği politikalar Türkiye-İran rekabetini de doğrudan etkileyecektir.
Bir hususu daha burada vurgulamak gerekir; 7 Ekim Hamas’ın Aksa Tufanı Operasyonundan önce, Washington, Çin’in bölgede artan etkisini dengelemek amacıyla Hindistan’ı Ortadoğu üzerinden Avrupa’ya bağlayacak iddialı bir ticaret koridoru planını duyurmuştu. 10 Eylül 2023 tarihinde Hindistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Amerika Birleşik Devletleri, İtalya, Fransa, Almanya ve Avrupa Birliği arasında Hindistan’dan başlayarak Orta Doğu üzerinden Avrupa’ya uzanacak stratejik bir ticaret koridorunun (IMEC) inşasına yönelik bir ön anlaşma imzalanmıştı. Trump’ın dönüşüyle beraber bu proje ve Abraham Anlaşmaları yeniden gündeme gelebilir. Bu girişim, Çin’in “Bir Kuşak, Bir Yol” projesine alternatif bir ekonomik rota oluşturma çabalarının bir parçası olarak görülmektedir. Bu yeni ticaret koridoru, Hindistan’ın Akdeniz üzerinden Avrupa’ya ulaşma hedefini desteklemekle birlikte, petrol zengini Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan gibi güçlü ekonomileri de içermektedir. Ayrıca Süveyş Kanalı’na alternatif bir rota olarak şekillenmektedir. İlerleyen süreçte, Lübnan ve Suriye’de güvenlik ve istikrarın yeniden tesis edilmesi durumunda, bu ülkelerin de projeye dahil edilmesi olasılığı bulunmaktadır. Bu gelişmeler, Tahran’da İran’ın bölgesel izolasyonu konusundaki endişeleri artırmaktadır. Koridora dahil edilmeyen İran’ın, bu ekonomik ve ticari entegrasyon çabalarından dışlanma riski bulunduğu gözlemlenmektedir. İran’ın bu dışlanma karşısında nasıl bir strateji izleyeceği ve gelişmelerin bölgesel dengeler üzerindeki etkisi, gelecekte yakından takip edilmesi gereken bir mesele olarak öne çıkmaktadır. Dolaysıyla bu projenin geleceği de bölgedeki Türkiye-İran rekabetini etkileyecek bir faktör olarak önemlidir.
Doç.Dr.İsmail Sarı-Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Öğretim Üyesi