Kıtaya yönelik son dönemde artan ünlü yatırımları şu soruyu gündeme getiriyor: Bu yatırımlar gerçekte kimin yararına?
Yeryüzünün Lanetlileri (The Wretched of the Earth) adlı eserinde antikoloniyal düşünür Frantz Fanon, Afrika’nın sömürge sonrası burjuvazisinin, Siyah özgürlük mücadelesinin sembollerini kendi dar çıkarlarını ilerletmek amacıyla sahiplenerek araçsallaştıracağını ve böylece sömürgeciliğin hem psikolojik hem de maddi zincirlerini kırmakta başarısız olacağını öngörmüştü. Fanon’un kehaneti bugün doğrulanmış görünüyor: Afrikalı siyasi liderler sadece iktidarı ele geçirip sömürüye dayalı kapitalizm ve yolsuzluk yoluyla sömürgeci baskı yapılarını yeniden üretmekle kalmadılar; aynı zamanda Pan-Afrikanist idealleri kişisel çıkarları uğruna çarpıtan Afrikalı diasporalı elitler arasında gönüllü ortaklar da buldular.
Ünlü figürlerin kültürel savaşta yumuşak güç olarak kullanılması; Afrika’nın “parlatılması” yoluyla meşrulaştırılması ve sömürülmesi, ardından da sömürge sonrası ayrışmanın yönlendirilmesi gibi amaçlara hizmet eden uzun bir geçmişe dayanan bir miras söz konusudur. Yazar Frances Stonor Saunders’ın da belirttiği üzere, ABD hükümeti müzik ve sanatın kalpleri ve zihinleri kazanmak için örtülü (gizli) bir strateji olarak kullanılabileceğini fark etmiş ve bu anlayış nihayetinde bir “kültürel Soğuk Savaş” doğurmuştur. Bu strateji, 1960 yılında — yani 16 Afrika ülkesinin bağımsızlık kazandığı ve “Afrika Yılı” (Year of Africa) olarak anılan dönemde — uygulamaya kondu. O dönemde Patrice Lumumba ve Kwame Nkrumah gibi Afrikalı liderler, sömürge sonrası özgürlüğün küresel simgeleri hâline gelmişti. Ancak ABD, birleşmiş bir Afrika cephesinden ve büyüyen komünizm tehdidinden duyduğu korkuyla, Louis Armstrong ve Nina Simone gibi müzisyenleri “caz elçileri” (jazz ambassadors) olarak görevlendirerek, Sovyetler’in Amerika’daki ırkçılığı teşhir eden mesajlarına karşılık vermeyi hedefledi.
Bu durum, Siyah Amerikalı sanatçılar için ciddi bir etik ikilem yarattı. Çünkü onlardan, ABD’deki ırksal uyumu temsil eden sahte bir imaj sunmaları isteniyordu — oysa bu imaj, ne onların kendi yaşanmışlıklarını ne de Jim Crow ırkçılığı altındaki ahlaki duruşlarını yansıtıyordu. Louis Armstrong, sivil haklar konusunda yasal ilerleme kaydedilene dek devlet destekli Afrika turnelerine katılmayı başlangıçta reddetti. Caz elçilerinin bir yandan sivil haklar aktivisti olmaları, diğer yandan ise kıta Afrikalılarının yaşadığı trajedilere dolaylı biçimde ortak olmaları arasındaki çelişki, eleştirmenlerden büyük övgü alan Soundtrack to Coup d’État adlı belgeselde çarpıcı biçimde işlenmiştir. Her ne kadar bu olaylar kronolojik olarak art arda yaşanmamış olsa da, film; Armstrong’un Kongo ziyareti, aynı dönemde Lumumba’nın ev hapsine alınması ve CIA’in Kongo’ya müdahalesi gibi olayları zaman çizelgesinde etkileyici bir biçimde bir araya getirir. Böylece, bu müzisyenlerin CIA’in dış müdahalelerine adeta bir sis perdesi sağlamış olabileceği yönünde hem sarsıcı hem de işlevsel bir analiz ortaya koyar. Bu müdahalelerin sonucunun ise Lumumba’nın suikastiyle noktalandığına işaret edilir.
Bu ünlü destekli kamu-özel ortaklıkları, yakın dönemde Gana’nın 2019’daki Dönüş Yılı (Year of Return) girişimiyle yeniden canlandırıldı. Bu devlet öncülüğündeki girişim, Gana’yı, Afrika kökenli Amerikalılar ve Afrika diasporası için, dört yüzyıllık kölelik nedeniyle yaşanan ayrılığın ardından atalarla bağ kurmak üzere öncelikli bir destinasyon olarak konumlandırmayı amaçlıyordu. 2019 yılında turizm, Gana’nın GSYİH’sinin %10,3’ünü oluşturuyordu; bu oran, 2016’daki %3 seviyesinden kayda değer bir artışa işaret ediyordu. Kısa süre sonra Gana hükümeti, Chance the Rapper ve Meek Mill gibi yüksek profilli ünlüleri gayriresmî elçiler olarak ağırlamaya başladı ve bu isimler aracılığıyla festivaller ve restore edilmiş tarihî mekânlar üzerinden “deneyim temelli turizm”i teşvik etti.
Kenya’nın, Gana’nınkiyle benzer biçimde diaspora odaklı özel bir turizm stratejisine dair belgelenmiş bir politikası bulunmamaktadır. Oysa Gana, eski Başkan Nana Akufo-Addo’nun gözetiminde özel bir diaspora işleri birimi kurarak bu alana kurumsal bir yön vermişti. Buna karşın Kenya, 2021 yılında — turizm sektörü COVID-19 kısıtlamaları nedeniyle zor bir dönemden geçerken — sıkça Jeffrey Epstein ve eski Liberya Devlet Başkanı Charles Taylor gibi yolsuzlukla özdeşleşmiş küresel elit figürlerle ilişkilendirilen Naomi Campbell’ı tartışmalı bir biçimde turizm elçisi olarak atadı.
Campbell, Güney ve Doğu Afrika’da ünlüler tarafından yapılan son dönem tartışmalı yatırımlar arasında istisna olmaktan oldukça uzaktır. Örneğin, Afrika’nın film endüstrisini geliştirme çağrısıyla tanınan Britanyalı aktör Idris Elba’ya, Tanzanya hükümeti tarafından Zanzibar’da modern film stüdyoları inşa etmesi amacıyla 80 dönümden fazla arazi tahsis edildiği iddia edilmiştir. Ancak bu gelişme, özellikle Cumhurbaşkanı Suluhu Hassan’ı yalnızca “sert ifadelerle” eleştirdiği gerekçesiyle uydurma suçlamalarla tutuklanan insanların bulunduğu Tanzanya’da, siyasal özgürlüğün neredeyse tamamen ortadan kalktığı bir ortamda yaşandı. Öte yandan John Legend, Ruanda hükümetinin Kongo’daki M23 isyancı grubunun güç kazanmasında oynadığı role rağmen Kigali’de düzenlenen Global Citizen Festival’de sahne almayı tercih etti. Buna karşılık, Tems ise aynı dönemde Kigali’deki başrol konserini iptal etti; çünkü bunun Kongolular açısından duyarsız bir tercih olacağının farkındaydı.
John Legend, kararını savunmak adına şu ifadeyi kullandı: “Liderleriyle aynı fikirde değiliz diye Ruanda halkını ya da diğer ülkelerin halklarını cezalandırmamız gerektiğine inanmıyorum.” Elbette, tüm Ruandalıların hükümetlerinin siyasi tercihlerine destek vermediği doğrudur. Ancak kültürel boykotların baskıcı rejimlerin hesap vermesini sağlamada son derece etkili olduğu da kanıtlanmıştır — örneğin, apartheid rejimindeki Güney Afrika’nın Olimpiyatlardan dışlanmasına yol açan boykot gibi. Ruanda’nın günümüzde Kongo’daki çatışmadaki rolü hâlâ görünmez kılınırken, Kongoluların bu süreçte uluslararası dayanışmaya duyduğu ihtiyaç, Ruandalıların milyonlarca dolarlık gösterişli bir konsere duyduğu arzudan çok daha acildir. Bu bağlamda, bu tür yüksek profilli hamleler, ilgili ülkelerin yönetimlerinin kendi yurttaşları yerine zengin yabancılara öncelik verdiği yönündeki algıyı pekiştiriyor — bu da, ne yazık ki, kentsel soylulaştırmayı (gentrification) anımsatan son derece tanıdık bir örüntüdür.
Amerikalı şarkıcı ve çiftçi Kelis, Doğu Afrika’ya yönelen son ünlü figürlerden biri olarak, bu adımını görünüşte sürdürülebilirlik kisvesi altında attı. Instagram hesabında, makyajsız ve salaş kıyafetlerle yer aldığı kısa videolar aracılığıyla; #SupportBlackFarmers ve #FarmLife gibi etiketlerle içerik üreterek, kendisini “mahalleden bir kız” havasında, yaşam tarzı üzerinden bağ kuran samimi bir influencer olarak konumlandırıyor. Sanatçı ve girişimci kimliğiyle tanınan Kelis, kısa süre önce Kenya’da arazi satın alarak girişimlerini genişletti; kamuoyuna sunduğu gerekçe ise vahşi yaşam alanlarıyla çevrili büyük ölçekli bir ticari çiftlik kurmaktı. Bu duyurusunu kutlamak için yeniden sosyal medyaya döndü, kendisini bir “öncü” olarak tanımladı ve “Original Farm Owner” (Orijinal Çiftlik Sahibi) yazılı bir tişörtle poz vererek bu imajı pekiştirdi.
Beklendiği gibi, bu hamle Kenya kamuoyunda karışık tepkilere yol açtı. Özellikle, nesli tehlike altındaki vahşi hayvanlara yakın bölgelerde tarım yapılmasının doğal ekosistemi bozacağı yönünde endişe duyan Kenyalılar tarafından eleştirildi. Buna karşılık, az sayıda kişi Kelis’in platformunu Kenya’yı olumlu bir ışıkta tanıtmak için kullanmasını memnuniyetle karşıladı ve onun ülkenin yeni turizm elçisi ilan edilmesi gerektiğini savundu. Ancak eleştirmenler arasında Kelis, kısa sürede “yeni sömürgeci” (neokolonyalist) olarak etiketlendi. Satın aldığı arazinin yaban hayatına bu denli yakın olması nedeniyle bir koruma bölgesi sınırları içinde olduğu yönünde spekülasyonlar yayılmaya başladı ve bu satın almayı hükümet bağlantılarını kullanarak gerçekleştirmiş olabileceğine dair iddialar ortaya atıldı.
Kelis’in çiftliğinin tam olarak nerede bulunduğu bilinmese de, büyük olasılıkla adını tatlı su gölünden alan Naivasha kasabası civarında yer almaktadır. Burası başlangıçta Maasai halkının yaşadığı bir bölgeydi; ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru sömürgeci kalkınmanın önemli merkezlerinden biri hâline geldi. Günümüzde ise yerleşimci sömürgeciliğin izleri hâlâ sürmektedir; bölge, büyük ölçekli çiçekçilik faaliyetleriyle tanınmakta ve bu arazilerin mülkiyeti hâlâ büyük ölçüde beyaz yerleşimcilerin elindedir. Bu eleştiriler üzerine Kelis, satın aldığı arazinin özel mülkiyet olduğunu, bir önceki arazi sahibinden satın alındığını ve bir yaban hayatı koruma alanına dahil olmadığını ifade ederek kendini savundu.
Ancak bu savunma, meselenin özünü gözden kaçırıyor. Arazinin yasal olarak satılabilir olup olmamasından bağımsız olarak, esas kaygı bu tür ünlü yatırımların servet birikimi ve toprak yoğunlaşması gibi mevcut eşitsizlik örüntülerini daha da pekiştirmesiyle ilgilidir. Kelis’in eylemleri, ekonomik fırsat arayışı ve Afrika’yla bağ kurma isteği içindeki diasporik Afrikalılar ile daha geniş Siyah diaspora tarafından sergilenen dayanışma eksikliğinin simgesel bir örneği olarak algılanmaktadır. Bu durum, onları “soylulaştırmanın (gentrification) yeni dalgası” hâline getirme riski taşımaktadır. Kelis çiftlik girişimini tanıtmaya devam ederken, Kenya’daki büyük ölçekli tarım alanları hâlâ büyük ölçüde beyaz yerleşimciler ve Kenya elitlerine ayrılmış durumdadır. Öte yandan, yerli çiftçiler kuraklıklar ve taşkınlardan orantısız biçimde etkilenmekte; bu da hayvancılık ve geçimlik tarım için kullanılabilir arazi kaybına yol açmaktadır. Üstelik Naivasha Gölü’nün su seviyesi de düşüş göstermektedir ve bunun en büyük nedeni çiçekçilik sektörüdür. Peki, gıda güvenliğine erişimi olmayan 13 milyondan fazla insanın yaşadığı bir ülkede bu topraklar ve kaynaklar, gıda güvencesi sağlamak için değerlendirilebilecekken, Kelis’in bu yeni girişimi ne ölçüde sürdürülebilir olabilir?
Maddi sonuçların ötesinde, bu ünlüler Afrikalı hükümetlerin ilerici ve umut vadeden bir imaj inşa etmesine de katkı sağlıyor; ancak bu imaj, Afrika’daki köklü sınıf eşitsizliklerini ve sıradan insanların karşı karşıya olduğu ağır yaşam koşullarını örtbas ediyor. Bu kendine özgü diasporik Afrika tahayyülünde Kenya ve diğer Afrika ülkeleri; Batı’daki ırksal adaletsizlikten kaçış sağlayan, kayıp ata bağlarının mucizevi şekilde yeniden kurulabileceği, doğurgan topraklara sahip ideal ana yurtlar, birer ütopya gibi hayal ediliyor. Kelis, Instagram’daki bir başka kısa videosunun açıklamasında şöyle yazmıştı: “Ruanda! #wakanda gibi bir ütopya gibi hissettiriyor, gerçekten büyüleyici! Çok yeşil ve güzel! İnsanlar burada harika <3” — bu paylaşım, geniş tarım arazilerine bakan bir tepede çekilmişti. Kelis, videoda yoldan geçen küçük çocukların “yardım ediyor ve bir şeyler taşıyor” oluşundan etkilenmiş görünüyordu; ancak bu çocukların yakacak odun taşıyan yerel çocuklar olduğu ve videoda farkında olmadan birer dekor (prop) gibi yer aldıkları gerçeğini fark etmiyor ya da önemsemiyor gibiydi.
Söz konusu video, adeta Out of Africa’nın modern bir yeniden yapımından bir sahneyi andırıyor ve Siyah feminist tarihçi Jade Bentil’in “Wakandalaştırma” (Wakandification) kavramını akla getiriyor. Bentil bu terimi, “Afrika’nın bir ürün (product) olarak yeniden tasavvur edilerek temsil, ulus ve sermaye çıkarlarına hizmet edecek şekilde biçimlendirilmesi süreci”ni tanımlamak için kullanıyor. Bu romantize edilmiş Afrika imgesi, saf ve bozulmamış bir doğa olarak sunuluyor; insanlardan çok vahşi yaşamın bulunduğu bir yer gibi resmediliyor ve böylece sömürge dönemine ait anlatıları sürdürerek Afrika halklarının yaşanmış gerçekliklerini silikleştiriyor. Bu, kitap kapaklarındaki Afrika’dır — cesur renklerin, baobab ağaçlarının yer aldığı ama o doğanın içinde yaşayan insanların görünmediği bir Afrika.
Bir yandan, yüzyıllar süren mülksüzleştirme ve ırkçılığın ardından, diasporik Afrikalıların Afrika kıtasına dönme arzusuyla bu ideallere kapılmaları anlaşılır bir durumdur. 2019’dan çok önce de, Afrika kökenli Amerikalılar bu ülkelerin bağımsızlık mücadelelerinden etkilenerek Afrika’ya geri dönmüşlerdi. Örneğin, Maya Angelou ve W. E. B. Du Bois gibi tanınmış entelektüeller, Kwame Nkrumah’ın davetiyle Gana’yı yaşam alanı olarak seçmiş; Kara Panter Partisi üyeleri ise Julius Nyerere’nin Ujamaa çerçevesinde benimsediği pan-Afrikanizm doğrultusunda Tanzanya’da sığınma bulmuştu. Ancak pan-Afrikanist hareketin zirve yaptığı dönemde dahi, bu göçmenlerle yerli Afrikalılar arasında çeşitli gerilimler mevcuttu. Saidiya Hartman, Anneni Kaybet (Lose Your Mother) adlı eserinde, Ganalıların bu diasporik göçmenlere karşı, toprak işgal ettikleri ve “Afrika için neyin en iyisi olduğunu bildiklerini varsaydıkları” gerekçesiyle duydukları hoşnutsuzluğu açıkça dile getirir.
Bu diasporik gerilimler günümüzde de devam etmektedir; zira bazı Afrika kökenli Amerikalılar, Afrika vatandaşlığı elde etmek için doğrudan girişimlerde bulunmuştur. Bu çabaların büyük kısmı Gana’da yoğunlaşsa da, 2008’den bu yana Kenya’da yaşayan bir ABD vatandaşı, atalara dayalı haklarını gerekçe göstererek Kenya vatandaşlığına kabul edilmek üzere başvuruda bulunmuştur. Köleleştirilmiş insanların soyundan gelen Afrika kökenli Amerikalıların çoğu soylarını Batı Afrika’ya dayandırsa da, bu kişinin Kenya’yı atalarının yurdu olarak seçmesinin dayanağı, Afrika Birliği’nin 1993 yılında yayımladığı Abuja Bildirisi’dir. Bu pan-Afrikanist bildirge, tüm Afrika devletlerine şu çağrıyı yapmaktadır: “Afrika kökenli herkese, eğer herhangi bir engelleyici unsur yoksa, ata yurduna dönüş hakkı temelinde giriş ve ikamet hakkı tanınmalıdır.” Ancak bu idealist hedef, bugüne dek sürdürülebilir biçimde hayata geçirilememiş; daha çok Siyah diaspora içindeki elit kesimlere hitap edecek şekilde sınırlı kalmıştır.
Ekonomik büyüme hedefleri sürdükçe, Kenya, Tanzanya ve Ruanda gibi turizmin GSYİH’de merkezi bir rol oynadığı Afrika ülkeleri, Siyah diaspora için yeniden yerleşim destinasyonları olarak pazarlanmaya daha fazla yönelebilir. Afrika kökenli Amerikalıların Doğu Afrika ile doğrudan ata bağları olmayabilir; ancak bölgenin altyapısı ve görece istikrarlı görünümü, bu geri dönüş arzusunu artırabilir. Bu nedenle, söz konusu ülkelerin, Güney Afrika’da uygulanan “dijital göçebe” vizelerine benzer politikalar benimseyerek diasporanın uzun vadeli göçünü kolaylaştırmaları sürpriz olmayacaktır.
Bu koşullar altında, mevcut teşviklerle şekillenen hiyerarşinin nimetlerinden faydalanıyor gibi görünen Siyah gurbetçi topluluklara (Black expats) öfke yöneltmek kolaydır. Ancak bu yeni gelenlerin çoğu da, özellikle Amerika’da olmak üzere, dünya genelindeki Siyah toplulukları dışlayan sınıfsal sömürüye dayalı neoliberal yapının mağdurlarıdır. Asıl sorumlular ise, bu süreci kendi çıkarlarına göre şekillendiren ve gerçek bir ırksal dayanışmayı sömürerek sermaye birikimini sürdüren Afrikalı siyasi ve ekonomik elitlerle, eski sömürgeciler olan Batılı güçler ve finansal kurumlardır. Bu aktörler, elitlerin kontrolü yoluyla, birleşmeye yönelik radikal ilkeleri yumuşatarak çarpıtmakta ve böylece bu süreci meşrulaştırmaktadır.
Kenya örneğinde, yaşam maliyeti, #RejectFinanceBill2024 etiketi altında yürütülen neoliberalizm ve kötü yönetime karşı protestoların ardından tüm zamanların en yüksek seviyesine ulaşmış durumda; ülkenin borç/GSYİH oranının ise %70’e çıkması bekleniyor. Öte yandan Kenya hükümeti; çiftçilere sahte gübre satılmasından, kamu sağlığında krize yol açan işlevsiz Sosyal Sağlık Otoritesi (SHA) sistemine kadar uzanan bir dizi skandala bulaşmış durumda. Daha da endişe verici olan ise Kenya’daki mevcut yönetimin baskıcı rejimlerle ekonomik bağlarını derinleştirme eğilimi göstermesidir. Nitekim yakın zamanda Kenya, modern tarihin en yıkıcı iç savaşlarından birinden sorumlu olan askeri grup — Sudan’daki savaş suçlarıyla ilişkilendirilen Hızlı Destek Kuvvetleri’ni (RSF) — ağırlamış ve bu grup Sudan’da paralel bir hükümet kurmayı amaçlayan toplantılar düzenlemek üzere Kenya’da bir araya gelmiştir. Bu gelişmeye misilleme olarak Sudan, Kenya menşeli tüm tarım ürünlerinin ithalatını yasaklamış, bu da Kenya’nın çay ticaretine darbe vurarak ekonomiyi daha da istikrarsızlaştırmıştır. Kenya’yı her ne şekilde olursa olsun — ister tarım arazisi ister başka bir biçimde — bir “cennet” olarak tanımlamak, Kenyalıların hayatta kalmak için verdikleri mücadelenin gerçekliğini bilinçli olarak görmezden gelmeyi gerektirir.
Tarih bize şu uyarıyı yapıyor: Asıl mesele, ekonomik kötü yönetimle ve yerel Afrika toplumlarını kalkındırmaya yönelik yapısal ekonomik reformların eksikliğiyle doğrudan bağlantılıdır. Örneğin, Nijerya’nın düzenlediği İkinci Dünya Siyah ve Afrikalı Sanat ve Kültür Festivali (FESTAC ’77), Siyah gururunu kutlayan milyar dolarlık bir organizasyondu; ancak bu etkinlik Nijeryalılara kalıcı ekonomik faydalar sağlayamadı. Festival alanını çevreleyen devasa gecekondu mahalleleri bu başarısızlığın sembolü hâline gelirken, ünlü Nijeryalı sanatçı Fela Kuti etkinliğe katılmayı reddetmiş ve festivali bir propaganda aracı olarak nitelendirmişti. Ganalı yazar Ayi Kwei Armah da 1985 tarihli “Festival Sendromu” adlı denemesinde, bu tür etkinliklerin “entelektüel iflasın israf dolu gösterilerine” dönüşme riski taşıdığını dile getirmişti. Afrika ülkeleri küresel toplulukta ve diasporayla etkileşimde bir rol arayışını sürdürürken, kıtanın kaynakları açlık, yoksulluk ve sınırları içindeki ekonomik eşitsizlik gibi yakıcı sorunları çözmek için kullanılmalıdır.
Kwame Nkrumah, kültürel etkileşimin önemini ve bunun pratik faydalarını çok iyi kavramıştı. 1963 yılında Gana Üniversitesi Afrika Çalışmaları Enstitüsü’nün açılışında yaptığı konuşmada şöyle demişti: “Sanatlara dair bilgi biriktirmekle yetinmemelisiniz. Araştırmalarınız yaratıcı etkinliği teşvik etmeli; Gana’da ve Afrika’nın diğer bölgelerinde sanatların gelişimine katkı sağlamalıdır.” Turizm ve uzun vadeli diaspora göçü doğası gereği sömürücü olmak zorunda değildir; ulusal ihtiyaçlara ve gerçek yerel kalkınmaya hizmet eden bir diyalog biçimine dönüşebilir. Bu da yerel halk için beceri eğitimi sağlanması, istihdam yaratılması ve ekonomik sürdürülebilirliğin teşvik edilmesi anlamına gelebilir.
Ayrıca, kıtaya gerçekten ilgi duyan diasporik kamu figürleri, yalnızca kendi itibarlarını parlatacak kâr odaklı fırsatlar yaratmakla yetinmemeli; aynı zamanda yolsuz hükümetlerin “ünlü parlatma” (celebrity-washing) pratiklerini meşrulaştırmak yerine, yerel taban inisiyatiflerini desteklemeyi öncelik hâline getirmelidir. Siyasal eğitim yoluyla topluluk oluşturan Noname’in kitap kulübü gibi girişimler, etik katılım için örnek teşkil etmektedir — Şikagolu rap sanatçısı ve açıkça antikapitalist olan Noname, platformunu kendi üzerine odaklamak yerine Nairobi, Akra ve Lagos gibi şehirlerdeki yerel Afrikalı kitapçılarla iş birliği yaparak bir kitap kulübü turnesi düzenlemektedir.
Mesele, Afrika diasporasının kıtada bir yeri olup olmadığı değildir — elbette vardır. Yazar Shamira Ibrahim’in veciz biçimde ifade ettiği gibi, Siyah diaspora “idari ihmallerin kalkanı” hâline getirilmemelidir. Asıl mesele, bu geri dönüşün sömürgecilik ve neoliberalizmin uzun süredir yeniden ürettiği sömürücü dinamikleri tekrar etmemesini sağlamaktır. Gerçek pan-Afrikanizm; karşılıklı dayanışma, toprak eşitliği ve ekonomik adalet üzerine inşa edilmelidir — yalnızca ayrıcalıklı birkaç kişiye hizmet eden, elit odaklı gösteriler üzerine değil.
Kaynak: https://africasacountry.com/2025/05/pan-africanism-under-elite-capture/