“Ekonomi” terimi çoğunlukla her şeyi kapsayan bir kavram olarak kullanılır, ancak siyasetçiler ve yorumcular tarafından tartışılma şekli genellikle yanıltıcıdır. Sıklıkla “ekonomi büyüyor” söylemini duyarız, ancak bu anlatı, çoğu insanın bu büyümeyi eşit şekilde deneyimlemediği gerçeğini gizler. Aslında, her ülkede en az iki ayrı ekonomi vardır: biri, enflasyondan, korumacılıktan ve durağan ücretlerden kazanç sağlayan varlık sahibi sınıfa —“Wall Street” (Wall Street) elitlerine— hizmet eden ekonomi; diğeri ise, her iki yönden de sıkıştırılan “Main Street” (Main Street) üzerindeki kiracılar ve emekçiler için geçerli olan ekonomi. Bu ayrım, küresel ölçekte daha da belirginleşir; Küresel Güney’deki ekonomiler, eşitsiz değişim ve borç servisi yoluyla Küresel Kuzey’in refahını sübvanse etmektedir.
Hepimizin aynı ekonominin parçası olmadığını kabul etmek, azınlığın refahı ile çoğunluğun acısının aynı madalyonun iki yüzü olduğunu anlamanın anahtarıdır. Üretken ekonomiden (“Main Street”) sömürü ekonomisine (“Wall Street”) doğru gerçekleşen servet transferi mekanizmaları, spekülasyon ve birikim yerine sürdürülebilir kalkınmayı, yeniden dağıtımı ve kolektif refahı önceliklendiren politikaların şekillenmesinde merkezi bir rol oynar.
Ekonomiyi segmentlere ayırmak mantıklıdır; bu, dünya çapında üst düzey pazarlamacılar tarafından kullanılan bir taktiktir, ancak ekonomistler bunu genellikle göz ardı eder. Çeşitli, bazen birbirine zıt “ekonomileri” kabul etmek, siyasi kararları daha iyi anlamamıza olanak tanır, özellikle de her bir politikanın hangi kesime hizmet ettiğini düşündüğümüzde. Örneğin, ABD’deki tarifeler (gümrük vergileri) veya kamu hizmetlerinin tasfiyesi ile Starmer’ın engelli haklarına yönelik kesintileri gibi politikalar, genel nüfusun refahını artırmak yerine, sömürü yoluyla servet transferleri, özelleştirme, tekelleştirme ve rant arayışı yoluyla küçük bir varlık sahibi grubun zenginleşmesi için tasarlanmıştır. Bu neoliberal strateji (“neoliberal strategy”), deregülasyon (serbestleştirme), özelleştirme ve kamu harcamalarında kesintilerle karakterize edilir; amacı, ekonomiyi kolonize etmek ve çalışan çoğunluktan varlık sahiplerine doğru servet aktarmaktır. Bu servet, işçi sınıfının daha yüksek tüketim eğilimi yoluyla büyümeyi teşvik edebileceği üretken ekonomide harcanmak yerine, spekülasyon ve birikim amacıyla varlık sahiplerinin elinde toplanır.
Pandemi sırasında, ekonomik bölünme özellikle net bir şekilde ortaya çıktı. Milyonlarca insan işini kaybederken ve kira ödemekte zorlanırken, en kötü şartlarda çalışan ve en düşük ücretleri alan “temel işçiler” (“essential workers”) ekonominin çökmesini engelledi, ancak sonrasında daha da yoksullaştılar. Öte yandan, Wall Street borsası yükseldi ve milyarderlerin serveti yeni zirvelere ulaştı; çünkü yeni yaratılan kamu parası, şirket tahvili alımları (“corporate bond buying”) gibi yeni mekanizmalarla şirketlere aktarıldı. 2020’den bu yana, dünyanın en zengin beş kişisi servetlerini ikiye katlarken, dünya genelinde beş milyar insan daha da yoksullaştı. Yükselen bir dalganın tüm tekneleri kaldırdığı fikri (“rising tide lifts all boats”) bir mit olduğunu kanıtladı. Politikacılar hâlâ ekonomiyi büyütürsek sonunda herkesin faydalanacağını vaaz ediyor — eski damlama ekonomisi hikâyesi (“trickle-down economics”) — ancak Uluslararası Para Fonu (IMF) bile bunun bir yalan olduğunu gösterdi. En zengin yüzde 20’nin gelir payı arttığında, genel ekonomik büyümenin aslında azalma eğilimi gösterdiği tespit edildi; bu da “faydaların aşağı doğru sızmadığını” göstermektedir. Başka bir deyişle, zenginleri daha da zenginleştirmek toplumu zenginleştirmez; genellikle tam tersine yol açar.
Peki, “ekonomi” gerçekte kimin için büyüyor? Başarı ölçütü olarak sıkça kullanılan Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’ya (GSYİH) (“GDP”) bakalım. Bir ülke güçlü bir GSYİH büyümesi yaşayabilir, ancak vatandaşlarının çoğu zorluk çekebilir; çünkü GSYİH bu büyümeden kimin yararlandığını göstermez. Kazançlar sıradan insanlara mı, yoksa yalnızca şirket kârlarına ve varlık sahiplerine mi gidiyor? Dünya Eşitsizlik Raporu’na (“World Inequality Report”) göre, 1995’ten bu yana küresel servet artışının yüzde 38’ini en zengin yüzde 1’lik kesim yakalarken, en alt yüzde 50 yalnızca yüzde 2’sini elde etti.
2008 finansal krizinin ardından merkez bankaları, üretken ekonomide talebi canlandırmak yerine, finansal varlıkları satın almak ve varlık fiyatlarını yükseltmek için yeni para basarak niceliksel genişleme (“quantitative easing” – QE) uyguladı. Hisse senedi fiyatları toparlandı ve bu durum, dünyanın finansal varlıklarının yüzde 43’üne sahip olduğu belirtilen en zengin yüzde 1’lik kesimi (Oxfam’a göre) zenginleştirdi; ayrıca değeri düşük varlıkları, özellikle gayrimenkulleri biriktiren akbaba yatırımcıları da daha da varlıklı hale getirdi. Ancak sıradan insanların ücret artışları durgun seyretti ve satın alma güçleri, özellikle insanların maaşlarının yüzde 50’sinden fazlasını kiraya harcadığı giderek yoğunlaşan konut piyasasında, azalmaya devam etti. Bu model pandemi sırasında da tekrarlandı; merkez bankaları yeni parayı doğrudan BlackRock tarafından yönetilen şirket tahvillerine (“BlackRock-managed corporate bonds”) yönlendirdi ve şirketlerin mülk ile sıkıntılı varlıkları satın alarak “Main Street”ten “Wall Street”e daha fazla servet çekmesini sağladı.
Fransız ekonomist Thomas Piketty, bu sonuçların tesadüf olmadığını ortaya koydu. Eşitsizlik üzerine yaptığı araştırmalarda, servetin üst kesimlerde yoğunlaşma eğiliminde olduğunu; bunun da, sermayenin (hisse senetleri ve mülkler gibi) getirisinin genel ekonomik büyümenin üzerinde olduğu durumlarda gerçekleştiğini gösterdi. Çoğu ekonomide, servet getirileri (yüzde 5–7 arası) ekonomik büyüme oranını (yüzde 1–3 arası) sürekli olarak aşmaktadır ve bu nedenle zamanla “servetin büyük çoğunluğu” küçük bir azınlığın eline geçmektedir. Bugünün ekonomisinde bunu açıkça görmekteyiz: CEO’lar, hissedarlar, ev sahipleri ve tekel sahipleri fiyatlar yükselirken ve borsa patlarken rekor kazançlar elde ederken, ortalama ücretler neredeyse hiç artmamakta; bu da satın alma gücünde ve reel ücretlerde düşüşe, üretken ekonomiden sömürücü ekonomiye daha fazla servet transferine yol açmaktadır.
İrlanda’da —benim memleketimde— ben ve birçok genç, skandal derecede yüksek kiralar nedeniyle kitlesel olarak ülkeyi terk etmek zorunda kaldık. İrlanda’da ev sahipleri tüm servetin %97’sine sahipken, nüfusun yaklaşık %30’unu oluşturan ve giderek artan kiracılar yalnızca %3’ünü ellerinde bulunduruyor. Her ev sahibi zengin olmasa da, toplumun geri kalanından servetin, konut gibi temel malların pasif mülkiyeti yoluyla çekildiği kira kapitalizminin (“rentier capitalism”) yükselişi, “sömürü ekonomisi”ni (“extractive economy”) tanımlıyor. Burada kârlar, büyük ev sahipleri ve kurumsal yatırımcıların ellerinde birikiyor; 100’den fazla mülke sahip olan ev sahipleri artık Dublin’in kiralık konut pazarının %22’sini kontrol ediyor, bu oran 2016’da sadece %5’ti. Ayrıca İrlanda’da 26 ev sahibi, şirket veya yatırım firması, her biri ortalama neredeyse 1000 konut birimi olmak üzere, 500’den fazla konut mülküne sahip bulunuyor.
Bu kârlar, maaşların harcandığı, hizmetlerin sürdürüldüğü ve geçim kaynaklarının desteklendiği “üretken ekonomi”den (“productive economy”) çekilerek, konut piyasasının daha da yoğunlaştırılması için yeniden yatırılıyor. Bu eğilim, Avrupa şehirlerinde de açıkça görülmektedir; büyük kurumsal yatırımcılar artık kiralık konut stokunun önemli bir kısmını ellerinde tutmaktadır. Dublin’de, 26 ev sahibi veya yatırım firması, her biri ortalama 1000’den fazla mülke sahiptir ve bu durum piyasa üzerindeki kontrollerini daha da sağlamlaştırmaktadır. Bu arada, İspanya, İrlanda ve Birleşik Krallık gibi yerlerde kiracılar, gelirlerinin %50’sinden fazlasını kiraya harcamakta; bu da, mülk değerlerinin hızla yükseldiği şehirlerde dayanılmaz bir yük oluşturmaktadır.
GSYİH’nın Ötesinde: Gerçekten Ne Önemlidir
GSYİH’yı (“GDP”) refahın kısa yolu olarak kullanmak, gerçek hikâyeyi gizler. Nobel ödüllü ekonomist Amartya Sen, yüksek GSYİH büyümesinin insanların gerçek yaşamlarındaki kötü sonuçlarla el ele gidebileceğini hatırlatır. Sen’e göre ekonomik ilerleme, sadece kişi başına geliri artırmak değil; insanların özgürlüklerini ve yeteneklerini genişleterek onların sağlıklı, eğitimli, istikrarlı ve güçlendirilmiş hayatlar sürmelerini sağlamaktır. Kıtlık ve ihtiyaç varken, aşırı birikim ve israfla sonuçlanan bir “büyümenin” ne anlamı var? Para da dahil olmak üzere (özel bankalar tarafından borca dayalı para yaratımı nedeniyle) temel kaynaklar yalnızca kâr ve satın alma gücüne göre tahsis edildiğinde, bu kaynaklar en az kullanılacak ve en çok israf edilecek yerlere yığılır; bunun sonucunda, dünya genelinde 343 milyondan fazla insan akut gıda güvensizliğiyle karşı karşıya kalırken, neredeyse 37 milyon insan kıtlığın eşiğine gelmiş durumda — bu rakamlar yakın tarihin en yüksek seviyeleri. Öte yandan, zengin ekonomilerde üretilen gıdanın üçte birinden fazlası suç derecesinde israf ediliyor ve insanlar, 3 ila 5 gezegenin sürdürülebilir kaynaklarının ötesinde bir tüketim yapıyor.
Thomas Piketty gibi ekonomistler, gelir artışını en yoksul %10’dan en zengin %0,1’e kadar gruplara göre ayrıştırmak için dağılımsal ulusal hesaplar (“distributional national accounts”) üretmektedir. Bu araçlar, ekonomik kazanımların nasıl dağıldığını nicelendirerek üretken ekonomideki (“productive economy”) gerçek ilerlemeyi gösterebilmektedir; sömürücü ekonomideki (“extractive economy”) büyümeyi yanlışlıkla ilerleme gibi göstermek yerine, gerçeği ortaya koymaktadır. Bu sırada Peter Turchin gibi akademisyenler, aşırı eşitsizliklerin ve “elit aşırı üretiminin” (“elite overproduction”) tarih boyunca toplumsal çöküşleri nasıl tetiklediğini gösteren makro-tarihsel bir perspektif sunmaktadır. Bu, üst gelir dilimlerinin artmasının yalnızca adaletsiz ve verimsiz değil, aynı zamanda istikrarsızlaştırıcı olduğunu da ortaya koyar.
ABD’de bu tür veriler, on yıllar boyunca tüm gelir artışının neredeyse tamamen en zenginlere gittiğini, en alt %50’nin ise neoliberal dönemdeki tarihsel üretimin yurtdışına taşınması (offshoring) ve sendika kırma uygulamaları sırasında durumunun kötüleştiğini göstermektedir. Bu uçurum, Dünya Eşitsizlik Veritabanı (“World Inequality Database”) ve DINA projesi (“DINA project”) tarafından sunulan verilerle açıkça ortaya konmuştur; bu proje vergi kayıtlarını, anketleri ve ulusal hesapları uyumlu hâle getirir. En çarpıcı bulgulardan biri şudur: 1980’den 2020’ye kadar ABD’de en üst %1’lik kesimin gelirleri %205 artarken, en alt %50’nin gelirleri sadece %1 artmıştır. Bu, birçok insanın günlük olarak deneyimlediği durumu doğrulamaktadır: “ekonomi” büyüyor, ama çoğunluktan uzaklaşarak büyüyor. Bu arada, en üst %0,1’in sahip olduğu servet oranı, en alt %90’ın toplam servetine eşit hâle gelmiştir; bu da sermaye birikiminin, denetimsiz finansın ve politika esir alımının ekonomik demokrasiyi nasıl aşındırdığının bir göstergesidir. Trump’ın tarifeleri, jeopolitik bir koz olarak işlev görmenin yanı sıra, rekabeti kısıtlayarak kilit sektörlerin daha fazla tekelleşmesini kolaylaştırmaktadır. Bu piyasa gücü yoğunlaşması, şirketlerin fiyat belirleme gücü kazanmasına, böylece özellikle çelik, telefon, otomobil ve ilaç gibi sektörlerde işletme sahiplerinin kârlarının artmasına ve tüketiciler için fiyatların yükselmesine yol açmaktadır.
Bu rakamlara bakmak, ilerleme hakkındaki düşüncelerimizi değiştiriyor. Yükselen bir dalganın tüm tekneleri kaldıracağı umuduyla %3’lük bir GSYİH (“GDP”) artışını övmek yeterli değildir, özellikle de bu %3, Joseph Stiglitz’in belirttiği gibi sadece süper yatları kaldırıyorsa. Gerçekten de, Jason Hickel’in The Divide adlı eserinde gösterdiği üzere, yalnızca büyümeye dayanarak (yeniden dağıtım olmadan) herkesi günlük 5,50 dolar yoksulluk sınırının üzerine çıkarmak için küresel GSYİH’nın mevcut büyüklüğünün 175 katına çıkması gerekecektir. Küresel GSYİH, küresel enerji kullanımıyla da birebir (%1:1) ilişkilidir ve bu enerjinin %80’inden fazlası fosil yakıtlardan gelmektedir; bu da, fosil yakıt tüketimimizin yaklaşık 140 kat artması gerektiği anlamına gelir — ki bu yalnızca kaynak kıtlığı nedeniyle imkânsız olmakla kalmaz, aynı zamanda hepimizi yok edecek bir durum yaratır. Yine de inanması zor olsa da, bu hâlâ baskın ekonomik bakış açısını oluşturuyor ve liderlerimizin gerçekten hedeflediği şey bu.
Ayrıca ekonomimizde neyin değer (“value”) sayıldığını da yeniden düşünmemiz gerekiyor. Çok uzun zamandır, bir şeyin fiyat etiketi varsa, onun değerli olduğu varsayıldı; ancak bu hatalı bir mantıktır. Ekonomist Mariana Mazzucato, “değer yaratımı olarak sunulan şeylerin çoğunun aslında gizli bir değer sömürüsü” (“value extraction”) olduğunu savunur. Finansal spekülasyon, tekel fiyatlaması ve diğer rant arayışları, doğası gereği kamusal değere sahip olan servetin özel zenginliğe aktarılması yoluyla GSYİH rakamlarını şişirir. Aynı zamanda, gerçekten değerli işler —özellikle kadınlar tarafından yapılanlar— çoğu zaman ya hiç ücretlendirilmez ya da çok düşük ücretlendirilir. Bir çocuğu büyüten bir ebeveyni ya da hastalara bakan bir hemşireyi düşünelim. “Resmi” ekonomi, ailelerin çocuk yetiştireceğini, komşuların birbirine destek olacağını ve birilerinin savunmasız bireylerle ilgileneceğini varsayar — hem de herhangi bir ücret veya takdir olmadan. Ancak bu gizli emek olmadan, resmi piyasa ekonomisi durma noktasına gelirdi. Nancy Fraser, günümüzün finansallaşmış kapitalizminin, sosyal temelleri bile ‘kendi kuyruğunu yiyen bir kaplan gibi’ tükettiğini ve ekolojik krizimiz kadar ciddi ve bir o kadar ağır bir sistemik ‘bakım krizi’ yarattığını uyarıyor.
Küresel Güney Deneyimi
Bu iki ekonomi arasındaki bölünme sadece zengin ülkeler içinde değil, küresel ölçekte de mevcuttur. Aynı eşitsizlik kalıpları dünya sahnesinde de tekrarlanmaktadır. 1980’lerde birçok Latin Amerika ülkesi, “kayıp on yıl” (“lost decade”) olarak bilinen acımasız bir kemer sıkma döneminden geçti. Yabancı kreditörlerin ve Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) baskısı altında, hükümetler borçlarını ödeyebilmek için eğitim, sağlık hizmetleri ve sübvansiyon harcamalarını ciddi şekilde kıstı. Sonuç mu? Alacaklılar için büyüme, ancak sıradan Latin Amerikalılar için kitlesel sefalet: artan yoksulluk, işsizlik ve gelişimi durdurulmuş bir nesil.
Afrika’da da benzer şekilde, IMF kredilerine bağlı politika şartları ülkeleri acı verici ayarlamalara zorladı. IMF kredisi alan ülkeler sıklıkla kamu sektöründe işten çıkarmalar yapmak, çiftçilere verilen destekleri kaldırmak ve temel hizmetleri özelleştirmek zorunda kaldı. Yakın tarihli bir çalışma, bu yapısal reform şartlarının yoksulluğu artırdığını doğruluyor; çünkü bu reformlar “işsizliği artırıyor, devlet gelirlerini düşürüyor ve temel hizmetlerin maliyetlerini halk için yükseltiyor.” Bir kez daha, bir ekonominin “kurtarma planı” başka bir ekonominin felaketi oldu. Batılı finansörler geri ödemelerini alırken, Batı ekonomileri ucuz işgücü, emtia ve hammaddelere kolay erişim sağladı; borçlu ülkelerdeki topluluklar ise çürüyen okullar ve kliniklerle, ekonomik egemenlik kaybı ve azalan kamu servetiyle baş başa kaldı. Bugün bile, birçok yoksul Afrika hükümeti, halkının sağlık ve eğitimine yaptığı harcamalardan daha fazlasını borç servisine ayırmak zorunda kalıyor.
Özellikle ayni yardımlar (eğitim ve sağlık gibi) yoluyla sağlanan ve DINA’ya göre yoksul bir hanenin gelirinin %30’una denk gelebilecek yeniden dağıtım gücünün yok edilmesi, yalnızca gelir eşitsizliğini değil, yaşam hakkına erişimde de eşitsizliği kökleştirdi; bunun yerine asalak özel şirketlerin devreye girerek başkalarının yoksulluğundan kâr elde etmesine yol açtı. Bugün ABD’de de benzer bir durum hedefleniyor gibi görünüyor; USAID (Amerikan Uluslararası Kalkınma Ajansı) ve kamu eğitimi fonları azaltılırken, kamu sektörü — sağlık hizmetleri dahil — daha da zayıflatılıyor. Bu, şüphesiz “ekonomi”ye zarar verirken Trump’ın çevresindekileri zenginleştiriyor.
Küresel ekonomi çok katmanlı bir yapı üzerinde işliyor: Ülkeler ve bölgeler, Merkez (“Core”), Çevre (“Periphery”) ve Yarı-Çevre (“Semi-Periphery”) olarak sınıflandırılıyor. Merkez’de, varlık sahipleri, kreditörler ve çok uluslu şirketler ticaret ve finanstan büyük faydalar sağlarken, Çevre’de “sahip olmayanlar”ın serveti çekiliyor; örneğin, Demokratik Kongo Cumhuriyeti (DRC) gibi ülkelerde, dünyanın en zengin doğal kaynaklarına sahip olunmasına rağmen, halk en yoksullar arasında yer alıyor.
Fadhel Kaboub gibi akademisyenler, servet sömürüsünün yeni biçimlerde devam ettiğini vurguluyor. Zengin ülkeler, Küresel Güney’den düşük fiyatlı ham maddeleri ve emtiaları yüksek hacimlerde ithal ederken, Küresel Güney’e az hacimli, yüksek fiyatlı mallar ihraç ediyor; aynı zamanda borç geri ödemeleri talep ederek devasa servet transferlerine ve işgücü, enerji ve kaynakların dengesiz akışına neden oluyor. Jason Hickel’in araştırmasına göre, bu “eşitsiz değişim” (“unequal exchange”) süreci her yıl gelişmekte olan ülkelerden 2,2 trilyon dolarlık bir kaynak kaybına yol açıyor — bu miktar, aşırı yoksulluğu onlarca kez sona erdirebilecek büyüklükte. Bu durum, eski sömürgeci kalıbı tekrar ediyor: Kârlar Londra, Paris veya New York’ta birikirken, Küresel Güney aşırı yoksulluk, kirlenmiş ekosistemler, sömürücü atölye ücretleri ve sürdürülemez borçlarla baş başa bırakılıyor.
“Ekonomi”yi Yeniden Düşünmek
Herkesi eşit şekilde etkileyen tekil bir ekonomi mitini artık rafa kaldırmanın zamanı geldi. Hangi ekonomiden bahsettiğimizi ve her birinde kimin kazandığını ya da kaybettiğini konuşmaya başlamalıyız. Daha dürüst bir ekonomi anlayışı, sadece kısa vadeli kâr odaklı üretim ve toplam büyüme yerine, uzun vadeli planlama ve politikalarla dağılımı ve refahı merkeze almalıdır. Hükümetler, yeni ölçüm kriterleri benimseyerek işe başlayabilir: Örneğin, GSYİH’nın (“GDP”) yanında dağılımsal ulusal hesapları (“distributional national accounts”) kullanarak gelir ve servetin nasıl bölündüğünü izlemek ve ilerlemenin temel göstergeleri olarak refahı ve çevresel sağlığı ölçmek.
Politika, yatırımcı güveni ve borsa endekslerini önceliklendirmekten vazgeçmeli; bunun yerine Main Street’i (“Main Street”) güçlendirmeye odaklanmalıdır. Bu, yaşam ücretleri, evrensel temel hizmetler (“universal basic services” – UBS) ve yeşil iş garantileri gibi ilerici reformlarla sağlanabilir. Evrensel Temel Gelir (“UBI”) ve kamu konut projeleri gibi programlar da ekonomiyi yeniden yönlendirmeye yönelik daha geniş bir stratejinin parçası olarak uygulanmalıdır. Örneğin, Viyana veya Kopenhag gibi şehirler, kamu konut girişimleri sayesinde sürekli olarak şehir yaşanabilirlik endekslerinde en üst sıralarda yer almaktadır. Buna ek olarak, büyük şirket kârlarına yönelik beklenmedik kâr vergileri (windfall taxes) ve milyarderler için servet vergileri gibi uygulamalar, bu yatırımlar için gelir sağlayarak ekonomik istikrarı ve eşitliği teşvik edebilir. Bu reformlar, ilerici bir para politikasıyla finanse edilmeli ve işçi sınıfına orantısız şekilde zarar veren kemer sıkma önlemlerine ihtiyaç bırakmamalıdır.
Merkez bankalarının niceliksel genişleme (“quantitative easing”) ve şirket tahvili alımları yoluyla yarattığı trilyonlarca dolar, Keynes’in tanımladığı “kumarhane ekonomisi”nden (“casino economy”) çıkarılarak üretken ekonomiye yönlendirilebilir; böylece para spekülasyon ve birikim yerine dolaşıma girer: yeşil altyapı kurulabilir, dirençli gıda sistemleri geliştirilebilir veya sağlık ve eğitim gibi alanlara yatırım yapılabilir. Musk ve Starmer gibi isimlerin önerdiği kemer sıkma yerine; uluslararası finansal kurumların temel araçları, borç hafifletme ve kamu yatırımı olmalıdır. Böylece küresel büyüme, yalnızca sermaye birikimi, aşırılık, eşitsizlik ve aşım üretmek yerine, ortak refaha yol açan alanlarda gerçekleşebilir.
“Ekonomi”, ekonomistlerin sizi inandırmaya çalıştığı gibi yekpare, doğal bir güç değildir; önceliklere ve güç dinamiklerine dayanan, insan yapımı bir politika sistemidir — ve bunu değiştirme gücüne sahibiz. Ekonomiye daha çoğulcu bir yaklaşım benimseyerek, ülkeler içindeki ve arasındaki farklı “ekonomiler” arasındaki uçurumu kapatabilir ve Doughnut Economics’in (“Doughnut Economics”) savunduğu gibi, ekonomimizi gezegen sınırları içinde yüksek yaşam kalitesini mümkün kılacak şekilde bilinçli olarak yeniden tasarlayabiliriz.
Bu yüzden bir politikacı bir dahaki sefere “ekonomi için” bir şey yaptığını iddia ettiğinde — ister sağlık veya eğitimden mahrum bırakmak, ister tarifelerle fiyatları artırmak, isterse düzenlemeleri gevşetmek olsun — mutlaka sorun: Hangi ekonomi için?
*Daragh Cogley, Barselona merkezli bir Sürdürülebilirlik ve Ekonomi Profesörü ve moda, küçülme (“degrowth”) ve onarıcı (“regenerative”) iş modelleri üzerine çalışan bir sürdürülebilir iş profesyonelidir. Avrupa Birliği’nin ilk Biyoekonomi Gençlik Vizyonu’nun başyazarlarından biri ve One Day at a Time, Daily Sustainability Calendar (“Her Gün Bir Gün: Günlük Sürdürülebilirlik Takvimi”) kitabının ortak yazarıdır.
Source: https://www.counterpunch.org/2025/04/25/the-myth-of-the-economy/