SSCB lideri Mihail Gorbaçov’un danışmanlarından Aleksandr Arbatov, Batı’ya şöyle sesleniyordu: “Size en kötü hizmeti sunacağız; sizi bir düşmandan mahrum bırakacağız”.
Carl Schmitt ise şunu der: “Düşmanı tanımlamak, politikacının birinci görevidir”.
Bazı tarihsel olaylar, insanın nasıl hiçbir suçluluk duymadan, hatta bazen gururla vahşi eylemler işleyebilen bir varlığa dönüşebildiğini gösterir. Bazı durumlarda, masum insanlar mantıklı bir sebep olmaksızın, sadece yanlış zamanda ve yanlış yerde bulundukları için öldürülürler. Örneğin, 14 yıldır devam eden Suriye’deki katliamları ele alalım. Nusayri (Alevi) rejimin Sünni Suriye köylerinde ve şehirlerinde işlediği katliamlar, kadınların, çocukların ve yaşlıların öldürülmesinde adeta bir ustalık sergiledi. Soğukkanlılıkla ve sistematik bir şekilde infaz edildiler. Cesetleri önceden hazırlanmış çukurlara atıldı ve ardından çukurun dibine yerleştirilen lastiklerle yakıldı. Olayın daha da korkunç hale gelmesi, faillerin bu operasyonları en ince detaylarıyla kaydetmeleri ve hatta cesetlerle gülümseyerek hatıra fotoğrafları çektirmeleridir, sanki bir başarıyı kutluyorlarmış gibi. Yüzlerini bile saklamadılar.
Bu katliam, sıradan bir olay değildi, Suriye’nin Humus, Hama, Kerm El-Loz, El-Hule, Dera, Halep, Deyrizor ve Rif eş-Şam gibi farklı bölgelerinde gerçekleştirilen bir dizi toplu infazın parçasıydı. Bu katliamlar, Esad rejimi ve ona bağlı milisler tarafından halk ayaklanmasını bastırmak için izlenen sistematik bir stratejinin parçasıydı. İnsanlar ve yerleşim yerleri sistematik bir şekilde yok edildi. Bu olaylar, insanın nasıl tüm insani değerlerini kaybederek bir canavara dönüşebildiği ve bu tür vahşetleri işledikten sonra nasıl normal hayatına dönebildiği konusunda derin sorular ortaya koyuyor.
Her katliamın kendine özgü siyasi, sosyal ve psikolojik bir bağlamı vardır. Soykırım aniden gerçekleşmez, önceden planlanmış bir dizi eylemin sonucudur. Genelde sorumluluk sadece doğrudan katil için değil, aynı zamanda suçun işlenmesi için koşulları hazırlayan ve teşvik edenler için de geçerlidir. Soykırım, kurbanı şeytanlaştıran ve onu toplum için bir tehdit olarak gösteren bir ideoloji gerektirir. Bu, kurbanların mikrop, haşere veya beşinci kol olarak tanımlanmasıyla gerçekleştirilir. Örneğin, Arap dünyasında benzer terimler kullanılmıştır. Kaddafi muhaliflerini fareler olarak nitelendirdi, Beşar Esad ise protestocuları mikroplar olarak tanımladı.
Soykırım sürecinin temel bir parçası, kurbanın insanlıktan çıkarılmasıdır. Bu, katilin suçluluk veya empati duygusundan kurtulmasını kolaylaştırır. Kurban, ahlaki yükümlülüklerin dışına çıkarılır ve bu da onun öldürülmesini kabul edilebilir hatta gerekli hale getirir. Bu insanlıktan çıkarma stratejisi, kitlesel öldürme durumlarının tamamında kullanılır. Şiddet, reddedilen bir eylem olmaktan çıkarılır ve ahlaki bir görev, hatta bazen kahramanca bir eylem olarak sunulur. Bu, milliyetçi, vatansever veya mezhepsel anlatılar aracılığıyla yapılır ve şiddeti meşrulaştırmak için kullanılır.
Kitlesel şiddet, kitleleri öfke ve korku içinde tutan duygusal bir yakıt olmadan devam edemez. Bu duygular, aklın işleyişini devre dışı bırakmak ve şiddeti meşrulaştırmak için kullanılır. Bu, askeri operasyonları desteklemek için mali ve insan kaynaklarının sürekli akışını sağlar. Medya, bu süreçte kilit bir rol oynar. Kurbanları varoluşsal bir tehdit olarak göstererek onlara karşı uygulanan şiddeti haklı çıkarır. Suriye örneğinde, rejim yanlısı medya muhalifleri şeytanlaştırmak ve onları vatan için bir tehdit olarak göstermek için benzer terimler kullandı. Bu da onlara karşı işlenen katliamların meşrulaştırılmasına katkıda bulundu.
Sonuç olarak, soykırım sıradan bir olay değil, önceden planlama, duyguların seferber edilmesi ve ideolojik meşrulaştırma gerektiren karmaşık bir süreçtir. Şiddet, boşlukta gerçekleşmez; bireyleri ve toplumları, eskiden kabul edilemez olarak görülen şeyleri kabul etmeye hazırlayan siyasi, sosyal ve psikolojik bağlamların bir sonucudur.
‘Gönül Rahatlığıyla Nasıl Öldürebilirsin?’
Bu bölüm, “Düşman Yaratmak: Gönül Rahatlığıyla Nasıl Öldürebilirsin?” adlı kitap hakkında konuşmaya başlamak için yazdığım bir giriş niteliğindedir. Söz konusu kitap, soykırım ve öldürme psikolojisi alanında önemli bir eserdir ve aynı zamanda siyaset sosyolojisi kapsamında da değerlendirilebilir. Kitap, devletlerin ve politikacıların, halklarını bir düşmanla yüzleşmenin önemi konusunda ikna etmek için kullandıkları yöntemleri inceleyen, analiz eden ve gözlemleyen bir çalışmadır. Ayrıca, çağdaş devletlerin bu yöntemleri kullanmakta ve hayali düşmanlar yaratmakta nasıl ustalaştığını, insanları, toplumları, hareketleri veya partileri gerçekte olmadıkları halde halkların düşmanı haline getirme ve dönüştürme süreçlerini ele alır.
Ancak kitabı analiz etmeye ve incelemeye başlamadan önce, yazardan bahsetmekte fayda var;
Yazar, Pierre Conesa, Fransız bir diplomat ve akademisyendir. Fransa’da çağdaş tarih alanında üniversitede dersler vermiş ve Siyasal Bilgiler Enstitüsü’nde öğretim görevlisi olarak çalışmıştır. Ayrıca, Avrupa Stratejik Zeka Şirketinde genel müdür olarak görev yapmış ve Fransa Savunma Bakanlığı’nda Stratejik İşler Komitesi müdür yardımcısı olarak çalışmıştır. Conesa’nın birçok kitabı bulunmaktadır. Bunlar arasında 2004 yılında yayımlanan “Günümüz Dünyası: Cennetin El Kitabı”, 2007’de yayımlanan “Kaos Mekanizmaları: Bush Stratejisinin Yayılması”, 2016’da yayımlanan “Dr. Suud ve Bay Cihat: Suudi Arabistan’ın Dini Diplomasisi” ve 2018’de yayımlanan “Hollywood: Kitle Propagandasının Silahı” yer almaktadır.
“Düşman Yaratmak: Gönül Rahatlığıyla Nasıl Öldürebilirsin?” kitabı ise bir giriş ve üç bölümden oluşmaktadır. Her bölüm, farklı başlıklar ve alt konulara ayrılmış olup 317 sayfaya yayılmıştır.
Kitabın giriş bölümünde Pierre, bu kitabı yazma amacını ve onu bu konuyu ele almaya iten bilimsel nedenleri açıklıyor. Ardından, kitabın birinci bölümünde “Düşman Nedir?” başlığı altında düşman belirleme stratejilerini ele alıyor. Bu bölümde, düşmanın doğasını ve aydınların, düşünürlerin ve politikacıların düşman yaratmadaki rollerini inceliyor. Çağdaş devletlerin genellikle kimliklerini güçlendirmek ve halklarını bir araya getirmek için düşmanlara ihtiyaç duyduğunu belirtiyor. Geleneksel stratejik düşüncenin, düşmanı yalnızca savaş zamanında önemsediğini vurguluyor. Ayrıca, düşman yaratmanın hukuki değil, daha çok toplumsal kavramlara dayandığını, düşmanın devletin dışında veya içinde olabileceğini, özellikle bir grubun farklı olan “ötekini” bir tehdit olarak görüp yok etmeye çalıştığını açıklıyor.
İkinci bölümde, Pierre, “Düşmanın Yüzleri: Bir Sınıflandırma Denemesi” başlığı altında düşmanların sınıflandırılmasını ve çeşitli biçimlerini ele alıyor. Savaş ve barış durumlarındaki farklı düşman türlerini, her birini gerçek örneklerle destekleyerek sunuyor. Sunduğu sınıflandırmaların kesin olmadığını ve düşman modellerinin tamamen saf olmadığını belirtiyor, çünkü genellikle bir düşman birkaç sınıflandırmanın karışımından oluşuyor. Ancak, araştırma amaçları doğrultusunda bu sınıflandırmaları belirli kategorilere ayırmak zorunda kaldığını ifade ediyor.
Üçüncü bölümde ise Pierre, “Düşmanın Parçalanması” fikrini tartışıyor. Düşmanın, yapay veya gerçek bir yapı olarak her zaman parçalanabilir olduğunu savunuyor. Toplumların düşmansız yaşayabileceği fikrini ortaya atıyor, ancak bunun nasıl başarılabileceğini açıklamanın en büyük zorluk olduğunu belirtiyor. Bu bölümde, dünyadaki çeşitli uzlaşma deneyimlerini ve savaş durumlarından çıkış yollarını inceliyor. Savaş karşıtı söylemin önemini vurguluyor, hatta bu söylemin tek taraflı bile olsa değerli olduğunu ifade ediyor.
Şimdi, düşman yaratma stratejileri hakkında biraz daha detaylı konuşalım.
Yazar, kitabına Fransız şair Henri Michaux’dan bir alıntıyla başlıyor. Bu alıntı, düşmanların ve dostların belirlenmesinin, savaş başlatmadan önce gerekli bir mekanizma olduğu fikrini özetliyor. Yazar, savaşların en kötü çözümler olmasına rağmen, insanların sıklıkla bu yola başvurduğunu belirtiyor. Ayrıca, şiddeti kabul edilebilir kılan zihniyeti anlamaya çalışıyor. Savaşlar, tanıdığımız veya tanımadığımız insanları öldürmeyi meşru hale getirir. Bu durum, iç savaşlarda daha da belirgindir; komşular aniden takip edilmesi ve yok edilmesi gereken düşmanlara dönüşebilir.
Yazar, belirli bir öldürme yöntemi sunmaz, bunun yerine düşmanlık ilişkilerinin nasıl ortaya çıktığını ve savaşlar patlak vermeden önce düşmanın zihinsel imajının nasıl şekillendiğini analiz eder. Bunu yaparken, modern savaşların demokratik savaşlar olduğu ve öncelikle kamuoyunun seferber edilmesini gerektirdiği varsayımına dayanır. Kitap, öldürmeyi kabul edilebilir kılan mekanizmaları ortaya çıkarmayı amaçlar. Bu mekanizmalar dini, milliyetçi, ideolojik veya politik olabilir. Aynı zamanda, savaşçının “düşmanı” öldürürken psikolojik rahatlık hissetmesine imkan veren karmaşık faktörleri analiz eder.
Yazarın analizi, düşmanlığın nasıl üretildiği ve şiddetin nasıl meşru ve kabul edilebilir bir eyleme dönüştürüldüğü üzerine odaklanır. Düşmanın, çağdaş toplumlarda hayati bir rol oynadığını savunur. Bu rol, ulusu birleştirmek ve gücünü artırmak ya da siyasi iktidarın iç sorunlardan dikkati başka yöne çekmek için bir araç olabilir. Yazar, bir rakibin düşmandan mahrum bırakılmasının, ona sunulabilecek en kötü hizmet olduğunu belirtir.
Fransız Devrimi’nin zaferinden bu yana, savaş ilan etme veya barış yapma kararı artık yalnızca kralın elinde değildir. Kamuoyunun seferber edilmesi, bu tür operasyonların başarısında belirleyici bir faktör haline gelmiştir. Yazar, savaşları yalnızca silah tüccarlarının oyunu veya kapitalist çıkarlar olarak açıklamanın, 20. ve 21. yüzyıllardaki savaşların nedenlerini anlamak için yetersiz olduğunu vurgular. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra, araştırmacıların ve stratejistlerin görevinin yapay ve durumsal olarak yeni kavramlar ve düşmanlar yaratmak olduğunu belirtir.
Düşman yaratma süreci, birkaç aşamadan oluşur. İlk olarak, belirli bir stratejik ideoloji oluşturulur. Ardından, kamuoyunun düşüncelerini yönlendiren bir söylem üretilir. Fikir önderleri, bu düşünceleri doğrulamak için kullanılır. Son olarak, şiddeti uygulamak için güç mekanizmalarına sahip olunur. Bu karmaşık süreç, şiddeti toplumun gözünde kabul edilebilir ve meşru hale getirmeyi amaçlar.
Elli yıl boyunca, uluslararası çatışmaların analizi, Çift Kutupluluk mantığıyla şekillendirildi. Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği arasındaki çekişme, küresel sahneye hakim oldu. Ancak, Sovyetler Birliği’nin 20. yüzyılın sonlarında çöküşü, araştırmacıları Yugoslavya, Somali ve Ruanda gibi bölgelerde ortaya çıkan iç ve karmaşık çatışmaları anlamak için bölgesel ve yerel açıklamalara yöneltti. Bu tür çatışmalar, önceki modellerden farklı bir analiz gerektiriyordu.
‘Düşman Yaratmak’
Çatışmaların analizine girmeden önce, yazar, “düşman” kavramını entelektüel, hukuki ve sosyal açılardan tanımlamanın gerekliliğine dikkat çekiyor. Düşünsel yolculuğuna, İngiliz filozof Thomas Hobbes’un görüşlerini inceleyerek başlıyor. Savaşın insan için doğal bir durum olduğunu belirten Hobbes, şiddete eğilimin insanın doğasında bulunduğunu savunur. Hobbes, bu eğilimi kontrol altına almanın, bireyleri organize bir sosyal çerçevede yaşamaya zorlayan güçlü bir sistem gerektirdiğini vurgular. “İnsan insanın kurdudur” sözüyle ünlü olan Hobbes, insanların düzenleyici bir sistem olmadan “herkese karşı” sürekli bir savaş durumunda yaşayacağını öne sürer. Bu görüş, doğası gereği işbirlikçi ve ortak yaşama eğilimli politik bir varlık olarak gördüğü insan hakkındaki Aristo’nun düşüncelerine doğrudan bir eleştiri niteliğindedir.
Buna karşılık, Jean-Jacques Rousseau, Hobbes’un bu görüşünü eleştirir ve insan doğasını çarpıttığını savunur. Rousseau, insanlar arasındaki düşmanlığın kalıcı bir durum olmadığını, aksine durumsal olduğunu ve devletler arasındaki savaş dönemlerinde ortaya çıktığını belirtir. Bu durumlarda bireyler, asker veya kurban haline gelir, ancak bu düşmanlık onların temel doğasının bir parçası değildir.
Yazar, aynı zamanda, her iki dünya savaşına ve Soğuk Savaş’a tanıklık eden bir grup düşünürün fikirlerine de değiniyor. Bu düşünürler, savaşı adaleti sağlamanın bir aracı olarak meşrulaştırmaya odaklandılar. Ancak, yazar, çağdaş stratejik düşüncenin savaşta adalet meselesine fazla önem vermediğini ve bir çatışmaya girmeden önce düşmanın doğasını anlamaya çalışmadığını belirtiyor. Bu bağlamda, Gaston Bouthoul’un adını öne çıkarıyor. Bouthoul, “savaş bilimi”ni sosyolojinin bir parçası olarak tanıttı ve savaşın nedenlerini yapısal bir perspektifle analiz etmeye çalıştı. Ona göre savaş, kolektif iradelerin ve sosyal değerlerin bir ürünüdür.
Buna karşılık, Marksist düşünce, savaşı sınıf çatışmasının bir uzantısı olarak görerek basit bir açıklama sundu. Burjuvaziyi, işçi sınıfının birleşik düşmanı olarak konumlandırdı. Ancak bu açıklama, Çin ve Sovyetler Birliği arasındaki ittifakın düşmanlığa dönüşmesiyle sarsıldı. Çin lideri Mao’nun Sovyetler Birliği’ne ve Batı kapitalizmine karşı küresel bir cephe oluşturma girişimleri ve sınır çatışmaları bu süreci hızlandırdı.
Öte yandan, yazar, çağdaş stratejistlerin toplumların düşmanlarını nasıl belirlediğini anlamak için yeterli çaba göstermediğini, bunun yerine savaşı “politikanın başka araçlarla devamı” olarak tanımlamaya odaklandıklarını belirtiyor. Bu tanım, komşu devletler arasındaki savaşlar için geçerli olabilir, ancak iç savaşlar, soykırımlar veya dini çatışmalar için aynı şeyi söylemek mümkün değildir.
Yazar, stratejik düşüncenin genellikle yapısal unsurlar ve askeri planlar gibi yüzeysel konulara odaklandığını, felsefi veya sosyal derinliklere inme eğiliminde olmadığını vurguluyor. Örneğin, stratejik raporlar genellikle küresel güçlerin askeri teçhizatı ve dağılımı gibi konuları ele alır, ancak 1991’den bu yana askeri harcamaları dünya toplamının yarısını oluşturan Amerika Birleşik Devletleri’ni bir düşman olarak sınıflandırmayı genellikle göz ardı eder.
Son olarak, yazar, düşmanın sabit bir veri olmadığını, aksine net bir tanım gerektiren bir seçim olduğunu belirtiyor. Bu görüş, siyasi varlığı gerçekleştirmenin ideal yolunun düşmanı belirlemek ve onunla savaşmak olduğunu savunan filozof Carl Schmitt’in düşünceleriyle örtüşüyor. Ancak, Schmitt’in teorileri, düşman seçimi ve bu seçimin meşrulaştırılması konusunda eksiklikler taşır.
Daha sonra, Yazar, yapısalcı filozof Leo Strauss’un George W. Bush yönetiminde önemli pozisyonlarda bulunan William Kristol ve Paul Wolfowitz gibi düşünürler üzerindeki etkisini ele alıyor. Bu düşünürler, özellikle Irak Savaşı’nda uygulanan “önleyici savaş” kavramını pazarlamak için felsefi ve ahlaki gerekçeler kullandılar. Amerika’ya muhalif olan devletler, potansiyel düşmanlar olarak sınıflandırıldı ve bu durum, hasımlar, rakipler ve düşmanlar arasındaki ayrımın bulanıklaşmasına neden oldu.
Devletler, belirli tehditlerle başa çıkmak için yürüttükleri askeri operasyonlarda, düşmanlarını yasal kimliklerinden soyutlamayı amaçlayan belirli sıfatlarla etiketlemeye başvururlar. Örneğin, “isyancılar”, “teröristler”, “aşırılıkçılar” veya “vandallar” gibi terimler kullanılır. Bu etiketler, silahlı çatışma sırasında veya esir alındıklarında bu kişilere en az hak tanınarak muamele edilmesini meşrulaştırmak için kullanılır.
Bu bağlamda, işgal altındaki topraklarda işgalci güçlere karşı savaşan sivillerin nasıl muamele göreceğiyle ilgili hukuki bir sorun ortaya çıkar. Bazı durumlarda, bu bireyler suçlu olarak sınıflandırılır ve yerel yasalar veya özel mevzuat kapsamında yargılanır. Hatta uluslararası hukukta tanınmayan yeni hukuki kategoriler icat edilir. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri, uluslararası hukukta bulunmayan “yasa dışı savaşçı” kategorisini icat etti. Bu kategori, Guantanamo Gözaltı Kampı’nda tutulanlar da dahil olmak üzere çok sayıda tutuklunun gözaltına alınmasını ve işkence görmesini meşrulaştırmak için kullanıldı. Örneğin, çocuk yaştaki Omar Khadr, bu kapsamda tutuldu. Bu tür gözaltılar, “terörizm” gibi belirsiz ve net olmayan suçlamalarla veya sadece savaş sırasında bir Amerikan askerinin öldürülmesine katılmak gibi gerekçelerle savunuldu.
Savaş yasalarının tüm taraflara adil bir şekilde uygulandığı fikrini kabul etmek zordur. Gerçekte, bu yasalar genellikle tek taraflıdır ve güçlünün zayıf üzerindeki hakimiyet mantığını yansıtır. Güçlü tarafın askerleri cezalandırılmaktan muaf tutulurken, bu yasaların uygulanması seçici ve sınırlıdır. Hatta bazen, geleneksel olmayan aktörlere de dokunulmazlık tanınır. Örneğin, Irak’ta faaliyet gösteren özel güvenlik şirketleri, bu duruma bir örnektir. Bu, silahlı çatışmalar sırasında adaletin uygulanmasında çarpıcı bir çelişkiyi yansıtır.
Hukuki ve siyasi dallar, düşman kavramını net bir şekilde tanımlamakta başarısız olduğu için, bu kavramı daha derinlemesine anlamak üzere felsefe ve sosyolojiye başvurulmuştur. Düşman, çoğu zaman sosyal bir gereklilik olarak görülür ve aidiyetlerinden bağımsız olarak, grupların kolektif hayal gücünün bir parçası olarak tasvir edilir. “Düşman”, imajı çarpıtılan ve bir tehdit olarak sunulan “öteki”dir. Bu, ona karşı şiddet kullanımını meşru hale getirir. Filozof Jean-François Bayart, “Kimlik Yanılsaması” adlı kitabında, siyasi gerçeklerin basit veya doğrudan olmadığını, bunun yerine toplumlara göre değişen bilişsel, duygusal ve sembolik faktörlere dayanan yorumlara tabi olduğunu belirtir. Dolayısıyla, düşman yaratma, grupları birleştirmek ve ulusal kimliği güçlendirmek için bir mekanizma olarak kullanılır. Düşman, grup yararına feda edilebilen bir varlık haline gelir.
Hindistan ve Pakistan arasındaki ilişki, bunun açık bir örneğidir. Her iki ülkede de çok kimlikli toplumların birliği, karşılıklı düşmanlık üzerine kuruludur. Benzer şekilde, Yunanistan ve Ermenistan’daki politikacılar, iç birliklerini güçlendirmek ve iktidara ulaşmalarını sağlamak için Türkiye’yi geleneksel bir düşman olarak sunar.
Bu analiz, demokrasiler için de geçerlidir. Vatandaşlar, terörizm, gıda güvenliği, nükleer silahlar, organize suç ve hatta hastalıklar gibi tehditlerle ilgili korkuyu artıran siyasi propagandanın kurbanı olurlar. Bu propaganda, sürekli bir endişe hali yaratır ve halkı, ortak bir düşmanla yüzleşme fikrine daha açık hale getirir. Burada medya, edebiyat ve sanat devreye girer. Filmler, diziler ve romanlar, düşmanı varoluşsal bir tehdit olarak gösterirken, ona karşı zafer kazanan kahramanları öne çıkarır.
Dil de düşmana karşı şiddeti meşrulaştırmak için bir araç olarak kullanılır. Şiddet eylemleri, failin kimliğine göre seçici bir şekilde tasvir edilir. Cihatçı gruplar tarafından gerçekleştirilen eylemler “terörizm” olarak adlandırılırken, güçlü devletler tarafından yapılan benzer eylemler “hassas bombalama” olarak tanımlanır. Benzer şekilde, zorla alıkoyma eylemleri de failine göre farklı şekilde adlandırılır: Latin Amerika’da “rehin alma”, İsrail’de “idari gözaltı” ve silahlı gruplar tarafından yapıldığında “kaçırma” olarak nitelendirilir.
Son olarak, politika, düşmanın belirlenmesinde kilit bir rol oynar. Düşmanlar, stratejik çıkarlara göre seçilir veya ertelenir. Örneğin, İran bir tehdit olarak görülse de, nükleer silahlara sahip olan ve aşırılık yanlısı grupları barındıran Pakistan’dan daha az tehlikeli kabul edilir. Ancak Amerika’nın Pakistan ile ittifakı, onu bir düşman değil, müttefik yapar. Benzer şekilde, Suudi Arabistan, sert politikalarına rağmen Batı’nın müttefiki olarak kabul edilir. Bu durum, düşman kavramının nesnel gerçeklerden ziyade siyasi ve sosyal bağlamlara göre şekillendiğini gösterir.
Savaşın Yüceltilmesi
Yazar, savaşın yüceltilmesine dair çeşitli örnekler sunar. Savaşlar ve savaşçılar, anıtlar ve müzeler aracılığıyla kutsanır, hatta soykırımların yaşandığı savaşlar bile anılır. Savaş, dini veya seküler bir şekilde ulusal gurur kaynağı olarak görülür. Örneğin, Fransa, Napolyon’un zaferlerini kutlar, ancak işgal ettiği ülkeler bu kutlamaları reddeder. Bu anılar, zaferler veya yenilgiler olsun, kolektif kimliğin şekillenmesinde rol oynar. Devletler, “Meçhul Asker” anıtlarına resmi ziyaretler düzenler, ancak savaşı lanetleyen veya reddeden heykeller dikmezler, çünkü bu, savaşçıların fedakarlıklarını aşağılamak olarak görülebilir.
Devletler, askeri yenilgileri zamanla destansı hikayelere dönüştürerek meşrulaştırır. Kolektif hafızadan yenilgilerin sorumluluğu silinir ve düşman, kötülüğün sembolü olarak resmedilir. Savaş, yenilgi veya aşağılanmanın ardından bir arınma veya kurtuluş aracı olarak tanımlanabilir. Örneğin, ABD’nin eski başkanlarından Jimmy Carter’ın İran’daki rehine krizini çözmedeki başarısızlığının ardından, bazı Demokratlar Cumhuriyetçilerin saflarına katıldı. Vietnam’daki yenilginin şokunu yaşayan birçok neo-muhafazakar ise askeri harcamaların artırılmasını savundu. Benzer şekilde, Arapların 1967’deki yenilgisi, birçok gencin İslam’a yönelmesine ve “Uyanış Nesli” olarak bilinen bir hareketin doğmasına neden oldu.
Savaşlar genellikle “adalet” şemsiyesi altında meşrulaştırılır. “Özgürleştirme” veya “demokrasi getirme” gibi hedeflerle savunulur. Carl Schmitt, adil bir savaşın, hükümdarların çıkarlarına değil, davasının adaletine dayanması gerektiğini belirtir. Bu, düşmanın meşruiyetini tanımadığı için sınırsız savaşlara kapı açar. Eski İngiltere Başbakanı Tony Blair, Irak’ın işgalini meşrulaştırmak için bu mantığı kullandı ve Saddam Hüseyin rejiminin kitle imha silahlarına sahip olduğunu iddia etti.
ABD’nin Irak savaşı örneğinde, “önleyici savaş” kavramı kullanıldı. Bu kavram, Carl Schmitt ve Leo Strauss’un fikirlerine dayanıyordu ve Irak, bir tehdit oluşturan “haydut devlet” olarak resmedildi. ABD, “akıllı silahlar” ve “sıfır kayıplı savaşlar” fikrini pazarladı. Bu tür önleyici saldırıların tamamen kontrol edilebilir olduğu, sivil kayıpların en aza indirildiği ve askerlerin güvende olduğu iddia edildi. Ancak gerçekte, bu silahlar geleneksel savaş araçları kadar ölümcül olduğunu kanıtladı. Örneğin, Gazze veya Pakistan’da bir “teröristin” evine 500 kg’lık bir bomba atıldığında, evi, mahallesi ve çevresindeki her şey yok edilir ve onlarca sivil hayatını kaybeder. Ancak bu, ABD’nin “gerekli ve kabul edilebilir şiddet” teorisini benimsemesine engel olmaz.
Bu mantık, işkencenin meşru ve kabul edilebilir hale gelmesine de yol açtı. “Terörizm” suçlamasıyla tutuklananlar, ne bir devlet ne de geleneksel askerler olarak görüldüğü için, Cenevre Sözleşmeleri onlara uygulanmadı. Bu kişiler, “yasa dışı savaşçılar” olarak sınıflandırıldı. Ayrıca, gerilla savaşları bu fikirlerle “hibrit” veya “asimetrik” savaşlara dönüştü. Herhangi bir tehdidin yakınlığı, güç kullanımını meşrulaştırmak için bir bahane haline geldi. Medya, bu tehdidin gücünü ve aciliyetini halka ikna etmede kilit bir rol oynadı. Örneğin, Usame bin Ladin ile Saddam Hüseyin arasında bir bağlantı olduğu veya İran’ın 1994, 1996, 2000, 2006, 2011, 2014 ve 2019 yıllarında nükleer bomba elde etmeye yakın olduğu gibi yalanlar pazarlanabildi.
Yazar, “stratejik düşünce kuruluşlarının” düşmanı belirlemede ve onunla başa çıkma senaryoları geliştirmedeki rolünü vurguluyor. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana, özellikle savunma bakanlıklarına hizmet veren bu kuruluşların Batı ülkelerindeki önemi benzeri görülmemiş bir şekilde arttı. Bu kuruluşların görevleri, tehditleri analiz etmek, mekanizmalarını anlamak, kaynaklarını belirlemek ve bunlarla başa çıkma yöntemleri önermektir. İlk stratejik düşünce merkezleri Amerika Birleşik Devletleri’nde ortaya çıktı ve şu anda ABD, 170 ülkede bulunan toplam 5465 stratejik düşünce merkezinin yaklaşık %58’ini (1500’den fazla) bünyesinde barındırıyor. Bu merkezlerin çoğu, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra, yani son otuz yılda kuruldu.
ABD, “Fikir pazarına” yaptığı yatırımlarda açık ara öndedir. 2008 yılında, sekiz önemli stratejik merkezine 561 milyon dolar harcarken, Avrupa kendi merkezlerine 112 milyon dolar harcadı. ABD’deki bu merkezlerde çalışan araştırmacı sayısı, Avrupa’daki meslektaşlarını geride bırakıyor. Örneğin, sadece “RAND Corporation” bünyesindeki araştırmacı sayısı, tüm Avrupa merkezlerindeki araştırmacıların toplamından fazladır. Ancak RAND’ın bütçesi, ABD Savunma Bakanlığı’na bağlı olan ve yıllık yaklaşık 1,3 milyar dolar fon alan “MITRE” gibi diğer merkezlerden daha düşüktür. Bununla birlikte, bu merkezler genellikle inceledikleri bölgelerdeki entelektüel ve kültürel akımları derinlemesine anlamadan belirli konulara odaklanır, bu da kararlarında önyargıya yol açar.
Öte yandan, otoriter rejimler liderin veya iktidar partisinin görüşüne bel bağlar. Gerçeği eleştirmeye veya derinlemesine analiz etmeye çalışan entelektüeller marjinalleştirilir. Bu durum, resmi söylemlerin tekrarına yol açar ve “öteki”nin gerçek anlamda anlaşılmasını engeller. Bu, güç pozisyonundan düşünen ve başkalarının sorunlarını dikkate almayan Batı için de geçerlidir; aynı şekilde, eleştirel analiz yapmadan yalnızca liderin vizyonunu tekrarlayan rejimler için de.
kamuoyunu korku pazarına dönüştürme
Kamuoyunu yönlendirme konusunda, stratejik merkezler fikir üretme ve yaymada kilit bir rol oynar. İstihbarat tarafından toplanan bilgilerin analiz edilmesinden, belirli düşmanları hedef almak için bilgi sızdırmaya (örneğin, Sovyetlere karşı Afgan direnişini destekleme) ve hatta darbeleri desteklemeye kadar (örneğin, CIA’nin dünya çapında 50 darbeye karıştığı iddia edilir) geniş bir yelpazede faaliyet gösterirler. Ayrıca, yazarlar, analistler ve medya mensupları, mitolojik veya ideolojik anlatılar aracılığıyla kamuoyunu şekillendirir. Bu, gazetecilik ve sinema için bol malzeme sağlar ve “korku pazarına” yatırım yaparak halkın “düşmandan” gelen tehditlere inanmaya hazır hale gelmesini kolaylaştırır.
Kışkırtma sanatı, bir dizi stratejiye dayanır. İlk strateji, “her şeyin stratejik olduğunu” vurgulamaktır. Burada, “satranç tahtası” veya “domino taşları” gibi bilimsel terimler kullanılarak düşmanın tehlikesi kanıtlanmaya çalışılır. İkinci strateji ise “her şeyin bir risk olduğu” fikrine odaklanmaktır. Tehditlere karşı herhangi bir gecikme, ulusal güvenlik için bir risk olarak sunulur ve bu da önleyici savaşları meşrulaştırır. Ancak, bu tahminler genellikle abartılıdır. Örneğin, 1960’larda bazı çevreler 2000 yılına kadar nükleer silaha sahip ülke sayısının 25’e ulaşacağını öngörmüştü, ancak gerçekte bu sayı dokuzu geçmedi.
Son olarak, “ikiyüzlülük” kışkırtmanın en önemli stratejilerinden biridir. Bu stratejide, aşırılık yanlısı bir devlet müttefik olarak kabul edilirken, başka bir devletin kendi düşmanıyla ilişkisi küresel güvenlik için bir tehdit olarak sunulur. Aynı şekilde, demokrasi, istenmeyen bir rakibi iktidara getirdiğinde bir tehdit olarak resmedilirken, kalıtsal diktatörlükler istikrarı koruma gerekçesiyle meşrulaştırılır. NATO, Sovyetler Birliği’nin ve Varşova Paktı’nın çöküşüne rağmen, belirli bir düşman olmadan varlığını sürdürür. Bu, ittifakların hedeflerine ulaşmak için düşman yaratmaya ne kadar bağımlı olduğunu gösterir.
Yazar, savaşın bağlamına ve doğasına göre düşman yaratmanın farklı sınıflandırmalarını sunuyor. Koşullara ve hedeflere bağlı olarak uygun olanın seçilmesini sağlayan söz konusu sınıflandırmalar şunları içerir:
- Yakın Düşman: Bu, sınır anlaşmazlıkları veya toprak talepleri nedeniyle çatışılan komşulardır. Burada “toprak” çatışmanın merkezinde yer alır ve savaş, mülkiyeti zorla ele geçirmenin bir aracı haline gelir.
- Küresel Hasım veya Gezegendeki Rakip: Burada düşman, küresel nüfuz için rekabet eden bir devlet veya oluşumdur. Soğuk Savaş döneminde veya sömürgeci devletler arasındaki rekabette olduğu gibi. Savaşın amacı, güç gösterisi yapmak ve nüfuz alanlarını kontrol altına almaktır.
- Yakın Düşman: Bu sınıflandırma, iç savaşlara işaret eder. Düşman, toplumun kendisinin bir parçasıdır. Önceki bir arada yaşama durumuna rağmen, ilişkiler “öldürmeden önce öldür” mantığına dayanan kanlı bir çatışmaya dönüşür. Bu, “şizofrenik arındırma” olarak bilinen bir süreçtir.
- Vahşi Düşman: Bu, işgalcinin işgal ettiği halka yönelik algısıdır. İşgal edilen halk, “geri kalmış” ve yalnızca güç dilini anlayan bir topluluk olarak resmedilir. Baskı, burada “barışı sağlamak” için bir araç olarak meşrulaştırılır.
- Gizli Düşman: Bu sınıflandırmada düşman, “komplo teorisi” temelinde tanımlanır. Gizli bir tehdit olarak görülür ve kanlı bir yüzleşme gerektirir. Savaş, genellikle paranoyak bir korkunun organize şiddete dönüşmesinin sonucudur.
- İyiliğin Kötülüğe Karşı Kavaşı: Bu sınıflandırmada, savaş iyilik ile kötülük arasında bir mücadele olarak sunulur. Düşman, kovulması veya yok edilmesi gereken bir şeytan olarak resmedilir. Bu tür savaşlar yalnızca dini çatışmalarla sınırlı değildir; aynı zamanda “öteki”nin tehdidini ortadan kaldırmayı amaçlayan totaliter ideolojileri de kapsar.
- Hayali bir Düşmana Karşı Önleyici Savaş: Burada, gelecekte bir tehdit oluşturabileceği düşünülen bir düşmana karşı önleyici bir savaş başlatılır. Bu düşman, askeri açıdan daha zayıf olsa bile, “teröre karşı savaş” örneğinde olduğu gibi, kitle imha silahlarının yayılması korkusuyla meşrulaştırılır.
- Medyatik Düşman: Bu model, Soğuk Savaş sonrasında belirgin hale geldi. Burada, düşmanın imajını şekillendirmede metinden çok görsel öğeler ön plana çıkar. Bu tür düşmanlar, stratejik düşünce merkezlerine ihtiyaç duyulmadan, entelektüeller, medya mensupları ve insani yardım çalışanları tarafından belirlenir.
Bu sınıflandırmalar, düşman imajının sınır anlaşmazlıkları, ideolojik çatışmalar veya medya manipülasyonu gibi farklı bağlamlara göre nasıl şekillendirildiğini gösterir. Bu, şiddet ve savaşın belirli hedeflere ulaşmak için meşru araçlar olarak kullanılmasını meşrulaştırır.
Düşman inşa etme süreci, sosyal ve siyasi faktörlerin iç içe geçtiği karmaşık bir süreçtir. Bu süreçte, siyasi ve kültürel elitler, düşman imajını şekillendirme ve savaşı meşrulaştırmada kilit bir rol oynar. İlginç bir şekilde, diktatörlük rejimler komşularına karşı mutlaka düşmanca niyetler taşımazken, bazı demokratik devletler, barışçıl ve eşitlikçi olduklarını iddia etseler bile, gelecekteki emellerini nüfuzlarını genişletme ve savaşa hazırlık üzerine kurabilirler.
Yazar, düşman yaratmanın gelecekte de büyük bir sektör olarak kalacağını düşünse de, savaşın kaçınılmaz bir kader olmadığına inanıyor. Savaş, insan davranışının bir ürünüdür ve çatışmaların tırmanmasını önlemek için daha fazla çaba gösterilerek kontrol edilebilir. Savaşa girmekte acele etmek yerine, çatışmaların nedenlerini önceden tahmin etmek ve şiddetini azaltmak için çalışılabilir.
Öte yandan, politikacılar, yetkililer ve düşünürler, düşmanlıkları çözmede kritik bir rol oynayabilir. Nelson Mandela’nın Güney Afrika’da yaptığı gibi; Mandela, Apartheid rejiminin liderlerinden intikam almak yerine, hoşgörüyü ve tanımayı tercih etti. Bu örnek, tanıma ve affetme girişimlerinin intikam motivasyonlarını azaltabileceğini ve barışı güçlendirebileceğini gösterir.
Yazar, kitabını şu önemli mesajla bitiriyor; “Bu kitap barış çağrısı yapmıyor, ancak düşman yaratma mekanizmalarını ortaya çıkarmanın, çatışmaların nedenlerini önceden tahmin etmeye ve azaltmaya yardımcı olabileceği düşünülebilir”.