Doğu’dan Gelen Yeni Haber

Habermas eleştirel düşünce geleneğinin son temsilcilerinden. Bu yazı serisinin ilk 3 yazısı aslında onun özelinde eleştirel düşünce geleneğinin bugün inşa edilmiş siyasal sistemi koruma içgüdüsünü tartışmaya çalıştı. Son yazının ilk 3 yazıdan farklı olarak teorik olana odaklanmaması aslında yeni durumun yarattığı travmanın da bir karşılığıdır. Batılı akademinin de büyük oranda tıpkı siyasal figürler gibi sınıfta kalması birçok kavramın artık anlamsızlaşmasına neden oldu denilebilir. Bu önümüzdeki dönemde tüm dünyada disiplinler için uzun zamandır konuşulan krizin ciddi sonuçlarla kalması anlamına gelecektir.
Haziran 4, 2025
image_print

Habermas Neden İsrail’in Yanında – 4

 

Bu yazı serisi Habermas özelinde Batı dünyasının neden İsrail’in yanında olduğunu veya olmak zorunda kaldığını anlamaya çalıştı. Dünyanın uzun süredir kendini konumlandırdığı çatışma saikleri önce çeşitli medeniyetlerin sonra farklı coğrafyalardaki ülkelerin şimdi inanç merkezli kültürlerin çatışması üzerinden şekilleniyor. ‘Batı ve Doğu’ ayrıştırması bu anlamda hiçbir zaman bölgesel bir isimlendirme olmadı. Modernleşme ve onun ekseninde “icat” edilen gelenek, geleneğin yarattığı postmodernite ve bugün postkolonyal dünya bir ayrışmayı hatta o ayrışmayı sistematik hale getiren sistemi her an yeniden inşa ediyor. 2. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan sol 1929 büyük buhran ertesinde dünyayı kasıp kavuran ve kendine kapitalizmi kalkan yapan dünyaya karşı en büyük meydan okumaydı. 1980’lere kadar giden bu meydan okuma kapitalizmin neo-liberal teori gölgesinde zaferi ile sonuçlandı denilebilir. Fakat İslam dünyasının özellikle göçle başlayan süreci 80 sonrası kapitalizm için yeni bir düşman figürü üretecekti: Müslümanlar. Müslümanların ahlaki ilke ve nosyanlarını siyasal bir sistem olarak (İslamcılık) dünyaya tebliğ etme kaygısı yukarıda bahsedilen ayrışmaya yeni bir cephe katmıştı. Ezilen “öteki” halkların yeni cephesi olan İslam hem sosyal hem siyasal bir söylem olarak dünyada karşılık buluyordu. 1979 İran devrimi ile dikkatleri üzerine çekmişti ama tabanda çeşitli sosyal örgütlenme biçimleri ile zaten Ortadoğu başta olmak üzere günlük yaşamı kuşatıyordu.

İslamcılık en somut ve bilinen haliyle İhvan tecrübesini ortaya çıkarmıştı. Fakat her şehir, kasaba ve köyde bağımsız yerel örgütlenmeler İslam’ın ahlaki ufkunu çeşitli siyasal perspektifler ile topluma sunuyordu. Müslümanların modernleşme tecrübesinde yaşadığı problemlerin toplumsal hafızada bıraktığı iz bu söylemlerin tabanda karşılık bulmasını kolaylaştırdı denilebilir. Türkiye’de radikal bir modernleşme hamlesi olarak Cumhuriyet/laiklik/kemalizm sadece burayla sınırlı değildi. Neredeyse benzer tecrübeler birçok İslam ülkesinde yaşanmıştı. Toplumun kültürel dini yapısı ile çatışmacı bu yaklaşımlar Müslümanlardan oluşan örgütlü yapıların belki de tahmin ettiklerinden çok daha hızlı ve etkili şekilde kısa sürede tüm coğrafyalara yayılmasına neden oldu. Göçle Avrupa’ya giden Müslüman Afrikalı veya Asyalı gençlerin atalarının intikamını alma güdüleri daha da tetiklendi. Cezayir ve Libya katliamları daha yakın zamanda Afganistan ve Irak tecrübeleri hem kültürel ayrışmayı hem de sosyal çatışmayı daha hızlandırdı. İsrail ise tüm bu çatışmaların sembolik merkezi olma potansiyelini elinde bulunduruyor. İslam dünyasının batı karşısında ayağa kalkmaya çalıştığı bir dönemde bir bomba gibi getirilip kaynayan bu coğrafyanın manevi kalbine yerleştirildi. Kudüs sadece manevi bir sembolizme işaret etmiyor. Filistin aynı zamanda hem Akdeniz’in kapısı hem de tüm coğrafyaya sirayet edebilmenin anahtarıdır. İşte bu açıdan İsrail projesi Müslüman dünyanın ayağa kalkma motivasyonunun da karşısına dikilmiş bir hamledir denilebilir. Son 80 yıllık hikâyede İslam dünyasındaki tüm ahlaki ve siyasi söylemler karşısında bir operasyonel birim olarak İsrail batılı politikaların ve projelerin uygulayıcısı olmuştur. Hatta daha öteye giderek Müslümanların dünya genelinde karizmasını ortadan kaldıracak hamlelerin de hamiliğini yapmıştır.

7 Ekim’de Gazze halkının açlık ve sefalet içinde ölmesine karşı yapılan eylem sadece Filistin halkının savunma hareketi olarak görülemez. Tüm bu tarihsel sürecin zaman zaman farklı noktalarda açığa çıkan bir kırılma noktası olarak okunabilir. Çünkü uzun zaman sonra ilk defa kendi halkıyla değil de tüm bu hikayede önce modernleşmeyi sonra kapitalizmi temsil eden sistemin temsilcileri ile bir çatışmanın fitili ateşlendi. İŞİD gibi aynı anda hem Müslüman hem de farklı din ve inançtan olsun kendi halkıyla savaşan yapıların yarattığı travmatik hal tüm dünyada Müslümanlara karşı yükselen öfkenin bir anlamda faili idi. Bu anlamda yukarıda bahsedilen İsrail’in ‘hami’lik yaptığı bu yapıların üzerinde şaibe bulutu İslam dünyasında hiçbir zaman kalkmayacaktır. Uzun yıllardır hem teorik hem de pratik olarak saha da ezilen toplumların ayağa kalkmasını organize eden Müslümanlardan oluşan örgütlü yapıların emeklerini bir çırpıda boşa çıkaran bu söylem ve eylem tarzı Ortadoğu’nun işgaline bahane arayan emperyalizme de altın tepside gerekçe sunmuştur.

7 Ekim sonrası Gazze’de yaşanan soykırıma karşı vicdanlı insanların tüm dünyada dile getirdiği protestolar demokrasi ve insan haklarını bir değer olarak merkeze aldığını iddia eden ülkelerin politika yapıcılarında karşılık bulmadı. Üstelik çoğu ülke lideri aldığı büyük tepkilere rağmen belki de koltuğunu kaybetme riskini de göze alarak İsrail’i savunmaya devam etti. Çeşitli komplo teorileri sıralamak elbette mümkün. Fakat komploculuğun ötesinde projektörü son 100 yıldır inşa edilmeye çalışılan ekonomik, siyasal, sosyal sistem ve onun rasyonel sonuçları üzerine tuttuğumuzda bir hakikatle karşılaşma ihtimalimiz güçleniyor. 1980 sonrası dünyada çeşitli örneklerini gördüğümüz sosyal hayatın içindeki dinamik “öteki” kimliğinin batıda yaratacağı travma tüm bu sistemin dağılma tehlikesini de beraberinde getiriyor. İsrail karşısında galip bir Filistin kimliğinin sadece Filistinlileri temsil etmeyeceği öte yandan mağlup İsrail’li kimliğinin de sadece İsrail halkıyla sınırlı kalmayacağı gerçeği ile yüz yüzeyiz. “Batılı beyaz” Amerika’da yerlileri katlettiğinden bugüne içinde küçük yenilgi kırıntıları olan büyük zaferlerin hikayesi ile yoluna devam ediyor. Üstelik tüm kültürel ya da sanatsal (sinema, akademi, edebiyat, tarih anlatımı vs.) öğeler de bu zaferin hikayesini tüm dünyaya duyurmak için üstün bir gayret içinde. Batı sadece ekonominin merkezinde olarak ayakta kalmayacağı gerçeğini geçmişin izlerinde gördüğü için dünya tarihini de yeniden yazdı hatta ‘icat’ etti. Bu yeni tarih “şanlı” doğunun yenilgisine ve demokratik sistemin mutlak zaferine odaklanıyordu. Hatta tarihin sonu tezi ile insanlığın siyasal sistem arayışının sonlandığını duyurarak aslında sosyal olanın da sınırlarını çizmişti. Çünkü sosyal hayatı dizayn etmek siyasal sistemin en temel kazanımlarından biriydi. Sosyal örgütlenme biçimleri ile toplumsal yapıda siyasal görünürlük elde eden önce Sol sonra İslamcı yapıların da böylece tasfiyesi/yenilgisi hızlanacaktı.

Sonuç

Habermas eleştirel düşünce geleneğinin son temsilcilerinden. Bu yazı serisinin ilk 3 yazısı aslında onun özelinde eleştirel düşünce geleneğinin bugün inşa edilmiş siyasal sistemi koruma içgüdüsünü tartışmaya çalıştı. Son yazının ilk 3 yazıdan farklı olarak teorik olana odaklanmaması aslında yeni durumun yarattığı travmanın da bir karşılığıdır. Batılı akademinin de büyük oranda tıpkı siyasal figürler gibi sınıfta kalması birçok kavramın artık anlamsızlaşmasına neden oldu denilebilir. Bu önümüzdeki dönemde tüm dünyada disiplinler için uzun zamandır konuşulan krizin ciddi sonuçlarla kalması anlamına gelecektir. Bilginin ahlaki olarak toplumların veya bireylerin sistem ya da devletler karşısında güçlü kalmasını sağlayacak bir görevi olduğunu söylememiz gerekiyor. Haliyle İsrail karşısında soykırıma uğrayan bir halkın savunusunu yapmak yerine küresel sistemin yanında yer almak akademiye olan güvenin kaybına neden olmakta.

Tüm bu tartışmalar yeknesak bir doğu ya da batı fikri olduğunu göstermez. Kültürel bir gerilim ya da daha büyük olarak varoluş savaşı bireyleri ve toplumları aşan ama aynı zamanda onları kapsayan bir mekanizmaya sahiptir. Bu anlamıyla batı-doğu ikilemi üzerinden meseleyi tanımlamak bir probleme işaret ediyor. Yaklaşık 200 yıldır inşa edilmeye çalışılan, son dönemeçte batı ya da doğu fark etmeksizin tüm devletlerin elde etmeye çalıştığı güç arzusu eleştiriye tabi tutulan sistemi dinamize etmeye devam ediyor. Vicdanlı bireylerin coğrafi ve kültürel uzaklıklara rağmen bir araya gelerek veya gelmeyerek inşa ettiği toplum modeli bu anlamda “batı-doğu” fikrini aşıp küresel sistemi zora sokuyor. Bu durum tüm dünyadaki devlet yöneticilerinin istediği bir durum değil. Çünkü ulusal çıkarların ötesinde bir insani savunma biçimi İsrail’in karşısında Gazze’nin yanında konumlanıyor. Öte yandan “ulusal çıkar” söylemi bugün ki devlet sistemini inşa eden yapının bir parçası olarak İsrail’in varlığını icbar ediyor. Son söz olarak İsrail’in karşısında Filistin halkının yanında olmak bu yazıya konu olan küresel sistemin sistemin dışında olmak açısından tarihsel bir kırılma noktası olarak görünmelidir.

M. Mücahid Sağman

Sosyoloji Doktora öğrencisidir. Çeşitli Sivil Toplum Kuruluşlarında aktif görevlerde bulundu. Bir süre editörlük görevi yürüttü. Evli ve 2 çocuk babasıdır.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.