Batı medyasının, Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Irak işgalinden günümüze dek çeşitli çatışmalarda takındığı tavır, özellikle Ortadoğu bağlamında derinlemesine tartışılmayı hak eden bir olgudur. Irak’ın 2003’teki işgal sürecinden başlayarak Batılı basın kuruluşlarının, hükümetlerin müdahaleci politikalarını meşrulaştıracak şekilde yayın yaptıkları yönündeki eleştiriler, yıllar içerisinde giderek artmıştır. Aradan yirmi yılı aşkın zaman geçmesine karşın, aynı tür manipülasyon ve tek taraflı bilgilendirme modelinin, bugün özellikle Gazze’de yaşanan çatışma ve insani kriz bağlamında tekrar vuku bulduğu görülmektedir. Dahası, bu çarpıtılmış haber dili ile çatışmanın taraflarından biri, çoğunlukla “meşru müdafaa” hakkı üzerinden aklanmaya çalışılırken, Filistin tarafı ise “kriminalize” edilmekte veya “terör tehdidi” gibi basit kalıplara hapsedilmektedir. ABD’de olduğu gibi Birleşik Krallık’ta da hükümetin dış politikaları doğrultusunda, önde gelen medya kuruluşlarının (BBC, Sky News, The Times vb.) yaygın şekilde İsrail söylemini güçlendirdiği ve kamuoyunun gerçekleri olduğu gibi görmesini engellediği yönünde eleştiriler artış göstermektedir.
Irak’tan Gazze’ye Batı Medyasının Düşmanlaştırıcı Dili
2003’teki Irak işgalinden önce ABD yönetimi tarafından kamuoyuna sunulan “kitle imha silahları” argümanının büyük medya organları tarafından sorgulanmaksızın geniş çapta yayılması, aslında bugünkü medya krizinin tarihsel bir kırılma noktasıdır. Araştırmalar daha sonra bu iddiaların asılsız olduğunu gösterse de başta The New York Times, BBC gibi kuruluşlar, dönemin politik söylemini eleştirel bir süzgeçten geçirmeden aktarmışlardır. Irak örneğindeki bu deneyim, Batı medyasının resmi hükümet politikalarını çoğunlukla “milli güvenlik” vurgusuyla desteklediğine dair güçlü bir kanıt sunmuş ve gazetecilik meslek etiğine dair soru işaretlerini derinleştirmiştir.
Aynı eğilim, 2023 Ekim’inden bu yana Gazze’de yaşanan insanlık dramında da gözlemlenmektedir. İçinde bulunduğumuz süreçte, İsrail’in Gazze’ye uyguladığı katı abluka, uluslararası hukuk nezdinde sorgulanması gereken kolektif cezalandırma boyutuna varan eylemlerle eleştirilirken, Batı basını çoğunlukla İsrail kaynaklı açıklamalara dayalı haberler yapmaktadır. Pek çok rapora göre Birleşmiş Milletler uzmanları ile uluslararası insan hakları örgütleri, Gazze’de “etnik temizlik” ve hatta “soykırıma varan” uygulamaların yaşanabileceğine işaret ederken, bu uyarılar, önde gelen medya kuruluşlarında ya görünmez kılınmakta ya da “Hamas iddiası” gibi cümlelerle çarpıtılarak veya küçümsenerek aktarılmaktadır. Dahası, sahadaki Filistinli gazetecilerin paylaştığı veriler ya yok sayılmakta ya da “Hamas kontrolündeki kaynaklar” önsözüyle itibarsızlaştırılmaktadır. Bu yaklaşım, Irak işgalinde benimsedikleri “tek taraflı yayın politikası”nın neredeyse bir devamı gibi görünmektedir.
İngiltere’nin İsrail Yanlısı Siyaseti ve Askeri Casusluk Faaliyetleri
Birleşik Krallık’ın dış politikası incelendiğinde, Londra yönetiminin İsrail ile yakın iş birliği içinde olduğu birçok olayla teyit edilmiştir. Declassified UK tarafından yayımlanan ve sızan istihbarat bilgilerine dayanan haberlere göre, İngiltere Kraliyet Hava Kuvvetleri, Gazze yakınlarında çeşitli gözetleme uçuşları gerçekleştirmekte ve elde edilen istihbaratı büyük olasılıkla İsrail ordusu ile paylaşmaktadır. Özellikle esir takası günlerinde yoğunlaşan bu uçuşların, İsrail’in militan grupların konumunu veya ateşkes sırasında hangi noktaların hedef alınabileceğini belirlemesi için İngiltere’den istihbarat desteği alıyor olabileceğine dair endişeler bulunmaktadır.
Bu endişeler, Kıbrıs’ta bulunan İngiltere’ye ait Akrotiri üssünden kalkan casus uçakların uçuş kayıtları ile pekişmektedir. İngiliz yetkililer her ne kadar “Bu uçuşlar sadece rehine kurtarma operasyonları için bilgi topluyor” iddiasında bulunsalar da Declassified UK’nin incelediği veriler, Gazze üzerinde insansız hava araçları ya da gözetleme uçaklarıyla yapılan uçuşların, rehine salınma günleriyle bire bir çakıştığına işaret etmektedir. Bunun ateşkes koşullarına aykırı olduğu ve İngiliz hükümetinin, gerçekte İsrail lehine istihbarat toplama faaliyetlerine giriştiği iddiaları, bölgedeki sivil toplum örgütleri ve insan hakları aktivistleri arasında ciddi kaygılar uyandırmaktadır.
İngiltere’nin Ukrayna’da da Barışı Değil Savaşı Seçme Eğilimi
Benzer şekilde, Birleşik Krallık’ın uluslararası krizlerde barış müzakerelerine değil, çatışmanın uzamasına meyleden tutumu Ukrayna özelinde de gözlemlenmiştir. Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesinin hemen ardından 2022 bahar aylarında Türkiye’nin arabuluculuğunda sürdürülen barış görüşmeleri, Batılı devletlerin aktif veya örtülü baskılarıyla kesintiye uğramış görünmektedir. Örneğin dönemin Birleşik Krallık Başbakanı Boris Johnson’ın Kiev’e sürpriz ziyareti sırasında, Ukrayna yönetimini “Rusya’yla uzlaşı” yerine “savaşmaya devam” yönünde teşvik ettiği pek çok kaynakta yer almıştır. Bu, sadece bölgesel bir çatışmayı daha kanlı hale getirmekle kalmamış, aynı zamanda küresel istikrarsızlığı da artırmıştır.
Gerek sağ eğilimli gerek “liberal” çizgide olduğu iddia edilen İngiliz basın organları, İngiltere’nin Ukrayna’ya sağladığı askeri yardımları büyük bir “destan” diliyle aktarmakta ve Ukrayna’daki müzakere ihtimallerini çoğunlukla “zayıflık göstergesi” olarak sunmaktadır. Yine Declassified UK’nin incelemelerine göre, İngiliz istihbarat servisleri, uzun yıllar Ukrayna’nın Rusya karşıtı askeri kapasitesini güçlendirmek ve potansiyel bir çatışmaya hazırlamak için sistematik çalışmalar yürütmüştür. Bu arka plan, Kiev’in barış görüşmelerine yaklaşmasını engelleyen faktörler arasında değerlendirilirken, İngiliz basını savaş yanlısı söylemi destekleyerek, çatışmayı sonlandırabilecek her türlü diplomatik seçeneği itibarsızlaştırmaya katkı sağlamaktadır.
İngiliz Medyasının İsrail Yanlısı Duruş Örnekleri
İngiltere’nin Ortadoğu ve Doğu Avrupa politikasına paralel biçimde, önde gelen medya kuruluşları da genellikle resmi çizgiyi onaylayan, hatta onu güçlendiren bir yayın politikası izlemektedir. Özellikle Gazze ile ilgili haberlere bakıldığında, Times, Guardian, BBC ve SkyNews gibi kuruluşlarda gazeteci ve editörlerin, İsrail kaynaklı bilgileri teyit etmeksizin aktardıklarına dair tanıklıklar mevcuttur. Declassified UK’nin özel röportaj yaptığı BBC, Sky, ITN, Guardian ve Times bünyesindeki altı gazetecinin aktardıkları, bu medya organlarında yaşanan “iç denetim” mekanizmalarının, İsrail aleyhine olan haberleri yumuşatmak üzere çalıştığını göstermektedir.
Örneğin Guardian bünyesinde çalışan bir gazetecinin aktardığına göre, iç işleyişte “Hamas-run health ministry” (Hamas kontrolündeki sağlık bakanlığı) gibi ibareler kullanılmakta ve İsrail’in saldırıları sonucunda ölen sivillerin sayısına dair veriler, “Hamas’a bağlı kaynaklardan geliyor” gibi uyarılarla sorgulanmaktadır. Oysa Uluslararası Af Örgütü ve Birleşmiş Milletler gibi kurumlar, Filistin Sağlık Bakanlığı’nın sunduğu verilerin büyük ölçüde güvenilir ve doğrulanabilir olduğunu, hatta gerçek ölüm rakamlarının resmî açıklamalardan daha yüksek seyrettiğini işaret etmektedir.
BBC tarafına bakıldığında ise “bağımsız kamu yayıncılığı” iddiasının altı, sahada çalışan muhabirlerin ifadelerine göre oldukça boş kalmaktadır. BBC yönetiminin, Gazze’de İsrail’in yaptıklarını “soykırım” olarak niteleyen uzman veya tanık görüşlerine yayında yer vermemeyi tercih ettiği veya bu tür ifadeleri hızla kesintiye uğrattığı dile getirilmektedir. Keza, haber başlıklarının “İsrail, Gazze’yi bombaladı” yerine “Gazze’de patlama, ölümler yaşandı” gibi edilgen bir dilde sunulması, hedef göstermenin sorumluluğunu muğlaklaştırmaktadır. Yine İsrail konuklarının sert sorularla karşılaşmaması, Filistinli konukların ise sürekli olarak kesintiye uğratılması, BBC’nin “iki taraflı eşit mesafe” iddiasına gölge düşüren pratiklerdendir.
Sky News’de çalışan bir muhabirin anlattıklarına göreyse, İsrail ordusunun beyanları büyük oranda sorgulanmadan “doğru” kabul edilmektedir. Filistin kaynaklı bilgi veya görsel materyallere ise hemen daima şüpheyle yaklaşılmakta ve “İsrail ordusunun teyidi bekleniyor” gibi ifadelerle haber ertelenmekte veya güvencesiz bırakılmaktadır. Ayrıca, stüdyo tartışmalarında İsrail aleyhine güçlü argümanlar sunmak isteyen uzmanların veya konukların sözlerinin kesintiye uğratıldığı, hatta bu duruşta ısrar eden muhabir ve editörlerin “zor” veya “sorunlu” personel olarak etiketlendiği iddiaları, yukarıda bahsi geçen iç tanıklıklarda yer almaktadır.
Sonuç
Batı medyasının Irak’tan Gazze’ye, hatta Ukrayna’daki savaşın bileşenlerine kadar uzanan süreçte gerek hükümetlerin gerekse Batı blokunun genel siyasi çıkarlarını gözeten bir yayın çizgisinde kalmayı tercih ettiği görülmektedir. Örneğin, Irak işgalindeki “toplumsal korku üretme” ve “silahlı müdahaleyi haklı çıkarma” yaklaşımı, bugün Gazze’de İsrail’in eylemlerini meşrulaştırma ve Filistin meselesini “terörle mücadele” kalıbına sığdırma şeklinde sürmektedir. Birleşik Krallık özelinde ele alındığında, hükümetin İsrail’le artan askeri ve istihbarat iş birliği, Ukrayna’da barış görüşmelerini engelleyen tutumlarıyla paralellik göstermekte ve bu çizgi medyadaki içeriklere de yansımaktadır.
BBC, Sky, Times ve Guardian gibi “kurumsal” veya “ana akım” sayılan medya organlarının kendi muhabirleri dahi, haber merkezlerinde var olan İsrail yanlısı tutumun mesleki etik ve insani açıdan ciddi sakıncalar yarattığını belirtmektedir. Bunlar arasında Filistinlilerin yaşadığı trajedinin insani boyutunun göz ardı edilmesi, Gazze’de sivillere yönelik uluslararası hukuka aykırı eylemlerin eksik veya çarpıtılmış şekilde sunulması, İsrail’in resmi söyleminin teyitsiz biçimde aktarılması ve Filistin tarafının “güvenilmez” kaynaklar şeklinde etiketlenmesi öne çıkmaktadır.
Tüm bu bulgular, Batı medyasının “nesnellik” ve “bağımsızlık” iddiasını, özellikle İngiltere örneğinde, sorgulamayı gerekli kılmaktadır. Toplumsal bilincin inşasında medya hayati bir rol oynar ve bu rolün güç sahiplerinin söylemlerine teslim olması, hem çatışmaların barışçıl şekilde çözümünü engellemekte hem de demokrasinin temel dayanağı olan “doğru bilgilendirme” hakkını gölgelemektedir. Dolayısıyla, Irak işgalinden bu yana değişmeyen bu tek taraflı yayın çizgisinin, Filistin-İsrail meselesinde dahi sürdürülüyor olması, batılı medya organlarında içkin yapısal sorunlara işaret etmektedir. İngiltere medyasının sorumluluğu ise özellikle ağırdır; çünkü dünyanın en köklü basın kuruluşlarından bazılarına ev sahipliği yapan bu ülke, habercilik etiğini korumak yerine büyük ölçüde siyasi çıkarların ve savunma endüstrisinin ajandasına hizmet eden bir çerçevede hareket etmektedir.
Sonuç itibariyle, gerek Birleşik Krallık’ın dış politikada İsrail ve Ukrayna örneklerinde “barış yerine savaş” seçtiğine dair kanıtlar, gerekse ülkedeki saygın medya kuruluşlarının tek taraflı İsrail yanlısı tutumu hem demokrasi ilkeleri hem de insan hakları değerleri açısından ciddi soru işaretleri uyandırmaktadır. Bu tablo, yalnızca bölgedeki çatışmaların tırmanmasına zemin hazırlamakla kalmamakta, aynı zamanda kamuoyunun “gerçeğe dayalı bilgiye erişim” hakkını zedeleyerek, barışçıl çözümlerin önünü kesmektedir.