Devlete Nasıl Bakmalı?

Devleti olumlayan bir siyaset felsefesine sahip olan bakışımızla, devleti mutlaklaştıran ve her türlü eleştiriden muaf tutan etatist ve faşizan görüşleri karıştırmamak gerekir. Toplumla devlet arasındaki organik ilişkiyi ortadan kaldırarak, toplumu tamamen devletin hizmetine veren etatizmin bizim devleti her zaman toplumdan ve toplumsal dinamiklerden giderek açıklamaya çalışan organikçi bakışımızla bir alakası yoktur. Liberal ve radikal demokrat bakış açıları ise, özellikle bireysel özgürlükler ve demokrasi açısından oldukça donanımlı bir eleştiri sunabilseler de, devletin neliğine ve niteliğine ilişkin olguyu hiç açıklayıcı olamayacaklardır.
Mart 22, 2025
image_print

Devletin ne olduğu ve kökenleri sorusu, onun türleri, tarihsel ve toplumsal formasyonlarla bağlantıları konusunda ortaya konan birçok ampirik bilgiye ve onca tartışmaya rağmen bir türlü çözüme kavuşturulamamıştır. Kavuş(a)maz, çünkü bu soru, birçok bilim dalını ilgilendirdiği kadar doğrudan doğruya felsefi bir sorudur; yani cevabı, hayat içindeki mücadelelerde nerede tavır alındığına bağlıdır. Aldığınız felsefi tavır, sorunuzun cevabının kalitesini de belirleyecektir. Bizim devlet konusundaki felsefi tavrımız, büyük ölçüde Hegel’in bakışına benzemektedir ve ondan yararlanılarak oluşturulmuştur. Bu nedenle öncelikle Hegel’in felsefesinde devletin tuttuğu yeri özetlemeye çalışacağız[1].

Hegel, Huntington’un siyasi mücadeleler tarihinde gördüklerini çok önceden tarihte ve düşüncede görmüş, batı ve Hıristiyanlık adına bir sistemli tarih felsefesi kurmaya girişmiştir. Hegel, batı tarihinin temel temalarına sahip çıkan sistemli, modern bir felsefe kurma konusundaki çabalarında fevkalade başarılıdır; o kadar başarılıdır ki, modernliğin karakteristiğini oluşturan bireyin kendini mutlak referans olarak alması ve kendi üzerine düşünmesi, onda tarihten felsefeye, sanattan dine, insanın ve tüm evrenin anlamını açıklığa kavuşturabilecek bir yetkinliğe ulaşmıştır.

Hegel yalnızca devlet felsefesiyle çekmemektedir dikkatimizi. Hegel’in modern Hıristiyan Batı’nın temsilci filozofu olma başarısının arkasında, modernleşme trenine en son atlayan bir devletin vatandaşı olması gerçeği bulunmaktadır. O, Anglosakson dünyadaki ve bu dünyanın düşünce alanındaki tüm modern gelişmeleri eksiğiyle gediğiyle izlemenin yanı sıra düşüncesini daha dün Roma İmparatorluğu’nun vârisi olduğu hâlde, kendi yaşadığı zamanda tarihsel olarak nispeten geri duruma düşmüş olan Almanya’da geliştirmiştir: hem yapılan hem yapılması gereken üzerine düşünmüştür. Hegel, hem Kant’la başlayan felsefenin Almancalaştırılması hem de kendisinden iki yüz yıl önce Luther’in açtığı Hıristiyanlığın “dünyevileşme”si yoluna son taşları koymuştur. Hegel, bizim gibi geç modern bir manevi iklimde yaşamış olması ve felsefesinde dininin de modernleşmesini sorun edinmesi yüzünden dikkat alanımızdadır. Ondan öğrenilecek çok şey vardır gerçekten.

Kısaca ne söylemektedir Hegel?

Hegel’e göre felsefe, varlığın salt düşünme yoluyla kavranılmasıdır; varlık ile düşünce aynı özden geldiklerinden felsefi bilgi varlığın özüne ait bir bilgidir; felsefi düşünmenin yolu ise, kavramlar aracılığıyla bir sistem kurmaktan geçmektedir. Hegel’in sisteminin temel kavramı, düşünce ile varlığın aynı özden olduklarını ifade etmek için bulunmuş “ide”, “akıl”, “tin” gibi kavramlardır. Hegel, bu kavramlara dayanarak dev bir kavram sistemi geliştirmiştir: Her şeyin başlangıcında potens hâlinde, kendi başına olan tin (geist), kendine yabancılaşarak, tabiat hâline dönüşmüş ve kör bir belirlenim olarak işleyişini sürdürmüştür. Kendi özgür varoluşuna aykırı olan bu yabancılaşmadan sonraki evrede tin, tarih ve kültür sayesinde yeniden özgürleşme ve kendini bulma imkânına kavuşmuştur. Tin, tek bir insanda henüz eksiktir ve yalnızca subjektif tin olarak kendisini göstermektedir. Tin, gelişiminin ikinci evresinde tarih, toplum ve devlet biçiminde “nesnel tin” olarak tezahür eder. Son olarak sanat, felsefe ve din, tinin mutlak gelişim evreleridir…

Hegel’e göre tarih, “tinin kendi eylemi olarak dünya tarihinde kendi öz bilgisine doğru ilerlemesi” sürecinden başka bir şey değildir. Bir başka deyişle tarih, Tinin kendi özünü açtığı, dışa vurduğu yerdir. Tin, kendisini sanatta seyir; dinde içgörü ve duygu; felsefede ise düşünce olarak açmaktadır. Devlet ise, tinin kendisini evrensel varoluşa taşıyacak organize bir görünümüdür. Buna göre, devletler de, halklar da tinin, bir bütüne doğru ilerleyen kendi açma sürecinin birer aracı, bu bütünün birer parçalarıdır.

Tüm bu söylenenler, gerçekten de düşünceyle varlığın mükemmel ve uyumlu kucaklaşmasının örneğidirler. Diğer düşünürler, Hegel’in bu kapsayıcı ve kuşatıcı söylemi karşısında sönükleşirler. Biz bu yazıda Hegel‟in genel sistemiyle değil daha çok devlet felsefesiyle ilgileneceğimizi söylemiştik. Onun iki tilmizinden alıntıyla devam edelim: “Ne aile ne de devlet bir sözleşme değildir; 18. Yüzyılın bireyci teorilerinin, Kant’ın aile teorisinin ya da Rousseau’nun toplum sözleşmesi teorisinin yanılgısı, daha üstün olanı yani aile ve devletin tözsel istemini, ancak onun zayıf bir görünüşü ya da fenomenal bir önsezisi olan “sözleşme” aracılığıyla tanımlamalarıydı (hyppolite, 2010).” “Devlet, evrenselin temsilcisi ve savunucusudur. Toplum, devletin temeli ve belli formlar içinde kalarak anlaşılmak şartıyla, onun maddesi ise de, kendi bilincine sahip akıl tümüyle devlet tarafında yer alır; onun dışında somut ahlak, gelenek, iş, soyut hukuk, duygu, erdem mevcut olabilir, ama akıl olamaz. Yalnızca devlet düşünür ve yalnızca devlet bütünsel olarak düşünebilir (Ilting, 1984).”

Tilmizlerinin sözlerinde de apaçık biçimde görünen Hegel’in devlete nesnel tinin bir tezahürü olarak bakışı, “raison d’etat“ın muhteşem bir meşrulaştırılması (legitimation) olarak kabul görmekte gecikmemiş, batılı ulus-devletlere sürekli esin kaynağı olmuştur. “Eğer devleti sivil toplumla zıtlaştırırsak; onu kişisel mülkiyet ve özgürlüklerin korunması ve güvence altına alınmasına yönelik bir şey olarak tanımlarsak, bu durumda bireylerin çıkarı, tek başına, onların gerçekleştirmek için bir araya geldikleri en yüce amaç haline gelir ve bir devletin üyesi olmak, isteğe bağlı bir şey haline dönüşür. Oysa devletin bireyle ilişkisi bundan çok başkadır; eğer devlet nesnel tin ise (ki öyledir), bu durumda birey ancak onun üyesi olduğu ölçüde nesnelliğe, hakikate ve ahlaksallığa sahip olacak demektir.” Hegel‟in bu sözleri, bizim devlete “organikçi” bakışımızın da temellerini oluşturur. Şöyle ki:

Bugüne kadar biz de çeşitli zeminlerde, etatizm (katı devletçilik) düzeyine varmış bir “devletçilik” anlayışından sonuna kadar kaçınmakla birlikte, devlete bakışımızda Hegelci felsefeden yararlandığımızı söyledik. Hegel’in modern devlete bakışını daha da ilerleterek, devleti toplumsal nomos’un bulunduğu her şart altında, şu veya bu şekilde, taslak hâlinde ya da bir leviathan kılığında karşımıza çıkan ontolojik bir oluş olarak gördüğümüzü savunduk. Hegel’le birlikte, devleti ve sivil toplumu birbirinden keskin hatlarla ayırmak yerine, aile, sivil toplum ve devlet üçlüsünün nesnel tin’in görünümleri olduklarını, devlette nesnel tin’in doruğuna ulaştığını ileri sürüyoruz. Bu nedenle mutlak ve farklı kategoriler olarak sivil toplum ve devlet ayrımını reddediyoruz. Milletin dinamiklerinin eninde sonunda yönetici akıl katında yansıyacağını, bizatihi en üst düzeyde bir yönetici akıl formuna dönüşeceğini iddia ediyoruz. Devlet, toplumun üstelik gücü tek meşru kullanma yetkisini de içerecek tarzda kendisinden üretebildiği genel otoritedir; toplumun kendine özgü genel bir diyaloga sahip olduğunun ispatıdır; toplumun onayladığı pratik akıldır. İşte bu yüzden “hak ettiğiniz biçimde yönetilirsiniz” veya “içinde yaşadığınız grup yaşantısındaki tinin örgütlenme biçimi demek olan devlet, sizin birey olarak ona mesafeniz ne olursa olsun sizin devletinizdir” diye düşünüyoruz. “Ben”, “biz” ve devletimiz, her birindeki değişme ve gelişmelerin diğerini etkilediği organik bir ilişki hâlindedir.

Ne ki Hegel’den farklı olarak bizim devlete organikçi bakışımız, aynı zamanda kurulu düzene her zaman muhalif bir bakışı içinde taşıyan; öznellikle nesnellik, ahlak ile siyaset, birey ve devlet arasındaki asla tamamen giderilemeyecek gerilimleri hesaba katan bir konum da arz etmektedir. Devlet, mutlak ve değişmez bir kategori değil tinin görünümlerinden biridir; toplumsal tin kendi dinamikleri ve muhalif akımları uyarınca değiştikçe devlet de kendini değiştirmek zorundadır. Bu anlamda devletin var olan işleyişine yöneltilen eleştiri ve yapılan muhalefet, geleceğin daha gelişkin devletini minyatür olarak içinde taşımaktadır ve son tahlilde yararlıdır.

Ancak devleti olumlayan bir siyaset felsefesine sahip olan bakışımızla, devleti mutlaklaştıran ve her türlü eleştiriden muaf tutan etatist ve faşizan görüşleri karıştırmamak gerekir. Toplumla devlet arasındaki organik ilişkiyi ortadan kaldırarak, toplumu tamamen devletin hizmetine veren etatizmin bizim devleti her zaman toplumdan ve toplumsal dinamiklerden giderek açıklamaya çalışan organikçi bakışımızla bir alakası yoktur. Liberal ve radikal demokrat bakış açıları ise, özellikle bireysel özgürlükler ve demokrasi açısından oldukça donanımlı bir eleştiri sunabilseler de, devletin neliğine ve niteliğine ilişkin olguyu hiç açıklayıcı olamayacaklardır. Anarko-liberal çizginin savunucuları, kendisini tutuklamaya gelen polisin “seni kanun namına tutukluyorum.” Sözüne “ben de seni özgürlük namına tutukluyorum” cevabını yapıştıran anarşist Duval‟in sözünü alkışlarlar ve adaleti sağlayacak olanın “hukuk devleti” değil, haz ve özgürlükleri yüceltmek olduğunu söylerler. Ama onların bu tumturaklı ifadeleri, hazzın ve özgürlüklerin kaynaklarına inildiğinde, genetik ve toplumsal adaletsizlikler ve güç mücadelesinin eşitsiz karakterine gelindiğinde suskunlaşır. Marksistler, dünya konjonktürü, sınıflar mevzilenmesi ve devletin İdeolojik aygıtları açısından oldukça ikna edici söylemlerine rağmen, devleti “egemen sınıfların baskı aygıtı” olarak değerlendiren formülasyona bağlı kaldıkları ölçüde şaşalayacaklar, hele hele sivil toplumcu olanları ellerinde işe yaramaz kavramlarıyla kalakalacaklardır. Sırf tapındıkları ekonominin önceliği hipotezine göre bile, Marksistlerin bu devlet tanımı saçma sapandır. Devleti, temsil ettiği bütünsel akıldan ve toplumdaki etik köklerinden sıyırdığınızda ortada, her biri, burjuvaziye gıpta eden, gündelik maişet derdiyle kıvranan memurlardan başka kimse kalmaz. Bu zavallı memurların nasıl olup da bir araya geldiklerini ve bu leviathan’ı oluşturduklarını hiçbir güçlü teori açıklayamaz. Devlet, belki bazı yerlerde ve zamanlarda bir sınıfın baskı aygıtı olabilir ama hiçbir zaman bu gerçek, onun asıl varlık nedenini açıklayamaz. İslámcı olduğunu söyleyen aydınlar ise bugüne kadar bir devlet ve siyaset felsefesi geliştirmeye hor baktılar; görünüşte akidevi ilkelerden taviz vermeseler bile, son tahlilde siyaseti sadece hasımlar arasındaki çelişkiden yararlanmayı esas alan reel-politiğe indirgediler; haklılıklarını ve tarihsel miraslarını siyasete, düşünceye ve toplum projesine çeviremediler. Sorunlara cevaplar üretme yerine zaman zaman modernliğin nimetlerinden yararlanmayı meşrulaştıran, zaman zaman da püriten antimodernistler olma yolunu seçen oportünistler olarak gözüktüler. Bir zamanlar pek moda olan sudan ucuz “çok hukukluluk teorisi”ni ve şu meşhur “adil düzen”i şimdilerde kimsenin ağzına almaya yeltenmemesi ve hiç bunlar söylenmemiş gibi yapılması, reel-politiğin zorunluluklarından değil, inançların ortaklığının rehavetiyle kendilerinden geçen tembel zihinlilerin bir devlet felsefesi olmamasındandır.

Devlet anlayışımız, bir benzetmeyle daha iyi anlaşılacaktır.

Organik devlet, görünmeyen devlettir.

Devlete “organikçi” adını verdiğimiz bakışımız için en uygun metafor, “beden”dir. Beden sağlığının bilinebilen en iyi tanımlarından birisi, sağlıkta bedenin hissedilemeyen bir konumda olmasından kalkılarak yapılır. Hayatımızı yaşayıp giderken, yaşayan bir bedenimiz olduğunun ve ona ait çeşitli sistemlerin, organların, doku ve hücrelerin inanılmaz bir harmoniyle çalışmasının tümüyle bilincinde olduğumuz hâlde, bu çalışmayı hissedemeyiz. Zaten başka türlü olsaydı, örneğin kalbimizi her tiktakını ona dikkat kesilmeden hissediyor olsaydık, hayat dayanılmaz Bir kâbus olurdu. Bedenimizin çalışmasını, ancak bedensel sağlığımız bozulduğunda hissederiz ve aslında hastalık anlarında bu hissettiğimiz de, tam anlamıyla bedenin çalışması değil, bedenin bozuk çalışmasının yol açtığı semptomlardır; yani bedenimizi hissettiğimiz andan itibaren ortada bozuk çalışmaya bağlı semptomatik bir hissediş vardır. Nomos‟u ancak düzen bozulduğunda hissederiz. Toplumsal nomos için de aynı hakikat geçerlidir; toplumsal düzenin idamesinden sorumlu olarak var olan ya da varlık nedeni toplumsal düzenin idamesi olan ve ancak bunu sağlayabildiği ölçüde meşruiyetini garanti edebilen devlet, hayatın içinde hissedilmeye, görülmeye başladığında, bu, toplum düzeninde işlerin yolunda gitmediğine delalet eden bir durumdur.

Şu hâlde, en iyi devlet, görünmeyen devlettir. Devletin görünmemesi, oldukça basit fenomenolojik bir kavramdır ve yalnızca devletin toplum hayatında ve bireylerin hayatlarında varlığını hissettirmeden var olabilmesi anlamına gelmektedir. Görünmeyen devlet ile kast ettiğimiz, devletin toplumla arasındaki mesafeyi, organik bir ilişkinin gerektirdiği en asgari noktada tutup, toplumla birlikte güçlü bir kohezyon geliştirebilmesidir; ki bu kohezyonun tek bir biçimi olamaz her bir toplumsal formasyon, kendisine en uygun devlet yapısını ve kohezyon biçimini belirler. Devletin nasıl görünmez kılınacağının da her toplum ve tarihsel dönem için geçerli olabilecek bir şablonu bulunmamakta, tam tersine devletin görünmezliğinin ölçütleri, her toplum ve tarihsel dönem için değişik olabilmektedir.

Organikçi devlet anlayışımıza uygun olan bir görüş de, devletin varlığını mümkün ve meşru kılan niteliğinin zora dayalı otoriteryanizm değil, düzenini sağladığı toplumun bireylerinden aldığı bilinçli onay olduğudur. Nasıl bedensel varlığımızın bilincinde isek, aynı şekilde toplumsal hayatımızın düzeninden sorumlu bir aygıt olduğunun ve olması gerektiğinin de bilincindeyizdir; her şey bizim bilinçli onayımız çerçevesinde olup bitmektedir. Otoriteryanizm ve varlığını uzatmak için başvurduğu zor kullanma biçimleri ve ideolojik aygıtlar, görünmeyen devletin değil, Görünür hâle gelerek toplumla arasındaki makas açılmış ve meşruiyet krizine girmiş bir devletin tezahürleridir. Bir suni solunum aygıtının ya da dializ makinesinin doğal bedene yabancı olması kadar, otoriteryanizm ve toplumuna uyguladığı baskılar da meşruiyetini toplumdan alan görünmeyen devlete yabancıdır.

Böyle bakıldığında “derin devlet” denilen olgunun ne olduğunu da cevaplamak artık zor değildir. Her ne kadar bugün yayılmaya çalışılan anlayış, derin devleti otoriteryanizm ile bir tutmaya çalışsa da, devletin derinliğinin asıl ölçütü, toplumla arasındaki bağların gücüdür. Toplumuna güvenen ve meşruiyetini toplumdan alan devlet, derin devlettir; devletine güvenen ve devletini onaylayan her bireysel bilinç, muhalif olanlar da dâhil olmak üzere, derin devletin bir parçasıdır.

 

Kaynaklar

-Hyppolite, j. (2010). Marx ve Hegel üzerine çalışmalar. (D. B. Kılınç, çev.).ankara: Doğu Batı Yayınları.

-Ilting, k.h. (1984). Hegel‟s conception of state and marx early critique. Z. A.Pelczynski, (ed.) The state & civil society studies in Hegel’s political philosophy içinde. Cambridge: Cambridge University Press.

[1] Bu yazıdaki Hegel alıntıları, Tülin Bumin’in Kabalcı Yayınları’ndan çıkan, 1993 tarihli “Hegeli okumak” kitabından yapılmıştır.

 

Erol Göka

Prof. Dr. Erol Göka:
1959 yılında Denizli’de doğdu. Evli ve 5 çocuk babası. 1992’de psikiyatri doçenti, 1998’de Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği Şefi oldu. Halen Sağlık Bilimleri Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Şehir Hastanesi Psikiyatri Kliniği Eğitim ve İdari sorumlusu. Türkiye Günlüğü dergisinin yayın; birçok tıp ve beşerî bilimler alanındaki derginin danışma kurullarında bulunuyor. Türk Grup Davranışı kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 2006 yılı “Yılın Fikir Adamı Ödülü”ne layık görülen Erol Göka’ya, 2008 yılında da Türk Ocakları “Ziya Gökalp İlim ve Teşvik Ödülü” verilmiştir.

Web: erolgoka.net
Mail: [email protected]

Yayınlanan kitapları içinde öne çıkanlar:

-Türklerin Psikolojisi (2008; 2017)
-Kadınlar, Erkekler, Âşıklar (Dr. Sema Göka ile birlikte, 2008)
-Yedi Düvele Karşı: Türklerde Liderlik ve Fanatizm (2009),
-Hoşçakal: Kayıp, Matem ve Hayatın Zorlukları (2009; 2018)
-Türk’ün Göçebe Ruhu (2010; 2019)
-Geçimsizler: Kişilikleri Tanıma ve Geçinmeyi Kolaylaştırma Kitabı (Dr. Murat Beyazyüz ile birlikte, 2011; 2019)
-“Gerçek” İnsanın Yüzünde Yazar mı: Batı, İslâm ve Bilim Dünyasında Kişiliği Yüzden Tanımak (Dr. Murat Beyazyüz ile birlikte, 2012; 2020)
-Hayatın Anlamı Var mı? (2013; 2019)
-Yalnızlık ve Umut: Günümüzde Varoluşsal Çaresizlikler ve Çıkış. (2020)
-Mutedil Müslümanların Günümüzdeki Düşmanları (2016)
-İnternet ve Psikolojimiz: Teknomedyatik Dünyada İnsan (2017)

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA