Deizm Gerçekten Bir Tehlike Mi?

Bireylerin doğal yasalardan hareket ederek ve doğal yapıyı taklit ederek adilbir düzen kurabilecekleri iddiası, erken modern dönemde bilime ve teknolojik gelişime olan inancı ve ütopik bir dünya hayaliyle yakından ilişkilidir. Buna göre insanlık teknik olarak ilerlediği ölçüde Tanrı’nın “muradına” uygun bir biçimde kendisi için en uygun ölçüler üzerinde fikir birliği edecektir.
Ekim 6, 2024

Sesli makale:

Son yıllarda genel olarak gençler, özel olarak da mütedeyyin ailelerden gelen gençler arasında yayıldığı varsayılan deizm belli açılardan ele alınmayı hak ediyor. Deizm en genel anlamıyla tek bir yaratıcının varlığına inanmakla beraber mevcut hiçbir dinin bu yaratıcı hakkında doğru bilgi vermediğini ve hiçbir insanın Tanrı’dan vahiy aldığı iddiasının doğru olmadığını kabul etmektir. Bir olan, tabiattan aşkın bir yaratıcı öngörmekle deizm kendisini panteizm ve ateizmden ayırırken dinleri ve
peygamberlik kavramını kabul etmemekle de İslamiyet başta olmak üzere Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi dinlere mesafeli durmaktadır.

Tarihsel olarak bakıldığında 16. asırda kıta Avrupası’nda ‘sapkın bir vakıa’ olarak teşhis edilmiş olsa da deizmin dünyada yaygın olarak tanınması ve literatüre geçmesi 17. asrın ortalarından sonradır. Bunun temel sebebi özellikle İngiltere’de son ‘sapkın yakma’ vakıasının bu tarihlere rastlamasıdır. Deizmin tarihsel gelişimine bakıldığında özellikle Katolik kilisesinin baskıcı tavrına karşılık dini özgürlükleri savunma ve sosyal alanda kilisenin hükümranlığını kırma çabaları ön plana çıkmaktadır. Bu bağlamda deist literatürün en temel özelliklerinden biri, kilise doktrinlerindeki ve Kutsal Kitap içerisindeki mantık dışı anlatılara yoğunlaşarak dini hakikatin ve dini doğruluğun kilise tekelinde olmayacağını, dinin mistik ve anlaşılmaz olarak öne sürülen yönünün insan fıtratına aykırı olduğunu vurgulamaktır.

Öte yandan Rönesans ve Reform hareketleri sonrası oluşan toplum yapısının ve mekanik doğa anlayışının da deizmin ortaya çıkmasında etkili olduğu söylenebilir.
Bu açıdan bakıldığında deizmin belirgin iki özelliği bulunmaktadır. Birincisi evren ile Tanrı arasında kurduğu ilişkidir: Tanrı tamamen kararlı bir evren yaratmış ve onu kendi haline bırakmıştır. Ahlaki ve sosyal açıdan bakıldığında ise deistler Tanrı’nın peygamber göndermediğini, peygamberlik iddiasındakilerin şarlatan veya psikolojik açıdan sorunlu kişiliklere sahip olduğunu iddia ederler. Peygamberlerin Tanrı’dan
aldıklarını söyledikleri hukuki, ahlaki ve siyasi ilkeler temelsiz ve gereksizdir. Tanrı kelamı olarak kabul edilebilecek tek şey doğa kanunları ve evrenin kendisidir. İnsanın doğru ahlaki ilkeleri tespit etmek için aklı ve doğa kanunları dışında bir şeye ihtiyacı yoktur.
Deistler Tanrı’nın evreni mükemmel şekilde işleyen bir saat gibi tasarladığını ve sonrasında büyük ölçüde mekanik bir biçimde işleyen evrenin herhangi bir müdahaleye ihtiyaç duyurmayacak şekilde kendi kendisini devam ettirdiğini kabul ederler. Bu tabiat tasavvurlarında dönemin determinist ve mekanik bilim anlayışı etkilidir. Kozmolojik sabit gibi bazı yanlış varsayımlar ve erken dönemde keşfedilen bazı sabit parametrelerin yanlış yorumlanması da bu yaklaşımı berkitmiştir. Dolayısıyla deistlere göre Tanrı’nın sürekli evrene müdahale ettiği, peygamberler aracılığıyla mucizeler yarattığı anlayışı saçmadır.
Elbette deizmin doğa anlayışının birçok tutarsız yanı var. Evrende ölçülebilirlik açısından belli parametrelerin kararlılık arz ettiği doğrudur. Hubble sabiti, zayıf ve güçlü nükleer kuvvet, kütle çekim kuvveti bunlardan bazıları. Ancak bunların kendi başına işleyen ve herhangi bir değişim göstermeden döngüsel bir yapıyla tekrarlanan evren fikrini temellendirmek için yeterli olmadığı söylenebilir.

Dünyamız örneğinde görüldüğü üzere kendi haline bırakıldığında enerji içeren yapıların kararlılığını kaybettiğini gözlemlemek mümkündür. Üstelik deizmin en popüler olduğu dönemde radyoaktif bozunma özelinde kararsız çekirdeklerin ışın yayarak parçalandığı, entropi özelinde enerjinin kararsız yönde ve tek taraflı olarak değiştiği bilinmemekteydi. Yine,
evrenin belirsiz bir yönde genişlediğinin, galaksilerin birbirinden uzaklaştığının ve tam olarak miktarı ölçülemeyen ve gizemini koruyan karanlık maddenin keşfedilmesiyle beraber artık deizmin hiçbir şekilde kararsızlık ve bozulma arz etmeyen, kapalı döngü benzeri bir sistemle işleyen evren anlayışının temellendirilmesinin zor olduğu ortadadır. Haddi zatında bu tür bir anlayışın evrene ilişkin bilimsel verilerin oldukça sınırlı olduğu bir dönemde kaldığı ve bu açıdan desteklenmesinin zor olduğu söylenebilir. Dolayısıyla evrenin hiçbir değişikliğe uğramadan saat gibi çalıştığı ve Tanrı’nın adeta emekliye ayrıldığını kabul etmek rasyonel açıdan mümkün değildir.

Burada akıllara gelebilecek soru, deistlerin iddia ettiği şekilde bir evren
yaratmaya gücü yettiği halde Allah’ın neden böyle bir evren yaratmadığıdır. Her şeyden önce bunu Allah’ın bir rahmeti olarak okumak mümkün. Zira evrenin bozulmaya uğramayan ve kendi kendine işleyen halinin, yanlış zihinsel çıkarımlar sonucu deizme götürmeye müsait olduğu ortadadır. Yine, mükemmel derecede hassas dengeler üzerinde duran, kendi başına işleyen ve dış bir gücün müdahalesine
ihtiyaç duymayan bir evrenin ateizme de kapı açabileceği ortadadır. Zira böylesi bir evrenin neden bir faile, yaratıcı sebebe ihtiyaç duyduğunu anlamak böyle olmayan bir evrene göre daha zor ve karmaşıktır. Diğer bir deyişle Allah, evreni karmaşık ve çok hassas dengelerde yaratarak onun bir sebebi olduğunu anlamamızı sağlamıştır.
Ancak yine aynı sebeple, sadece yaratılması için değil; yaratılıştan sonra varlığını devam ettirebilmesi için de Allah’a muhtaç olduğunu aklen bilebilmemiz için kusurlu ve bozulmaya uğrayan bir âlem yaratmıştır. Dolayısıyla evren, hassas bir tasarımın ürünü olduğunu bilmemize yetecek kadar karmaşık dengeler üzerinde dururken, varlığını kendi başına devam ettirmeye müsait olmadığını da anlamamıza yetecek kadar kararsızlık ve bozulmaya uygun yapıdadır.

Kozmolojik açıdan temellendirilmesi zor olan deizmin bu yönüyle rasyonel bir seçim olmadığı açıktır. Ancak ülkemizde de daha çok ahlaki ve sosyal gerekçelerle yayıldığı varsayılan deizmin bu bakımdan da ele alınması gerekmektedir. Deizmin toplumsal hayat ve din konusundaki temel iddiası, Tanrı’nın yaratmasının bir sonucu olan insan aklının doğa yasaları ve vicdanı esas alarak adil ve ahlaki açıdan mükemmel bir hukuk düzeni kurabileceğidir. Bu noktada temel dayanak, Tanrı’nın
insanlara kendilerini yönetebilecekleri bir akıl bahşettiği ve bundan fazlasının gerekmediğidir. Bunun dışındaki her şey (peygamber, dini kurum ve sistemler) istismara açık olduğu ve insan ile Tanrı arasında gereksiz bir engel teşkil ettiği için sakıncalıdır. Elbette bu iddia gizli bir kibri ve üstü örük biçimde toplumun geri kalanından kendisini üstün görme iddiasını barındırmaktadır. Zira deist bireyler sıradan insanların ancak vahiy ürünü olan kanunlar ve dini emirler sayesinde ahlaki
fiiller yapabilir ve ahlaki olanı ancak bu yolla kavrayabilirler. Oysa zeki insanların bu tür yönlendirmelere ihtiyaçları yoktur. Onlar ilahi olarak kendilerine bahşedilmiş akılları sayesinde hiçbir dinin yönlendirmesine ihtiyaç duymaksızın her durumda ahlaki olanı tanıyıp fiilde bulunabilirler.

Bireylerin doğal yasalardan hareket ederek ve doğal yapıyı taklit ederek adil bir düzen kurabilecekleri iddiası, erken modern dönemde bilime ve teknolojik gelişime olan inancı ve ütopik bir dünya hayaliyle yakından ilişkilidir. Buna göre insanlık teknik olarak ilerlediği ölçüde Tanrı’nın “muradına” uygun bir biçimde kendisi için en uygun ölçüler üzerinde fikir birliği edecektir. Sosyal evrimci yaklaşımlardan ve ilerlemeci
tarih anlayışından beslenen bu yaklaşımın temelinde bazı ön kabul mevcuttur.
Bunlardan biri, tarihin sürekli olarak ilerleyen çizgisel bir anlayışa sahip olduğudur. Tarih bir hedefe doğru ilerlemektedir. Bu hedef kimi zaman Hegel örneğinde olduğu gibi doğrudan bir toplum iken kimi zaman da Fukuyama örneğinde olduğu gibi geniş anlamıyla liberal Batı toplumudur. Tüm insanlığın ve tarihin ilerleyişi esasen bu noktaya ulaşmak içindir. Dolayısıyla insanlığın tüm yapması gereken, modern Batı değerlerini benimsemek ve söz konusu değerlere uygun bir ahlak şemasını hayatına tatbik etmektir. Dinler ise iyi ihtimalle tarihin ilerlemesine katkı sunan ancak miadını doldurmuş ahlaki düzenlemelerdir. Zira tarihin görece daha ‘ilkel’ bir döneminde vahiy
aldığını iddia eden bir beşerin ürettiği değerler, gelişen ve değişen insanlığın ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktır. Bu açıdan deizm, doğruluk ve evrensellik kriterlerini aynı anda karşılayan tek ahlaki teorinin aydınlanmış modern toplumun geliştirdiği rasyonalitede bulunabileceğini iddia etmektedir.

Tarihsel açıdan bakıldığında deizmin yukarıdaki iddialarının doğrulanması imkansızdır. Her şeyden önce insanlığın (Kant’ın korktuğu ve önlemeye çalıştığı biçimde) teknik olarak ilerlemesinin ahlak ve erdemler düzeyinde de ilerlemeye tekabül ettiğini söylemek mümkün değil. Aksine, insanlığın teknik ilerlemesinin ahlaki zaafları arttırdığını görmek zor değil. Örneğin teknik ilerleme yoluyla toplumların
birbiri üzerinde kurdukları tahakkümü görünür ve görünmez araçlarla arttırarak devam ettirdiklerini söylemek mümkün. Yine dinin toplumsal alandan çekildiği ve giderek vicdanlara hapsolduğu en belirgin dönem olan 19.-20. asırlar arasında yaşanan iki dünya savaşı, günümüze kadar uzanan kolonyalizm ve paylaşım savaşları ‘seküler ve aydınlanmış aklın’ ahlakiliğini sorgulamaya yetmektedir. Yine, dinin toplumsal ve bireysel tüm tezahürlerine savaş açılan çeşitli ideolojilerin
tahakkümü altında insanlık onurunu yaralayıcı uygulamaların neredeyse rutin hale gelmesi dikkat çekicidir. Dolayısıyla modern toplumların daha ahlaklı ve erdemli bireyler yetiştirdiğini iddia etmek zordur.

Öte yandan dinin ahlakilik iddialarının yerine geçirebilecek her türlü referans sisteminin nihai kertede güçlü toplumların güçsüz toplumlar üzerindeki dayatmaları pekiştirdiğini görmek zor değil. Küresel ölçekte bir savaş tekrar yaşanmasını engellemek ve devletler arasında ortaya çıkacak sorunları savaş yerine diplomatik yollarla çözmek üzere kurulan Cemiyet-i Akvam ve BM’nin küresel adaletsizlikleri meşrulaştırıcı işleyişi bu durumun en belirgin örnekleri. Üstelik bu kurumlar eliyle ortaya konan çeşitli hukuki ve bürokratik düzenlemelerin hin-i hacette bizzat bu kurumlar eliyle sayısız defa ihlal edildiği tarihsel olarak sabit. Filistin direnişine karşı takınılan tavır bu durumun en güncel ve en kanlı örneği ancak ne ilk ne de son örnek.
Peki tüm bu gerçekler bize Türkiye ve İslam dünyası özelinde ne söylüyor?
Bahusus yeni nesil hakkında sıkça dillendirilen deizme kayma iddiasına nasıl yaklaşmak gerekir? Söz konusu iddianın arkasında ne tür bir gerçeklik yatıyor?
Önümüzdeki yazıda bu husus ele alınacaktır.

Mehmet Fatih Arslan

Doç. Dr. Mehmet Fatih ARSLAN
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden 2004 yılında mezun oldu. Alanı ile ilgili araştırma yapmak üzere 2005’te Milli Eğitim Bakanlığı’nın bursuyla Ürdüniyye Üniversitesi’nde, 2007 de Universitaet Tübingen’de bulundu. 2015 yılında “Celâdeddin Devvânî’nin Varlık Felsefesi” başlıklı doktora tezini savundu. 2018-2019 yılları arasında TÜBİTAK araştırmaları kapsamında Harvard Üniversitesi’nde Osmanlı düşüncesi üzerine çalışmalar yapmak için bulundu. 2021 yılında İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Felsefesi Anabilim Dalı’nda Dr. Öğr. Üyesi, 2024 yılında Doçent oldu.

SOSYAL MEDYA