Cortés’ten Netanyahu’ya: “Fetih” Asla Bitmez

1500’lü yıllarda bazı ilahiyatçılar ve filozofların İspanyol “fethinin” aşırı barbarlığı karşısında duyduğu tiksinti, yüzyıllar boyunca beslenen ve hiçbir zaman tam anlamıyla uygulanmamış olan, tüm insanların gerçekten eşit olduğu ve kabilecilik ile milliyetçiliğin ötesinde tek bir topluluğun parçası olduğu düşüncesi temelli “insanlığın yavaş inşası”nı başlatmıştı. Bugün, benzer bir barbarlık, o emeği tersine çeviriyor. İnsanlık, giderek hızlanan bir şekilde çözülüyor gibi görünüyor. Cortés’ten Netanyahu’ya, Putin’e ve Trump’a kadar, fetih çağının sonunun sonu başlıyor.
Mayıs 23, 2025
image_print

Leon Golub bir zamanlar ortak bir arkadaşa bir hikâye anlatmıştı. Orta Amerika’daki kırmızı işkence odalarını tasvir eden büyük tuvallerle tanınan Chicago’lu sanatçı Golub’a, “Yahudi siyasi sanatçı” olmanın kendisi için ne anlama geldiği sorulmuştu. Ressamın hızlı cevabı, kendisinin “Yahudi siyasi sanatçı” değil, sadece “siyasi bir sanatçı” olduğuydu. Ama sonunda Golub, kendisini çok kolay kandırdığını, cevabının çok basit olduğunu düşünmeye başladı. Evet, o bir siyasi sanatçıydı. Tabloları yalnızca Latin Amerika’yı değil, savaşla parçalanmış Vietnam’ı ve Amerika Birleşik Devletleri ile Güney Afrika’daki ırkçılığı da konu almıştı. Ancak bilinçli olarak İsrail’in Batı Şeria ve Gazze’deki işgalini görmezden gelmişti.

Golub, başarılı bir sanatçı olmasının kendisi için anlamının, “Filistinlilere uygulanan dehşeti” konu almamak olduğunu itiraf etti. Ancak bu şekilde diğer siyasi görüşlerini özgürce resmedebilecekti.

Son bir buçuk yıldır, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarının ve Batı Şeria’daki yerleşimci şiddetinin tırmanmasıyla benim bir kitabı bitirme telaşımın (Amerika, Amerika: Yeni Dünya’nın Yeni Tarihi adıyla yeni yayınlandı) paralellik gösterdiği bir dönemde, 2004’te ölen Leon Golub’u birçok kez düşündüm. Bu kitap, diğer şeylerin yanı sıra, Latin Amerika’nın “fetih” doktrininin ortadan kaldırılmasındaki ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Uluslararası Adalet Divanı’nın kurulması dâhil olmak üzere liberal uluslararası düzenin oluşturulmasındaki büyük ölçüde fark edilmeyen rolünü inceliyor (bugün Güney Afrika’nın, İsrail’in Gazze’de soykırım suçunu işlediği iddiasını değerlendiren dava da bu mahkemede görülüyor).

ABD’nin Latin Amerika’daki hareket tarzına dair otuz yıldan fazla bir süredir eleştirel yazılar yazıyorum. Ortadoğu üzerine çalışan birçok akademisyen ve öğrencinin aksine, ben bunu başarabildim ve cezalandırılmadım; çünkü Golub gibi ben de daha çok Filistinlilerin maruz kaldıkları dehşete değil başka insanlara uygulanan dehşete odaklandım. Başkan Richard Nixon’ın 1971’de çok doğru bir şekilde ifade ettiği gibi, Amerika Birleşik Devletleri’nde önemli olan herhangi bir kimse “Latin Amerika’yı zerre kadar umursamıyor.”

Bu bölgeye yönelik genel kayıtsızlık ve ABD’nin küresel gücünü savunan en tarafgir figürlerin bile, Amerika’nın kendi yarıküresinde (Washington’un 1898 ile 1994 arasında en az 41 rejim değişikliği yaptığı yerlerde) genellikle faydasız bir şekilde hareket ettiğini kabul etmeleri, Latin Amerika hakkında konuşmayı oldukça güvenli hale getirdi. Oysa 2025 yılında “yaşanan dehşet” her yerde ve artık sempatiyi izole etmek mümkün değil.

“Fetih”: Dün ve Bugün

Amerika kıtasının İspanyollar tarafından “fethi” ile İsrail’in Gazze’ye saldırısını yan yana düşünün. Pek çok yönden, bu iki olay, yarım milenyumluk bir zaman farkına rağmen, kıyaslanamaz. İlki kıta ölçeğinde bir savaştı; bazı tahminlere göre 100 milyon insanın yaşadığı Yeni Dünya’nın kontrolü için verilen bir mücadeleydi. İkincisi ise Las Vegas büyüklüğünde bir kara parçasında, iki milyondan biraz fazla nüfusu olan bir yerde gerçekleşiyor. Kıtanın alınması, on milyonlarca can aldı; İsrail’in ise şu ana kadar 50.000’den fazla Filistinliyi öldürdüğü ve on binlercesini yaraladığı tahmin ediliyor.

Yine de iki çatışma arasında tuhaf benzerlikler var. Her biri, bir iletişim devriminin ardından başladı: o zaman matbaa, şimdi ise sosyal medya.

İspanya, modern tarihte sömürge vahşetlerini aktif şekilde kamuoyuna duyuran ilk imparatorluktu; Madrid, Sevilla ve diğer şehirlerdeki matbaalarda “fetih” dehşetini anlatan çarşaf çarşaf baskılar yapıldı: toplu idamların sayısı, köpeklere yem edilmeden önce ateş çukurlarında kavrulan bebekler, yakılıp yıkılan şehirler. İspanyol bir vali, yerli Amerikalılara uygulanan vahşetlerin kurbanı olan, neredeyse ölü gibi yürüyen insanlarla dolu kıyamet sonrası bir manzarayı şu şekilde tarif etmişti: “Elleri olmayan veya sadece tek elli, kör, burunları kesilmiş, kulakları olmayan, topal ve sakat bir sürü Kızılderili.” Bugünse internet, İsrailli askerlerin Filistinlilere karşı işlediği vahşetlere dair görüntülerle dolu: kolsuz çocuklar ve “çürümüş bebekler.” İsrail Savunma Kuvvetleri tarafından aç bırakılarak açlıktan öldürülen çocukların bazı fotoğrafları, bir New York Times editörüne göre, yayımlanamayacak kadar “çarpıcı”ydı.

On altıncı yüzyıl İspanya’sında sıradan askerler, kendilerini kahramanlaştırma umuduyla, kendilerinin uyguladıkları vahşet hikâyelerini yazıyor veya başkalarına yazdırıyorlardı. Bugün, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) mensuplarının TikTok gibi platformlara Gazzelilerin “soyulmuş, elleri ve gözleri bağlanmış” hallerinin yanı sıra buldozerlerin ve tankların evleri yerle bir ettiğini gösteren videolar yüklemesiyle, benzer bir “fetih” gururunun güncellenmiş dijital versiyonlarını görüyoruz. Askerler okulların ve hastanelerin yıkılmasıyla alay ediyor veya terk edilmiş evlerde dolaşırken eski sakinlerinin sütyen ve iç çamaşırlarıyla oynuyor veya bunları giyiyorlar.

Hem o zamanki İspanyol yetkililer, hem de şimdiki İsrailli sözcüler, düşmanlarını “fethetme” niyetlerini açıkça ilan ederek onları evlerinden zorla çıkarıp daha kontrol edilebilir alanlara yoğunlaştırdılar. Tüm İspanyollar, tüm İsrailliler gibi, düşmanlarının insan-altı varlıklar olduğuna inanmıyordu. Ancak bazıları o zaman inanıyordu ve bazıları bu gün inanmaya devam ediyor. Juan Ginés de Sepúlveda, yerli Amerikalıları “vahşi hayvanlara” benzetmişti, “nasıl maymunlar insanlara oranla daha aşağıdaysa.” İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant ise Filistinlilere “insan hayvanlar” diyor. Birçok İspanyol rahip ve kraliyet yetkilisi, yerli Amerikalıların insan olduğunu kabul etti, ancak onları pagan rahiplerinden vahşice koparılması gereken çocuk gibi masum insanlar olarak gördüler; tıpkı İsrail’in Filistinlilerin Hamas’tan vahşice koparılması gerektiğine inanması gibi. İsrail Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, IDF’nin aşırı taktikleri hakkında, “Hamas’ı halktan ayırıyoruz, şeridi temizliyoruz” dedi.

Hernán Cortés, adamlarına camiler olarak adlandırdığı Aztek tapınaklarını yerle bir ettirdi. Bu tapınaklar şifa yerleri olarak hizmet ediyordu ve yıkımları Gazze’deki hastanelerin ve diğer sığınma merkezlerinin uğradığı yıkımla paralellik gösteriyordu. Ölüler bile güvende değildi – ne o günkü Amerika’da, ne de bugünkü Gazze’de. Tıpkı o günkü vahşilerin yaptığı gibi, IDF de bu gün birçok mezarlığa zarar verdi.

Amerika’daki İspanyol şiddeti, güçlü bir ahlaki tepkiyi tetikledi. Örneğin, Dominiken hukukçu Francisco Vitoria, “Fethin” yasallığını sorguladı; Peder Bartolomé de las Casas ise tüm insanların mutlak eşitliği konusunda ısrar etti ve dönemin diğer ilahiyatçıları, Kızılderililere dayatılan türlü köleleştirmeyi kınadı. Bu tür beyanlar ve kınamalar uzun vadede etkili oldu. Yine de acıları durdurma hususunda pek işe yaramadılar. “Fethin” meşruluğu konusundaki tartışmalar, İsrail’in Filistin topraklarını işgalinin meşruluğu konusundaki tartışmalar gibi on yıllardır devam etti.

“Fetih” tek bir büyük olay olarak sorgulanmış olabilir, ancak “Fethi” oluşturan tüm bireysel savaşlar, sabah katliamları ve gece yarısı yerli köylerine yapılan baskınlar, durmadan devam etti. İspanyol yerleşimciler, rahiplerin kürsülerden ne söylediklerine veya hukukçuların seminer odalarında ne savunduklarına bakmaksızın, kendilerini “savunma” hakkına sahip olduklarını, yani Kızılderililer kendilerine saldırırsa, misilleme yapabileceklerini varsayıyorlardı.

İşte birçok örnekten sadece biri: Temmuz 1503’te İspanyol yerleşimciler, Hispaniola’daki (bugün Haiti ve Dominik Cumhuriyeti’ni kapsayan ada) Xaragua köyünde 700’den fazla sakini katlettiler; İspanya Kraliçesi Isabella, köy halkının bazılarının İspanyol yönetimine şiddetle direnmeye başlaması nedeniyle bu cinayetleri “adil” saydı. İsrail de benzer bir hukuk dili kullanarak Hamas’a karşı yürüttüğü savaşın “haklı” olduğunu iddia ediyor; çünkü saldırıyı başlatan Hamas’tı. Nasıl ki Hispanyola’daki çatışma “Fethin” genel bağlamından koparıldıysa, 7 Ekim 2023’te başlayan çatışma da İsrail’in Filistin topraklarını işgal etmesinden koparılarak sunuluyor.

Cortés’ten Hitler’e

“Fetih” doktrini veya “fetih hakkı” Roma dönemine kadar uzanır ve 1500’lerde İspanya’ya yöneltilen eleştiriler dışında, 18. yüzyılın sonlarına doğru Amerika’nın Avrupa’dan kopmasıyla birlikte doktrin yeni savunucular ve yeni eleştirmenler bulana kadar büyük ölçüde tartışmasız kalmıştır.

Yeni Amerika Birleşik Devletleri’nin liderleri bu doktrini güçlendirerek, Pasifik Okyanusu’na doğru batıya doğru ilerlemelerini ve Kızılderili ve Meksika topraklarını ele geçirmelerini meşrulaştırmak için fetih hakkını öne sürdüler.

Amerika’daki hukuk profesörleri kuşaklar boyunca öğrencilerine bu doktrinin meşru olduğunu öğrettiler. 1790’larda Columbia Hukuk Fakültesi’nde James Kent’in ifade ettiği gibi; “Avrupa uluslarının ve onların halefi olarak Amerika Birleşik Devletleri’nin bu geniş toprak imparatorluğu üzerindeki mülkiyet hakkı keşif ve fetih temeline dayanıyordu.” Yüksek Mahkeme de, ABD’nin fetih üzerine kurulduğunu ve bu doktrinin geçerliliğini koruduğunu belirtmiştir. 1928 yılı gibi geç bir tarihte, yaygın olarak kullanılan bir İngilizce hukuk kitabında, “Milletler Hukuku var olduğu sürece, yazarların büyük çoğunluğu gibi Devletler de, boyunduruk altına almayı toprak edinmenin bir yolu olarak kabul etmişlerdir” ve “galip gelenin fethedilen düşman topraklarını ilhak etmesini” yasal saymışlardır.

Buna karşılık, İspanyol Amerika’sının bağımsızlık liderleri fetih ilkesini şiddetle reddettiler. Bunu yapmak zorundaydılar, çünkü kalabalık bir kıtada yedi yeni İspanyol-Amerikan cumhuriyetine başkanlık ettikleri için birbirleriyle yaşamayı öğrenmeleri gerekiyordu. Eğer ABD’nin uluslararası hukuk anlayışını benimsemiş olsalardı, Arjantin’in, ABD’nin Krikler’e ve Meksikalılara yaptığı gibi, Şili’yi fethetmesine ne engel olacaktı? Ya da Şili’nin Atlantik’e erişim sağlamak için Arjantin’e yürümesine? Sonuç bitmek bilmeyen bir savaş olurdu. Bu nedenle bölgenin hukukçuları ve entelektüelleri (İspanya’nın Yeni Dünya’daki boyunduruğuna yönelik önceki Katolik eleştirilerden ilham alarak) “fetih” kavramını reddettiler. Onun yerine, saldırgan savaşı yasaklayan ve tüm ulusların, büyüklükleri ne olursa olsun, mutlak egemenliğini tanıyan yeni bir uluslararası ilişkiler çerçevesi geliştirdiler.

Latin Amerikalı diplomatlar onlarca yıl boyunca Washington’u böyle bir uluslararası hukuk vizyonunu kabul etmeye zorlamaya çalıştılar ve Washington onlarca yıl boyunca bunu reddetti; Latin Lilliputlular (küçük önemsiz ülkeler) sürüsünün elinde bir Gulliver (Jonathan Swift’in Gulliver’in Gezileri adlı romanının kahramanı) gibi olmak istemiyordu. Ancak zamanla ABD devlet adamları Latin Amerika’nın hukuki yorumlarını gönülsüzce de olsa kabul etmeye başladılar; aralarından ileri görüşlü olanlar, reform edilmiş bir uluslararası hukuk sisteminin Washington’un gücünün daha etkili bir şekilde yansıtılmasına olanak sağlayacağını fark ettiler. 1890’da ilk Pan-Amerikan Konferansı’nda, ABD “fetih” doktrinini yürürlükten kaldıran geçici bir anlaşma imzaladı. 1933’te Başkan Franklin Delano Roosevelt, Latin Amerikalıların iç işlerine müdahale hakkından vazgeçmeyi ve tüm ulusların mutlak egemenliğini tanımayı kabul etti.

I.Dünya Savaşı’nın sonunda, Adolf Hitler’in ölümü ve faşizmin yenilgiye uğratılmasıyla, Latin Amerika ülkeleri, hepsinin daha önceden benimsediği, özellikle de fetih doktrininin reddedilmesi gibi kurucu ilkeleri olan, savaş sonrası “kurallara dayalı” bir liberal düzenin oluşturulmasına memnuniyetle katıldılar.

Cortés’ten Hitler’e, “fetih” çağı artık sona ermiş gibi görünüyordu.

“Fetih” Çağının Sonunun Sonu

Elbette ki gerçekten sona ermedi. Soğuk Savaş savaşçıları, Vietnam, Guatemala ve Endonezya gibi yerlerdeki vahşetleri haklı çıkarmak için Roma hukuku doktrinlerine atıf yapmalarına gerek kalmadan “kuralları” aşmanın birçok yolunu buldular. Daha sonra 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından savaş Avrupa, Ortadoğu ve Afrika’da yeniden orman yangını gibi yayılmaya başladı; ABD öncülüğündeki birinci ve ikinci Körfez Savaşları da buna dâhildi.

Yine de liberal düzen, dünya düzeninin rekabet değil iş birliği etrafında şekillenmesi gerektiği fikrine tutunmayı sürdürdü; ulusların çıkarlarının çatışmadan çok ortak olduğu inancı hükümferma kaldı.

Fakat artık bu fikir bir kenara atılmış gibi görünüyor ve yerini yeni bir fetih vizyonu alıyor. Bunun parodi versiyonunu, Grönland adasını almak, Kanada’yı “51. eyalet” olarak ilhak etmek, Panama Kanalı’nı ele geçirmek ve Gazze’yi temizlemek, şeridi adeta Riviera benzeri bir tatil beldesine dönüştürmek için zor kullanma hakkını rahatlıkla iddia eden Donald Trump’ın övünen açıklamalarında görüyoruz. Bu fetih vizyonunun çok daha vahşi tezahürleri ise Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Ukrayna’daki ve İsrail’in Gazze’deki savaşlarında karşımıza çıkıyor.

Bu iki “fetih” savaşından ikincisi, İsrail’in varlığının liberal uluslararası düzenin kaderiyle sıkı sıkıya bağlantılı olması nedeniyle, daha derin bir yere dokunuyor. Birleşmiş Milletler, 1949’da (en azından hukuki olarak) İsrail’i var etti. O dönemde Latin Amerika ülkeleri İsrail’i devlet olarak tanımak için oybirliğiyle hareket etti; Guatemala, Washington’un yönlendirmesiyle bu birlikteliği sağladı. Holokost ise Batı’nın ahlaki referans noktası olarak, liberal hoşgörüyü terk eden veya kurallara dayalı düzeni çiğneyen bir dünyanın neye dönüşeceğini gösteren kabus gibi bir uyarı görevi gördü. Aynı zamanda, özellikle 1967’deki Altı Gün Savaşı’ndan sonra Birleşmiş Milletler, İsrail’in Gazze ve Batı Şeria’daki işgaline yönelik en kararlı eleştirileri yapan kurum hâline geldi. İsrail, BM’nin eleştirilerini görmezden gelirken, Gazze’ye yönelik saldırısını meşrulaştırmak için BM Sözleşmesi’nin uluslara kendini savunma hakkı tanıyan 51. maddesini öne sürüyor.

Gazze soykırımının son evresine girmişken, kurallara dayalı düzen ile İsrail arasındaki o uzun bağ, adeta ölümcül bir dansa dönüşmüş durumda. Birçok kişi haberlere dayanamayarak yüzünü çeviriyor. Bazıları ise yüzünü çeviremiyor, bu ülkede, iktidardakilerin İsrail’e daha fazla silahtan başka bir şey teklif etmemesinden dehşete düşüyor, İsrail ayrım gözetmeksizin öldürmeye devam ederken Gazze’de mahsur kalanlara gidecek olan tüm gıda ve ilaçları engelliyor. Nisan itibarıyla yaklaşık iki milyon Filistinlinin güvenli bir gıda kaynağı yoktu. Bebekler hâlâ çürümeye devam ediyor. “Açlıktan ölen çocuklar ağlamaz bile. Küçük kalpleri tamamen durana kadar yavaş yavaş atmayı sürdürür,” diyor Soykırıma Karşı Doktorlar ile çalışan Colorado’lu çocuk doktoru Muhammed Kuziez.

Mayıs ayının başlarında, Başbakan Binyamin Netanyahu’nun güvenlik kabinesi, eğer yürürlüğe girerse tüm Gazzelileri o şeridin güney kısmında küçük bir karantina bölgesine sürmeyi ve onlara gelen tüm gıda ve tıbbi yardımın İsrail tarafından kontrol etmesini öngören Gideon’un Atlı Savaş Arabaları Harekatı adlı bir planı oy birliğiyle onayladı. Bir yetkilinin sözleriyle, IDF ardından “Gazze Şeridi’nin fethini tamamlayacak.” Maliye Bakanı Smotrich ise şöyle dedi: “Gazze tamamen yok edilecek.” Ve şu ürkütücü ifadeyi ekledi: “Fethederiz ve kalırız.”

1500’lü yıllarda bazı ilahiyatçılar ve filozofların İspanyol “fethinin” aşırı barbarlığı karşısında duyduğu tiksinti, yüzyıllar boyunca beslenen ve hiçbir zaman tam anlamıyla uygulanmamış olan, tüm insanların gerçekten eşit olduğu ve kabilecilik ile milliyetçiliğin ötesinde tek bir topluluğun parçası olduğu düşüncesi temelli “insanlığın yavaş inşası”nı başlatmıştı. Bugün, benzer bir barbarlık, o emeği tersine çeviriyor. İnsanlık, giderek hızlanan bir şekilde çözülüyor gibi görünüyor.

Cortés’ten Netanyahu’ya, Putin’e ve Trump’a kadar, fetih çağının sonunun sonu başlıyor.

 

*Greg Grandin, Metropolitan Books’un American Empire Project serisinde yayımlanan Empire’s Workshop: Latin America, the United States, and the Rise of the New Imperialism kitabının, Pulitzer Ödüllü The End of the Myth: From the Frontier to the Border Wall kitabının ve son olarak America, América: A New History of the New World adlı eserin yazarıdır.

 

Kaynak: https://www.counterpunch.org/2025/05/22/from-cortes-to-netanyahu-the-conquest-never-ends/

Tercüme: Ali Karakuş

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA