Çok Uluslu Şirketlerin Egemenliği: Gerçekten Kim Kazanıyor?

Şubat 14, 2025
image_print

İhtiyaçlarımızın büyük bir bölümünü kendi üretimimizden, geri kalanını ise mahalle bakkalından, çarşıdan ve pazardan karşıladığımız zamanlar çoktan geride kaldı. Artık gerçekten ihtiyaç olup olmadığını dahi bilmediğimiz ürünler de dahil her şeyi zincir marketlerden ya da elimizdeki telefonlardan verdiğimiz siparişlerle temin ediyoruz. “İhtiyaçlarımız”, onları giderme yollarımız ve harcama yöntemlerimiz tamamen değişmiş durumda. Sosyal, siyasi, ekonomik ve hatta kültürel hayatımızı derinden etkileyen bu değişim, ilk bakışta hayatı kolaylaştırıyor, seçeneklerimizi ve refahımızı artırıyor gibi görünse de gerçek hiç de öyle değil.

Kendine yetebilen hane halkı ve küçük üreticiler her geçen gün güç kaybederek daha bağımlı hale geliyor. Küreselleşme, ölçek ekonomisinin rekabeti ve dijitalleşmenin ulaştığı hızla birlikte, bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda kişinin sahibi olduğu çok uluslu şirketler hem sermayelerini hem de güçlerini sürekli artırıyor. Sistemin, reklam endüstrisi sayesinde oluşturulan “hayatı kolaylaştırıcı” imajının altını biraz kazıdığımızda, kimin kazandığı ve kimlerin mağdur olduğu daha net ortaya çıkıyor. Yerel ve hatta ulusal düzeyde üreticiler, çok uluslu firmalar karşısında güç kaybederek ya küçülüyor, ya bu büyük yapılarla birleşerek onların bünyesine dahil oluyor ya da tamamen piyasadan çekiliyor.

Yeni ihtiyaçlar üretmek ve tüketimi daha da artırmak amacıyla tasarlanan finansal teknolojiler ile online ticaret, son tüketicilere çoğu zaman fark edilmeyen maliyetler yüklüyor. İnsanlığın refaha erişimi için tek alternatif olarak sunulan serbest piyasa, her geçen gün daha adaletsiz bir hale geliyor. Bu adaletsiz işleyiş, yalnızca ekonomik alanla sınırlı kalmayıp toplum, siyaset ve kültüre de sirayet ediyor.

Serbest piyasa olarak adlandırılan sistem, aslında çok uluslu şirketlerin ölçek ekonomisinin avantajlarını kullanarak düşük maliyetle yüksek hacimli üretim yapmalarına, böylece pazardaki fiyatları kontrol etmelerine ve rakiplerini baskı altına alıp çoğu zaman yok etmelerine imkân sağlayan bir mekanizma.

Bu mekanizmanın en iyi örneklerinden biri, Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşandı. ABD’nin ve hatta belki de dünyanın en büyük perakende zinciri olan Walmart, büyük tedarikçilerle yaptığı anlaşmalar sayesinde ürünleri yerel marketlerden çok daha düşük fiyatlarla satarak, küçük bakkal ve marketlerin birer birer kapanmasına yol açtı. Benzer şekilde, ABD’nin dünyaca ünlü e-ticaret platformu Amazon, kitapla başladığı yükselişini kısa sürede bütün sektörlere yayarak birçok sektörde büyük iflaslara ve yıkımlara sebep oldu. Günümüzde Türkiye de dahil olmak üzere birçok ülkede benzer süreçler yaşandı ya da yaşanıyor.

Türkiye’de halk arasında “üç harfliler” olarak nitelendirilen perakende market zincirlerinin esnaf üzerindeki etkisini hepimiz günlük hayatımızda bizzat tecrübe ediyoruz. Türkiye’de 1990’larda mahalle bakkallarının sayısının 200 binden fazla olduğu tahmin ediliyordu. Günümüzde ise bu sayı 30 binin altına düşmüş durumda. Böyle bir ekonomik dönüşümün yerel ekonomiler, istihdam ve hane halkı gelir kaybı açısından yaratacağı etkiyi tahmin etmek zor olmasa gerek.

Benzer bir durum maalesef tarım sektöründe de yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. Nestlé, Monsanto, Coca-Cola gibi küresel gıda devleri, sermaye, üretim hacmi ve lojistik gibi avantajları sayesinde küçük çiftçileri ve gıda üreticilerini hızla sektörün dışına itiyor. Yerelde üretim yapan ve önceleri kendi kendini idame ettiren küçük üreticiler, artan maliyetler ve piyasadaki fiyatlandırmalar karşısında mücadele edemez hale geliyor. Türkiye’de özellikle hayvancılık sektöründe gözlemlendiği üzere, bir süre sonra üretim daha büyük ölçekli şirketlerin eline geçiyor. Bu durum, gıda güvenliği, istihdam ve kendine yeten kırsal nüfus açısından büyük riskler doğuruyor.

Tüketiciler olarak, bu sürecin arka planında olup bitenlerin çoğunun farkında değiliz. Örneğin, e-ticaretin hızla büyümesi bize sonsuz seçenekler ve daha düşük fiyatlar sunuyor gibi görünebilir. Oysa her yeni sistem, beraberinde gizlenmiş birçok yeni maliyet getiriyor.

Küresel ölçekte Amazon ve Alibaba, ulusal ölçekte ise farklı isimlerde birçok platform aracılığıyla yapılan alışverişlerde, tüketiciler genellikle reklamlar ve kampanyalar yoluyla yönlendirildiklerinden, dijital ödeme araçları, ek vergiler, kargo ve lojistik maliyetlerinin ürünlere yansımasından habersizdir. Ayrıca, bu hizmetleri sunan çalışanların yüksek rekabet nedeniyle maruz kaldıkları ağır ve kötü çalışma koşulları da çok nadiren gündeme gelir. Daha büyük bir tehlike ise, küçük esnaf ve yerel mağazalar yavaş yavaş yok oldukça, birçok sektörde tekel haline gelen e-ticaret platformlarının bu avantajı kullanarak fiyatları artırması olacaktır. Piyasaya girerken düşük fiyatlarla rekabet eden platformlar, rakipsiz kaldıklarında her bir hizmeti ayrı ayrı fiyatlandırarak küçük esnaftan çok daha pahalı hale gelmekte gecikmeyeceklerdir.

Çok uluslu şirketler ve dijital platformlar yalnızca küçük üreticileri ve tüketicileri etkilemiyor. Bu yapıların yarattığı ekonomik atmosfer, toplumsal hayatın tüm yönlerini etkiliyor. Küresel platformların sinema, müzik, kitap ve edebiyat gibi kültürel üretim sektörleri üzerindeki etkisi de oldukça belirgin.

Ayrıca, bu büyük şirketlerin ülkelerin siyasetleri üzerindeki etkisi de göz ardı edilemez. Etki, gümrük, vergi ve teşvik politikalarından başlayarak, ifade özgürlüğü, seçimler ve hükümetlerin değişimine kadar uzanabiliyor. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, ABD’li iş insanı Elon Musk’ın sahibi olduğu dijital platform üzerinden yaratmaya çalıştığı küresel ölçekli siyasi etki bunun en iyi örneklerinden biri. Sermaye, üretim hacmi ve teknoloji birleştiğinde, önünde durulamaz, kısıtlanamaz ve denetlenemez bir güç ortaya çıkıyor. Günümüz koşullarında, ekonomik olarak büyük oranda bağımlı hale gelmiş ve kendine yetme yetisini yitirmiş ya da en iyi ihtimalle zayıflamış ulus-devletlerin bu güce karşı durmaları pek olası görünmüyor.

Apple, Amazon, Google, Facebook ve X gibi teknoloji devlerinin, Avrupa Birliği’nin getirdiği kısıtlamalara karşı yürüttükleri kampanyaları, ABD seçimlerinde sahip oldukları veri havuzlarını nasıl kullandıklarını ve daha pek çok örneği hatırladığımızda konunun ciddiyeti daha net anlaşılıyor.

Küresel sermaye ve çok uluslu şirketlerin gücü, ulus-devletleri ve toplumları yeniden şekillendiriyor. Üstelik bu süreçten sadece görece yoksul ya da gelişmekte olan ülkeler değil, ABD gibi bu şirketlere kaynaklık eden gelişmiş ülkeler de doğrudan etkileniyor. Sosyal adaletsizlikler artıyor, siyasi kutuplaşma derinleşiyor ve devletlerin egemenliği zayıflıyor.

Şimdi tüm bunların ışığında reklam endüstrisinin en yaygın mottosuyla soralım: Gerçekten seçim yapma özgürlüğümüz var mı, yoksa yalnızca bize sunulan sınırlı seçeneklerden birini mi seçiyoruz?

Geleceğin nasıl şekilleneceği, bireylerin, toplumların ve devletlerin bu küresel güç birikimine karşı nasıl direneceğine bağlı. Kolay değil, ama belki insanlık kendine yetebilir yerel ekonomileri, adil ticareti, gerçek ihtiyaça dayanan akıllı tüketimi önceleyen sürdürülebilir bir ekonomi modeliyle cevap verebilir. Kim bilir…

1 Comment

  1. uluslararası ve ulusal düzeyde kriz, büyük dönüşüm veya kırılma anlarında ortaya çıkan Adam Smith’in “görünmez el”, John Maynard Keynes’in “alım gücüyle desteklenmiş alma isteği” teorilerinin yaptığı gibi mal üretim öncesine, üretim sürecine, dolaşımına, tüketimine, oluşacak çöpüne ve bütün bu süreçlerin doğaya vereceği istenmeyen zararlara ilişkin yaptırım gücüyle desteklenecek derinlikli bir hukuku düşünmenin vaktidir. bu hukuk iklim anlaşmaları ve green deal saçmalıklarıyla oluşturulabilecek bir şey değildir. dünyanın ve memleketin halihazırının derd kaynağı olacak, hassasiyet ve hususiyet sahibi insanları dertli kılacak çok fazla marazı ve bu marazlardan türeyen ciddi mağduriyetleri vardır. kişisel mülkün; hem organizasyonel hem de sermaye bakımından “üst limiti” ve üst limiti aşan miktarının mülkü üretenle ortaklı bir şekilde kamusallaştırılması bir çözüm olabilir. dolayısıyla hem girişimcilik cezalandırılmamış olur hem de istismar ve tahakkümün önüne geçilebilir. uluslararası yaptırımı olacağından ülkelerin sermaye kapma yarışına girmesini önleyebilir ve kamusallaştığından zenginlik yaygın bir paylaşıma konu olabilir.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA