Coğrafya ‘Gen’dir (2)

Post-genomik çağda teorik biyologlar birkaç gruba ayrılıyor. Bir kısmı hala katı pozitivist çizgide, gen merkezci modelde, ısrar ediyorlar ve bu ısrarlarının hiçbir bilimsel dayanağı yok; tanrı yoktur ön-kabulleriyle çatışma riskinden ötürü ideolojik olarak direniyorlar. Bir başka grup ise sistem biyolojisi ile materyalizmi barıştırmaya çalışıyor; bilimsel olarak biyolojik açıklayıcılığı daha başarılı olana direnmiyorlar ancak ideolojileri ile bilim arasındaki çatışmayı naif bir şekilde halının altına süpürmeye çalışıyorlar. Üçüncü bir grup ise post-modern yıkıcılığa teslim olup bilinemezci nihilist bir konuma savruluyor. Dördüncü bir yol arayanlar ise (örneğin merhum Teoman Duralı) henüz detaylı bir teori ortaya koyabilmiş değil.
image_print

Gen merkezli biyolojiye göre her şeyin bir geni olması gerekir. Sadece biyolojik işlevlerin değil her şeyin; hastalıkların, obezitenin, yaşlanmanın, zekanın, eşcinselliğin, eğitim güçlüğünün, zenginliğin, davranışların genlerle izah edilebilmesi gerekir. İnsan genom projesinin öncesinde insan gibi karmaşık bir organizmadaki tüm biyolojik fenomenleri (ve biyolojik olduğu varsayılan fenomenleri) belirlenimci bir şekilde yönetecek bir milyon farklı gen olması gerektiği tahmin ediliyordu. 2001 yılında projenin tamamlanması bir milat oldu; artık post-genomik dönemde yaşamaktayız. Bu projenin önemli sonuçlarından bir tanesi sadece 20 bin civarı gene sahip olduğumuzu ortaya çıkarması oldu. Ancak mikroskopla gözlemlenebilen tek hücreli bir canlıda bile 5-6 bin gen varken insan biyolojisinin bu kadar az genle düzenlenmesi izaha muhtaçtı. Bu karmaşayı çözümlemek için ortaya “Sistem Biyolojisi” diye bir kavram/alt-disiplin atıldı. Aristo’ya atfedilen “Bütün, parçaların toplamından daha fazladır” sloganıyla izah edilen bu bütüncülcü (holist) biyoloji yaklaşımı aslında indirgemeci biyoloji projesinin tam tersini söylüyor. Sistem biyolojisinde, biyolojik sistemler (gen grupları, gen-protein-RNA toplulukları) kompleks etkileşimler içeren ağlar olarak, bir bütün şeklinde, izah edilmeye çalışılıyor. Bu yaklaşım indirgemeci biyolojinin tıkandığı birçok meseleyi kolayca çözüyor. Örneğin indirgemeci bir şekilde genlerle işlevler arasında birebir ilişkileri zorunlu tuttuğumuzda 20 bin genin yönetebileceği biyolojik işlevlerle 5 bin genin yönetebileceği biyolojik işlevler arasında 4 kat fark olmasını bekleriz. Hâlbuki insanla tek hücreliler arasındaki işlevsel karmaşıklık farkı 4 kattan çok daha fazla. Sistem biyolojisinde ise işlevleri gen gruplarıyla eşleştirebiliriz. Ve matematiksel olarak 20 bin genden oluşturabileceğiniz farklı gen kümesi kombinasyonlarının sayısı (220000), 5 bin genin oluşturabileceklerinden (25000) neredeyse sonsuz kat (215000) daha fazladır. Dolayısıyla gen sayısının beklenenden az çıkması sistem biyolojisi perspektifinde hiç sorun teşkil etmez.

İnsanların salt genomları karşılaştırıldığında genetik benzerlik %98’in üzerindedir, hatta insanla şempanze genomları karşılaştırıldığında bile %95 benzerlik karşımıza çıkar. Gen merkezli biyolojide bu kadar benzer genetik materyallerden bu kadar farklılıklar gözlemlenebilmesinin izahı zordur. Ancak sistem biyolojisi paradigmasına geçersek sadece DNA’dan RNA’ya dönüşüm örüntülerini bir etkileşim ağı şeklinde modellesek bile karşımıza çıkan insan ağı ile şempanze ağı arasındaki benzerlik %60’lara düşer. Sorun büyük oranda çözülmeye başlar.

Tüm bunlar genomun (yani DNA’nın, yani genlerin) tek başına ve indirgemeci bir şekilde kullanılmasının biyolojik işlevleri ve süreçleri izah etmekte zorlandığını, holist perspektifin ise çok daha başarılı olduğunu gösteriyor.

Peki, bilimsel olarak bunda bir mahsur var mı? Bilime yüklediğiniz anlama göre cevap değişir. Bilimi materyalist/ateist ideolojinin prangasında bir ideoloji olarak kodlarsanız mahsuru çok. Önceki yazımda da değindiğim gibi bu ideoloji için indirgemeci biyoloji bir zorunluluk. Sistem biyolojisi ise tam olarak bu paradigmanın karşısına konumlanmış durumda. Çünkü bütünü bütün yapan ve parçalarla izah edilemeyen bir “şey”den bahsettiğiniz anda o “şey”in aralayacağı kapıdan tanrı tekrardan resme girebilir. O “şey”in ortaya çıkışını tedrici, rastlantısal, evrimsel materyalist anlatıyla örtüştürmeniz güçleşir.

Post-genomik çağda teorik biyologlar birkaç gruba ayrılıyor. Bir kısmı hala katı pozitivist çizgide, gen merkezci modelde, ısrar ediyorlar ve bu ısrarlarının hiçbir bilimsel dayanağı yok; tanrı yoktur ön-kabulleriyle çatışma riskinden ötürü ideolojik olarak direniyorlar. Bir başka grup ise sistem biyolojisi ile materyalizmi barıştırmaya çalışıyor; bilimsel olarak biyolojik açıklayıcılığı daha başarılı olana direnmiyorlar ancak ideolojileri ile bilim arasındaki çatışmayı naif bir şekilde halının altına süpürmeye çalışıyorlar. Üçüncü bir grup ise post-modern yıkıcılığa teslim olup bilinemezci nihilist bir konuma savruluyor. Dördüncü bir yol arayanlar ise (örneğin merhum Teoman Duralı) henüz detaylı bir teori ortaya koyabilmiş değil.

Birkaç hafta önce dinlediğim çevrimiçi bir seminerde ABD’de bir profesör kanser araştırmalarında bir paradigma değişimi gerektiğini tartışıyordu. Kanserin sebeplerini salt DNA’da arayıp tedavileri buralara hedeflemenin eksik bir yaklaşım olduğunu ifade ediyordu. Tümör hücrelerinin belirli ‘hal’lerde sabit olmadığını çevresel etmenlerle değişim gösterebildiğini söylüyordu. Sabit DNA’ya sahip hücrelerin farklı hallerde farklı tepkiler gösterebilmesi kanser araştırmalarını da gen merkezci paradigmadan çıkmaya zorluyor. Bu seminer sadece bir örnek; kanser, metabolik hastalıklar, kronik immün problemler, kalp damar bozuklukları vb tüm tıp araştırmalarında gen merkezci paradigmanın dışına taşan, daha kişiye özgü, çevrenin yol açtığı dinamizmin daha yakından irdelendiği bir paradigmaya doğru ilerliyoruz. Çevre meselesini biraz daha açıp konuyu başlığa bağlamak üçüncü yazıya kaldı artık.

Dr. Muhammed Erkan Karabekmez

1980 Malatya doğumludur. Lisans, Yüksek Lisans ve Doktora derecelerini Boğaziçi Üniversitesi Kimya Mühendisliği Bölümünden almıştır. Ayrıca İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden de mezun olmuştur. İstanbul Medeniyet Üniversitesi Biyomühendislik Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Harvard Üniversitesinde misafir araştımacı olarak yer almaktadır. Biyoenformatik, yapay zeka, veri etiği, hesaplamalı biyoloji, sağlıkta dijitalleşme gibi alanlarda araştırmalar yapmaktadır. Birçok STK'da görev almıştır.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.