Çin Yeni Sömürge İmparatorluğu

Ortada olan şey şu ki: Çin imparatorluğu son on yılda çok daha iddialı hâle geldi. Artık giderek artan ekonomik ve askerî kapasitelere, aynı zamanda Amerikan imparatorluğunun küresel üstünlüğüne meydan okuyacak hırslara sahiptir. Ortada olmayan şey ise, ABD ile tırmanan tüm bu gerilimlerin nihayetinde nasıl sonuçlanacağıdır. Kore Yarımadası ve Tayvan Boğazı’ndan Güney Çin Denizi ve Doğu Avrupa’ya, oradan da Orta Doğu ve Afrika’ya kadar, jeopolitik gerilimler 80 yılı aşkın süredir görmediğimiz bir biçimde tırmanıyor. Bu, hızla değişen bir jeopolitik ortam ve Çin imparatorluğu bu ortamda stratejik üstünlük kurmak için tüm fırsatları değerlendirmeye kararlıdır.
Mart 24, 2025
image_print

“Çin, bir ‘Alay Çağı’na girmiş bulunuyor. Devlet destekli partiler, eğlence programları ya da televizyondaki komedi ve skeçlerin dışındaki her yerde, Çin’in yöneticileri ve resmi yolsuzluklar, toplumda dolaşan alaycı mizahın başlıca malzemesi haline geldi. Hemen herkes, müstehcen imalarla bezeli bir siyasi fıkra anlatabilir; neredeyse her kasaba ve köyün kendine ait zengin bir hicivli siyasi nükte stoğu vardır. Özel akşam yemeği toplantıları, şikâyetlerin dile getirildiği ve siyasi fıkraların anlatıldığı gayriresmî sahne gösterilerine dönüşür; anlatılan ve tekrar anlatılan en iyi espriler ve nükteler hızla yayılır. Bu malzeme, anakara Çin’in gerçek kamusal söylemini oluşturur ve devlet kontrolündeki medyada görünenlerle keskin bir tezat içindedir. Sadece kamu medyasını dinlerseniz, cennette yaşadığınızı düşünebilirsiniz; sadece özel konuşmaları dinlerseniz, cehennemde yaşadığınız sonucuna varırsınız. Biri sadece tatlılık ve aydınlık sunar, diğeri ise yalnızca güneşsiz bir karanlık.”

Liu Xiaobo

Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP), Çin İç Savaşı’nda Kuomintang’a (KMT) karşı kazandığı zaferin ve ardından Çin Cumhuriyeti’nin (ÇC/Tayvan) Tayvan adasına çekilmesinin ardından, Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC), anakara Çin’in tanınan devleti olmuştur. Bu süre boyunca Çin, kesinlikle kendi kaderini çizen bağımsız bir aktördü; ancak Batılı istihbarat teşkilatları tarafından yanlış biçimde Sovyetlerin bir uydusu ya da vekili olarak görüldüğünden, küresel arenada gerçek bir oyuncu değildi. Gerçeklik ise bundan çok farklıydı ve son 70 yılı aşkın sürede çok şey değişti; Çin artık dünyanın en güçlü ikinci imparatorluğu, etki alanı (nüfuz/hegemonya) bakımından en büyük üçüncü, askerî güç açısından ise ikinci en güçlü devleti konumunda.

Tıpkı bir asırdan fazla bir süre önce yükselen güç olan ABD gibi, Çin de bugün küresel ölçekte açıkça yükselen güçtür; buna karşılık, ABD artık I. Dünya Savaşı öncesinde İngiltere’nin olduğu gibi, hâlen var olan en güçlü imparatorluk olsa da gözle görülür bir gerileme içindedir. Çin’in, gayrisafi yurt içi hasıla (GSYİH) açısından 2030 yılına kadar dünyanın en büyük ekonomisi olacağı öngörülmektedir. Ancak, ülkeler arasındaki farklı hizmet ve maliyetleri hesaba katan satın alma gücü paritesi (PPP) açısından bakıldığında, Çin ABD ekonomisini çoktan geride bırakmış ve 2010’ların başlarında dünyanın en büyük üreticisi haline gelmiştir. Bu, ABD’nin 1890’dan beri elinde tuttuğu bir unvandı. Şimdi tüm bunların nasıl geliştiğine ve geleceğin neler getirebileceğine bakalım.

SINIR SAVAŞLARI VE GÜCÜN PEKİŞTİRİLMESİ

Mao Zedong iktidarı ele geçirip modern Çin devletini kurar kurmaz, Tibet’i işgal etmek ve kalıcı olarak Çin egemenliği altına almak üzere derhal harekete geçti. Qing Hanedanlığı’nın çöküşünden sonra, Tibet bir süre fiilen bağımsız bir devlet olarak varlık göstermişti. 40.000 Çinli asker Tibet’i silah zoruyla teslim olmaya zorladı; ancak Çin’de bu olay, “Tibet’in Barışçıl Kurtuluşu” olarak adlandırılmaktadır. Orwell’in kolaylıkla öngörebileceği türden bir ifade. Çin, Tibet’i hem doğal kaynakları hem de rakibi Hindistan’la olan stratejik sınırı askerîleştirmek için istiyordu—ki bu, günümüzde giderek daha da önem kazanan jeopolitik bir meseledir.

1950 yılı boyunca, Batı Çin’in güvenliğine yönelik en büyük tehdit olarak gösterilirken, Çinliler Kore Yarımadası’ndaki Amerikan ilerleyişini durdurmak için Kore Savaşı’na müdahale etti. Kuzey Kore, Çin ile ABD işgali altındaki Japonya arasında bir tür tampon bölge işlevi görüyordu; Çinliler, Batılı güçler ve Japonlar tarafından maruz kaldıkları yüz yıllık aşağılanmadan sonra yeni bir işgalden endişe ediyorlardı. Özünde Kuzey Kore, Çin için Amerikan gücüne karşı bir siper işlevi görmektedir. Kore Savaşı’nda 180.000’den fazla Çinli asker öldü; ateşkes sağlanana ve askerden arındırılmış bölge kurulana kadar bu böyle sürdü. Hâlâ teknik olarak sona ermemiş olan bu çatışmadan çıkan sonuç; Güney Kore’nin Amerikan imparatorluğunun şemsiyesi altına girmesi, Kuzey Kore’nin ise bir parya devlet haline gelerek Sovyetler ve Çin’e tamamen bağımlı hâlde varlığını sürdürmesiydi. Önümüzdeki birkaç on yıl boyunca Kuzey Kore, Çin’e giderek daha fazla yakınlaştı ve bağımlı hale geldi; Sovyetlerin çöküşüyle birlikte Çinliler, Pyongyang ile “özel ilişki” olarak tanımlanan bir bağ geliştirdiler. Onlar, Pekin’in en önemli müttefiklerinden biridir ve fiilen Çin’in kontrolü altındadır. Çin, hayati bir çıkarı söz konusu olmadıkça itaat talep etmez; ancak ÇKP ile Kuzey Kore İşçi Partisi’nin, kolektif Batı’ya ve ABD egemenliğindeki dünyaya karşı ortak çıkarları vardır. Çin’in desteği olmadan, Kuzey Kore devleti ve onun iç baskı aygıtı var olamazdı.

1950’lerin başlarında, Çin Komünist Partisi (ÇKP) aynı zamanda yurt içinde de büyük çaplı bir toprak reformu hareketiyle gücünü pekiştirmeye çalıştı. Bu, 1 ila 2 milyon toprak sahibinin idam edilmesiyle sonuçlandı. Toprak sahipleri için pek de üzüldüğümü söyleyemem ama kitlesel cinayetler, kimse için ya da hiçbir yer için ilerlemenin en iyi yolu olmasa gerek. 1950’lerin ortalarına gelindiğinde, toprak reformları büyük ölçüde tamamlanmıştı; ancak Sincan, Tibet, Çinghay ve Sichuan gibi Batı ve Orta Çin’deki bölgelerde böyle bir reform gerçekleşmedi. Bu bölgelerdeki pek çok insan, bugün bile derin bir yoksulluk içinde yaşamaktadır.

1953’ten itibaren ÇKP, kamulaştırılmış toprakların “Tarımsal Üretim Kooperatifleri” adı verilen yapılar yoluyla kolektif mülkiyetini uygulamaya başladı ve bu toprakların mülkiyet haklarını Çin devletine devretti. Çiftçiler, “Halk Komünleri” adı verilen gruplara dahil edilen kolektif çiftliklere katılmaya zorlandı; bu yapılarda mülkiyet hakları merkezi olarak kontrol ediliyordu. Ancak çiftliklerdeki işçilerin gerçekte hiçbir şeyi kontrol ettiği söylenemezdi—kontrol ÇKP’ye aitti. Başka bir deyişle, toprak esasen burjuva özel mülkiyetinden burjuva devlet mülkiyetine aktarılmıştı. Anarşistlerle Marksistler arasındaki temel tartışma noktalarından biri, devrim sonrası Rusya ve Çin’de yaşanan bu durumlardır. Anarşistler toprak ve sanayinin kolektifleştirilmesini savunurken, Bolşevikler ve ÇKP bunları partinin en üst düzey elitlerinin otokratik denetimi altında yalnızca kamulaştırmıştır.

1959’da yüz binlerce Tibetlinin direndiği bir ayaklanmanın ardından, Çin Komünist Partisi (ÇKP) bu isyanı zor kullanarak bastırdı ve en az birkaç bin direnişçiyi öldürdü. Ardından ÇKP, Tibet Hükûmeti’ni feshetti ve Dalay Lama sürgüne kaçmak zorunda kaldı. 1950’lerin sonu ile 1960’ların başında Çin, nükleer silahlar geliştirdi ve ekonomide reformlara başladı (Büyük İleri Atılım); bu reformlar kıtlığa yol açtı ve on milyonlarca insanın ölümüne neden oldu. Bununla birlikte, okuryazarlık oranı büyük ölçüde arttı ve Çin bağımsız bir sanayi sistemi kurmayı başardı. 1960’ların ortalarında Mao ve ÇKP, “Kültür Devrimi”ni başlattı; bu aslında Büyük İleri Atılım’ın başarısızlıklarının ardından Çin’in en üst düzey liderlerinin iktidarlarını pekiştirme hamlesiydi. Bu süreç, muhalefetin sert bir biçimde bastırılmasına, çok sayıda katliama ve modern Çin devletini bugüne dek tanımlayan bir totaliterliğe yol açtı.

ÇİN-AMERİKAN YAKINLAŞMASI

1970’lerin başlarında küresel siyasette büyük bir değişim yaşandı—ABD ile Çin arasındaki yakınlaşma. 1960’lardaki Çin-Sovyet bölünmesinden sonra, bu her iki ülke için de doğal bir gelişmeydi. ABD açısından bu durum, birleşik bir Çin-Rusya cephesinin Batı’ya karşı oluşmasını (geçici olarak) engelleme imkânı sağladı, Batılı şirketler için büyük yatırım fırsatları yarattı ve uzun vadede Çin’in Washington’ın etkisi altına alınabileceği umuluyordu. Çin açısından ise bu, Batı sermayesinin desteğiyle ekonomilerini büyütmelerine olanak tanıdı ve kıyılarındaki Tayvan Boğazı’nda barışçıl bir statüko oluşturdu. Bu aslında tamamen ticaretle ilgiliydi.

Bu dönemde Çin ayrıca Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi oldu ve Çin Cumhuriyeti’nin (ÇC) yerine Birleşmiş Milletler’de doğrudan Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) geçti. “Tayvan meselesi”nin doğmasına yol açan da tam olarak budur.

Mao’nun 1976’daki ölümünden sonra, Kültür Devrimi’nin önde gelen liderleri, kitlesel katliamlardaki rolleri nedeniyle yeni lider Hua Guofeng tarafından tutuklandı. Ardından Deng Xiaoping iktidara geldi ve ekonomik reformları yürürlüğe koydu. ÇKP, vatandaşların kişisel yaşamları üzerindeki denetimini gevşetti ve komünler kademeli olarak dağıtıldı. Mao’nun tarım sistemi tasfiye edildi, tarım arazileri özelleştirildi ve dış ticaret—özellikle ABD ile—yeni bir odak noktası haline geldi. Verimsiz kamu iktisadi teşebbüsleri yeniden yapılandırıldı ve kârlı olmayanlar tamamen kapatıldı; bu da kitlesel iş kayıplarına neden oldu. Bu gelişmeler, Çin’in ağırlıklı olarak planlı bir ekonomiden, serbest piyasa unsurları içeren karma bir modele geçişini simgeliyordu. Bu durum, birçok Çinlinin zenginleşmesine yol açtı, ancak bekleneceği üzere, eşitsizlik de aynı oranda arttı. Deng Xiaoping’in yönetimi Çin’de tartışmalı bir konudur. Bazıları onu “modern Çin ekonomisinin mimarı” olarak överken, bazıları da neoliberal reformlarının kapitalizmi güçlendirdiği gerekçesiyle onu küçümser.

Çin’in ekonomik büyümeye geçişinden ve bu büyümenin son derece adaletsiz servet dağılımından büyük ölçüde Deng Xiaoping sorumludur; zira onun ABD ile kurduğu somut diplomatik ilişkiler, Amerikan ticari yatırımlarının Çin’de genişlemesine olanak sağladı. Ancak ben, onun “imparatorluğun başına nasıl geçtiğine” ve bu dönemin nasıl sona erdiğine odaklanacağım. Deng, 1979’da soykırımcı Khmer Rouge’u desteklemek amacıyla Vietnam’ı işgal etti; “Vietnam’a bir ders vermek” için en az on binlerce Vietnamlıyı (ve Çin askerini) öldürdü. Yaklaşık on yıl sonra ise yönetimi, Tiananmen Meydanı Katliamı ile sona erdi. Protestocular ve öğrenci aktivistler ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, demokratik olmayan ÇKP içinde reformlar, örgütlenme özgürlüğü, toplumsal eşitlik ve ekonomik demokrasi talep ediyorlardı. Kendini uluslararası işçi sınıfının lideri olarak tanıtan Çinli komünist, buna binlerce sivili soğukkanlılıkla öldürerek yanıt verdi. Çin “sosyalizminin”, sözde komünizme giden yolda sergilediği bu özellik hem son derece ilginç hem de rahatsız ediciydi, doğrusu.

Jiang Zemin, 1990’lı yıllarda Çin’i yönetti ve vatandaşları yoksulluktan kurtarmaya devam etti; ancak bu süreçte, neoliberal politikaların olağan bir sonucu olarak, giderek daha büyük bir eşitsizlik yarattı. 1990’ların sonlarında, Britanya ve Portekiz imparatorluklarının son kalıntıları olan Hong Kong ve Makao Çin’e iade edildi. Bu durum, her iki bölgede de büyük bir demokratik gerilemeye yol açtı ve her ikisi de Çin devleti tarafından ağır baskıya maruz bırakıldı.

Hu Jintao 2000’li yılların başında iktidara geldi; bu dönem, Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne kabul edilmesiyle birlikte, son yüzyılın en önemli küresel kararlarından birinin alındığı zaman dilimiydi. O zamandan bu yana geçen birkaç on yılda Çin, Batı ekonomilerinden büyük ölçüde faydalandı. Büyüme, daha önce kimsenin tanık olmadığı kadar hızlı gerçekleşti ve ekonomistler Çin’in yükselişini “meteorik” olarak nitelendirdi. Ancak bu büyüme, Çin’in yoksulları (her yıl daha da fazla mücadele eden kesim), çevre ve büyük çaplı toplumsal yerinden edilme pahasına gerçekleşti. Bu dönemde—tıpkı II. Dünya Savaşı sonrası ABD gibi—Çin, BRICS ve Şangay İş birliği Örgütü gibi birçok kurumu da kurarak bu yapılarda öncü bir rol üstlendi.

XI JINPING VE ÇİN’İN KÜRESEL HIRSLARI

2010’ların başında Xi Jinping iktidara geldi ve onunla birlikte çok daha iddialı bir Çin ortaya çıktı. Çin önderliğinde uluslararası kredi sağlamak amacıyla yatırım bankaları kurdu ve aynı zamanda kendi kişisel gücünü de pekiştirdi. Xi döneminde siyasi baskı büyük ölçüde arttı; Çin toplumunun marjinal kesimlerine yönelik sistematik insan hakları ihlalleri ve siyasi muhaliflerin düzenli olarak tasfiye edilmesi yaygın hale geldi. 2017’den bu yana, Çin Komünist Partisi (ÇKP), Sincan’da sert bir baskı kampanyası (soykırım mı?) yürütüyor; çoğunluğu Uygur olmak üzere, diğer etnik ve dini azınlıkları da kapsayan bir milyondan fazla insan toplama kamplarında hapsedildi. Çin Ulusal Kongresi, 2018 yılında anayasayı değiştirerek Çin Devlet Başkanlığı için iki dönemlik sınırı kaldırdı ve bu değişiklik Xi Jinping’in Çin Halk Cumhuriyeti’nin başkanı (ve ÇKP genel sekreteri) olarak süresiz biçimde görevde kalmasına olanak tanıdı. Xi, fiilen bir diktatördür.

2020 yılında Çin, Hong Kong’da muhalefeti bastırmak için hükümete son derece geniş yetkiler tanıyan bir ulusal güvenlik yasası çıkardı. Aynı yıl, Çin vatandaşları COVID pandemisi sırasında dünyadaki en sert önlemlerden bazılarına katlanmak zorunda kaldı. Xi’nin iç politikaları çokça tartışma konusu olmuş olsa da, Çin’in gerçek küresel hırsları da onun yönetimi altında şekillenmiştir. 2012–2013 yıllarında Çin ekonomisi, iç kredi sorunlarının yaşandığı bir dönemde ve dış talebin zayıflamasıyla birlikte yavaşlamaya başladı. Bunun üzerine Çin, “Kuşak ve Yol Girişimi (BRI)” adını verdiği iddialı bir küresel altyapı yatırım projesini başlattı. Çin, ticari sektörünü Çinhindi ve Afrika’dan Avrupa ve Latin Amerika’ya kadar dünya çapında genişletmeyi hedefliyordu.

Çin’in yapmaya çalıştığı şey, giderek büyüyen yumuşak gücünü, bir gün sert güç yansıtmayı umduğu bölgelere doğru genişletmektir. Bu, Çin’e Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki daha zayıf ülkeler üzerinde diplomatik baskı kurma olanağı sağlamakta; böylece bu ülkelerin kaynakları üzerindeki kontrolünü zamanla artırmakta ve küresel meselelerde onların sadakatini kazanmaktadır. Aynı zamanda bu durum, Çin’in Avrupa, Okyanusya ve Batı yarımküredeki pek çok Amerikan müttefikinin bile ekonomik geleceğine daha fazla nüfuz etmesini sağlamaktadır. Xi döneminde Pekin’in etkisi Afrika ve Çinhindi’nde adeta patlama yaşamış; Çin imparatorluğu Angola, Tanzanya, Laos, Myanmar gibi yerlerde ekonomik fetih yoluyla güç projeksiyonu yapmıştır. Bu ülkeler ve onların geleceği, doğrudan Çin ekonomisinin kaderine bağlı hâle gelmiştir. Çin etkisinin gelişmekte olan dünyada genişlemeye devam etmeyeceğini düşünmek için hiçbir neden yok.

Bu bölgelerin gerçekten de kalkınacak olması güzel bir şey; ancak bu kalkınma, büyük ölçüde şirketlerin elindeki ekonominin (yani bu ülkelerdeki siyasi ve ekonomik elitlerin) ve Çin’in yerel liderlik sınıfının çıkarına olacaktır. Elbette bu ülkelerde yeni altyapılar inşa edilecek ve modernleşme yaşanacak; ama asıl fayda halktan ziyade imparatorluğun kendisine olacaktır. İster Amerikan ister Çin imparatorluğu söz konusu olsun, işçi sınıfının ve yoksulların içten içe bastırılmasıyla ilgili hiçbir şey değişmeyecektir. Hatta şöyle bile denebilir: Çin’in kontrolündeki bölgelerde, liderler demokrasi, insan hakları vb. gibi konularda görüntüyü kurtarmaya dahi ihtiyaç duymadığı için, halk üzerindeki baskı daha da yoğun olabilir. Çin’in imparatorluğu, daha kapsayıcıdır; çünkü hammaddelerin akışı kesintisiz sürdüğü sürece, ülkenizde dilediğinizi yapmanıza az çok izin verir. Pekin herkesle çalışabilirken, Washington yalnızca sömürmeye değer bulduğu ülkelerle çalışır ve otoriterleri ile diktatörleri desteklemesi karşısındaki olumsuz kamuoyu algısına katlanır (“Ya bizdensin ya da bize karşısın”—elbette bu rejimler emperyal çıkarlar için hayati önemde değilse). Örneğin ABD, Eritre ya da Küba gibi ülkeleri izole etmeye çalışırken; Suudi Arabistan ya da İsrail gibi, daha beter olmasa da en az onlar kadar acımasız rejimlerle çalışmaya devam eder. Çin ise tüm bu rejimlerle bağlarını sürdürmektedir.

Çin, sadece imparatorluğun oyun kitabını güncelliyor, yeni sömürgeciliğin kendi varyantını geliştiriyor ve Çin’in Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki yatırımları isyancı güçler, rakip rejimler ya da çıkarlarına uymayan liderler tarafından tehdit altına girdiğinde, bu yatırımları korumak için genişleyen askerî gücünü kullanmayacağını düşünmek için hiçbir neden yok. Emperyalizm tam olarak böyle işler ve Çin şimdiden askeri varlığını genişletmektedir; Solomon Adaları hükümetiyle bir güvenlik anlaşması imzalamış ve Cibuti’deki mevcut üssünün yanı sıra bu bölgeye yerleşmiştir. Çin’in neredeyse tüm Afrika kıyı şeridi boyunca yatırımları vardır; bu da gelecekte Çin deniz üslerine ve askerî varlıklara olanak sağlayacaktır. Ayrıca, Çin, Güney Çin Denizi’nde çok sayıda yapay ada inşa ederek bunları sistemli biçimde askerî üslere dönüştürüyor. Bu yapılar, uluslararası sular üzerinde kendi egemenlik iddialarını pekiştirmekte; Vietnam, Filipinler ve aynı bölge üzerinde hak iddia eden diğer ülkelerin sert kınamalarına yol açmaktadır. Çin, Tayvan ya da Güney Çin Denizi üzerine ABD ile yaşanabilecek büyük bir silahlı çatışmaya hazırlanmaktadır. Bu bölgedeki tansiyon, şimdiye dek hiç bu kadar yüksek olmamıştı ve Çinli planlamacılar, eğer ABD’yi Asya’dan ve Batı Pasifik’ten çıkarmak istiyorlarsa, bu su yollarını ele geçirmeleri gerektiğini çok iyi biliyorlar.

Tayvan Boğazı ve Güney Çin Denizi’nin kontrolünü ele geçirmek, Çin’e yalnızca Tayvan’daki küresel öneme sahip yarı iletken ve mikroçip endüstrileri üzerinde kontrol sağlamakla kalmayacak; aynı zamanda hayati ticaret yollarına da hükmetmesine olanak tanıyacak. Bu yollar, Çin’in ABD’yi bölgeden çıkarmak için kaldıraç olarak kullanabileceği ticari güzergâhlardır ve Pekin’in hâkimiyet kurmak istediği Hint-Pasifik’te daha da fazla güç projeksiyonu için kapılar açacaktır.

ABD ile büyük güç çatışması ihtimalinin yanı sıra, Çinliler güneylerinde yükselen bir Hindistan’la da uğraşıyor. Her iki ülkenin de Himalayalar’da, birkaç yıl öncesine kadar Hint ve Çin kuvvetleri arasında çatışmalara yol açan çok gerçek bir toprak anlaşmazlığı var. Çin’in yönetici elitleri, Hindistan’ın yükselişini dizginlemekte çıkarı olan ve bu çıkarı neredeyse varoluşsal düzeyde hisseden bir gruptur; tıpkı Amerikalıların Çin’i çevrelemeye çalışması gibi. Çin’in uygulamaya koymak istediği strateji, ABD’nin kendilerine karşı yürüttüğü ada zinciri çevreleme stratejisine çarpıcı biçimde benzemektedir. Buna “İnci Dizisi” teorisi denir. Bu terim, Çin anakarasından Afrika Boynuzu’na kadar uzanan, Çin’e ait askerî ve ticari tesislerin/ilişkilerin genişleyen ağına işaret eder. Bu deniz yolları, başlıca deniz geçiş boğazlarından geçmektedir. Pek çok siyasi uzman, bu planın, Çin’in Pakistan’daki özel ekonomik koridoru ve Kuşak ve Yol Girişimi’nin bazı bölümleriyle birlikte Hindistan’ı çevreleyeceğini; Hindistan’ın güç projeksiyonu kapasitesini, ticaretini ve toprak bütünlüğünü tehdit edeceğini düşünmektedir.

Ancak gelecekteki bu olası çatışmaların dışında, Çin’in çıkarlarının düşük sesle dile getirildiği ama çok gerçek olan güncel bir savaş var: Rusya-Ukrayna Savaşı. Elbette Çin, kendisini bağımsız bir taraf olarak göstermeye çalıştı; ancak katı Çin ve Rusya yanlıları dışında hiç kimse onu bu şekilde görmüyor. Çin, Batı’nın yıkıcı yaptırımları karşısında Moskova’nın ekonomisini ayakta tutmada hayati bir rol oynadı; daha önce hiç olmadığı kadar petrol ve doğalgaz satın aldı ve bunu artırmayı da planlıyor. Çinliler ayrıca, işgalin başlangıcından bu yana ölümcül olmayan yardımlar (zırh, insansız hava aracı teknolojileri vb.) sağlıyor. Sözde “barış planı” ise gerçek bir barış önerisinden çok, bir tür çizgiyi belirleme işlevi gördü. Rusya’nın işgal ettiği Ukrayna topraklarının yaklaşık %20’si hakkında hiçbir şey söylemedi; sadece ateşkes çağrısı yaptı ve Batı yaptırımlarının sona erdirilmesini talep etti (ki Pekin bunun kabul edilemez olduğunu biliyor); ayrıca Ukrayna için gelecekteki güvenlik garantileri hakkında da hiçbir şey sunmadı. Bu, barıştan çok Rusya’nın çıkarlarını meşrulaştırma aracı olan bir “Rus barışı” gibi görünüyor.

Çin’in genişlemeye çalıştığı bir diğer bölge ise Orta Doğu’dur. Buradaki temel hedef, zaten kırılgan olan ABD-Suudi Arabistan ilişkilerinin arasını açmaktır. Bu hedefin bir parçası da, küresel piyasalarda ABD doları (USD) hegemonyasını zayıflatmak (ve bir gün onun yerini almak) üzerinedir. Çin’in diğer BRICS üyeleriyle birlikte alternatif bir para birimi arayışında olmasının sebeplerinden biri de budur. Aynı şekilde, Çin’in Suudi Arabistan’la ABD doları yerine Renminbi/Çin Yuanı ile ticaret yapma olasılığını görüşmesi ve son yıllarda birçok ortağıyla, on yıllardır standart hâle gelmiş Amerikan doları yerine, kendi ulusal para birimleriyle ticaret yapmaya yönelmesinin nedeni de budur.

ABD-Suudi Arabistan ilişkisi, Amerikan küresel üstünlüğünün temel taşıdır; çünkü önde gelen enerji üreticilerinin tamamı esasen ABD dolarıyla ticaret yapmaktadır ve bu durum USD’ye büyük bir kaldıraç gücü kazandırmaktadır. Eğer Çin, USD’nin bu egemenliğini zayıflatabilir ve yeterli sayıda ülkeyi kendi para birimiyle ya da başka bir alternatifle ticaret yapmaya ikna edebilirse, bu durum ABD’nin küresel hegemonyası için tam anlamıyla felaket olur. ABD’de hakkında sık sık konuşulan Çin “tehdidi” aslında tam da budur. Bu aynı zamanda Çin’in, Suudi Arabistan ve İran arasındaki anlaşmazlıkları gidermeye çalışmasının da nedenidir. Suudilerin, yükselen bir güç olan İran imparatorluğu karşısında, yani Riyad’ın bölgedeki en büyük tarihsel rakibine karşı, Amerikan silahlarına, askerî varlığına ve savunmasına ihtiyacı vardır.

Eğer Çin bu ilişkiyi onarabilirse, sözüm ona Amerikan güvenliğine olan ihtiyaç da buharlaşıp yok olacaktır. Böylece Amerikalılar, küresel hegemonyanın anahtarı olarak görülen bu bölge üzerindeki kontrolünü kaybedecek ve Çin’in, onun küçük ortağı Rusya ile birlikte, genişlemesinin önü açılmış olacaktır. Çin, Orta Doğu’daki ilişkilerini, hem iç ihtiyaçları (dünyanın en büyük petrol ithalatçısı olması) hem de jeopolitik zorunluluklar (Yeni Soğuk Savaş/ABD ile Çin arasındaki rekabet) nedeniyle genişletmek istemektedir. Bu hedefin önemli bir boyutu da, Süveyş Kanalı ve Hürmüz Boğazı dâhil olmak üzere küresel deniz taşımacılığı yollarının kontrolüdür. Bu nedenle, ABD’nin İran ve Mısır ile olan ilişkilerinin seyri, Çinli stratejistler açısından büyük önem taşımaktadır.

Eğer Mısır, dengeli bir yaklaşıma doğru sürüklenmeye devam ederse ve Pekin’in Moskova’daki dostları bu stratejik açıdan önemli ülkede sürekli bir askerî varlık kurabilirse, bu durum, Süveyş-Kızıldeniz bölgesini kontrol etme çabalarına büyük katkı sağlayacaktır—ki bu bölge başlıca bir ticaret merkezidir. Aynı şekilde, Çin’in Sudan, Etiyopya ve Eritre gibi yerlerdeki etkisinin artması, güçlenmesi ve kök salması da bu çabalara destek olacaktır. Çin’in, özellikle Rusya ve İran’daki müttefikleri açısından, Suriye’yi Batı’ya kaptırmış olması Orta Doğu’da bir gerileme anlamına gelse de, Çin’in bu ülkede dramatik düzeyde bir çıkarı olduğu söylenemez. İki ülke arasındaki ticaret nispeten düşüktü ve Çin her ne kadar Doğu Akdeniz’de, Suriye’de gelecekteki deniz üsleri için fırsat kollamış olsa da, Pekin 2010’dan bu yana bu ülkeye herhangi bir yatırım yapmamıştı. Çin’in Suriye dışındaki bölgelerde çok daha büyük çıkarları vardır ve Pakistan’ın Gwadar Limanı’nda olası Çin deniz kuvvetleri ile İranlılarla giderek derinleşen işbirliği, onlara küresel enerji akışının büyük kısmının geçtiği Hürmüz Boğazı yakınlarında önemli bir askerî varlık sağlayacaktır.

Ortada olan şey şu ki: Çin imparatorluğu son on yılda çok daha iddialı hâle geldi. Artık giderek artan ekonomik ve askerî kapasitelere, aynı zamanda Amerikan imparatorluğunun küresel üstünlüğüne meydan okuyacak hırslara sahiptir. Ortada olmayan şey ise, ABD ile tırmanan tüm bu gerilimlerin nihayetinde nasıl sonuçlanacağıdır. Kore Yarımadası ve Tayvan Boğazı’ndan Güney Çin Denizi ve Doğu Avrupa’ya, oradan da Orta Doğu ve Afrika’ya kadar, jeopolitik gerilimler 80 yılı aşkın süredir görmediğimiz bir biçimde tırmanıyor. Bu, hızla değişen bir jeopolitik ortam ve Çin imparatorluğu bu ortamda stratejik üstünlük kurmak için tüm fırsatları değerlendirmeye kararlıdır.

Kaynak: https://www.counterpunch.org/2025/03/21/the-chinese-neocolonial-empire/

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA