Bir Endülüs Köpeği Uluyor

Bizler yok edildiğimiz her yerden; bir duvarın çatlağından, bir nehir kenarından, bir deniz kabuğundan, bir başak tanesine kadar… Her yerden sızmalıyız. Kendi hikâyemizi kendimiz yazmalı, kendi şarkımızı kendimiz söylemeliyiz. Ne kırmızı gezegende bir şehir hayali satan milyarderden, ne de herkesi tehdit eden turuncu hükümdardan, ne de 50 bin insanın cesediyle övünen katillerden korkmalıyız. Tarihi haydutların değil adı bilinmeyen kahramanların yazdığını, sabredenlerin ve pes etmeyenlerin asla kaybetmediklerini unutmadan…
Nisan 16, 2025
image_print

Süleyman’ın Çürüyen Asası

“Ve onun ölümünü takdir ettiğimizde, (vefat ettiği halde, asasına dayalı olarak günlerce ayakta tutulan Hz. Süleyman’ın) insanlar onun ölümünü, asasını kemiren bir kurtçuktan [–Arapça: Dâbbatularz]  öğrendiler; bu yaratık, onun asasını ( –hükümranlık ve ihtişamını) yiyordu. Böylece o düştüğünde cinler (hizmetçiler), eğer o sırrı bilselerdi, asla alçaltıcı azap içinde kalmazlardı.” (Kuran; 34:14.)

Bütün insani değerlerimiz; adalet, hukuk, onur ve ahlakla ihtişama dönüşebilecek krallığımız Süleyman gibi düşecek mi?

Son zamanlarda Gazze’de (Filistin’de) yaşanan soykırımdan dolayı dilimiz de düşüncelerimiz kadar belirli düzeyde güç kaybı yaşıyor. Kısmi inme (felç) durumu sanırım böyle bir şey. Kimse bunu kabullenmek de istemiyor. Önceleri derin acı çekerken, sonraları o acı yerini şiddetli bir öfkeye, şimdilerde ise tuhaf bir utanç ve acıdan kaçınma haline dönüştürdü. Çünkü bu adaletsizliği ve vahşeti durduramamanın acizliği hepimizi yormaya başladı. Bütün bunlar yetmezmiş gibi dünyanın efendileri olduğuna inanan bir grup tarafından absürt şekilde taciz ediliyoruz. Yaşadıklarımız anlamlandırılamayacak kadar tuhaf bir rüyaya daha doğrusu kâbusa benziyor.

Grotesk abartıyı sonuna kadar kullanan gerçeküstücü bir tiyatro veya sinema filmi izliyor gibiyiz. Psikolojik dayanıklılığımız test mi ediliyor onu da tam bilemiyoruz.  Absürtlük ve gerçeküstü durumlardan bahsederken hep aklıma İspanyol yönetmen Luis Bunuel’in kendisi gibi sürrealist olan ressam Salvador Dali ile yaptığı meşhur kısa filmi gelir. İçinden karıncalar çıkan el, usturayla kesilen bir göz, üzerinde ölü bir eşek bulunan piyano gibi bir dizi garip sahneler vardır bu kısa filmde. Bunuel, alışılmışın dışında bir film yaparken insanlarda ‘tiksinme’ hissini uyandırmak istediğini söyler. Filmin ismi ise İspanyol bir atasözüdür ve yine yönetmene göre herhangi tutarlı veya mantıklı bir açıklaması yoktur.

Gerçeküsütücü yönetmen Jean Vigo, ‘Bir Endülüs Köpeği’ filmini yorumlarken; Endülüs’te çok iyi bilinen bu atasözünü aktarır; Bir Endülüs Köpeği uluyor, peki ölen kim? Sonra Vigo, filmin isminden hareketle “Köpeğe dikkat edin, ısırır” der. Bunuel’in filme bu adı vermesinin nedeni de bu anlamsızlık olduğu veya insanın ölümünü haber veren bir köpeğin ulumasındaki ürkütücülüğü, huzursuzluğu, film izlendiği zaman ortaya çıkan rahatsızlığı çağrıştırdığı varsayılır.

Sanırım hepimizin içinde olduğu bu absürt gerçeklikte işte böyle bir şey.

Turuncu bir adam neredeyse her gün parmağını sallayarak birilerini tehdit ediyor. Önce trajikomik bir dizi kararlarını duyuruyor. Bazı toprakları almak istediğini söylüyor. Sonra neredeyse Endülüs Köpeği kadar tuhaf bir kısa videoyu sosyal medya hesabından yayınlıyor. Yapay zekâyla oluşturulmuş görüntülerde Turuncu Adam bir gece kulübünde dansözlerle eğleniyor falan… Bu yer 50 binden fazla insanın öldürüldüğü, on binlerce insanın açlık ve kıtlık yaşadığı Gazze’dir.

Ve bitmiyor saçmalıklar… Arada sırada bu adamın arkasında ya da yanı başında insanlara kızıl gezegende yaşama hayali satan teknoloji milyarderi biri duruyor ve yüzünde garip gülümsemelerle poz kesiyor… Milyarderin küçük oğlu yine tuhaf hallerde her fırsatta bu karelerin içine sokuluyor.

Turuncu adam bir gün küresel gümrük vergisinden bahsediyor, diğer bir gün vergiye ara verdiğini, bir başka gün bir ülkeye yüzde 145 vergi uygulayacağını söylüyor. Sonra bazı ürünlerin vergiden muaf tutulacağını söylüyor. Ve daha nice saçmalıklar ile birlikte hepimizi ruhsal ve akıl sağlığını zorlayacak denli bir gerçeklik çukuruna savuruyor.

Tuhaf olan sadece bu Turuncu adam mı? Batı’nın her anlamda gurur duyduğu, iddia ettiği insani ve medeni her kurum ve sistem Süleyman’ın meşhur asası gibi gözlerimizin önünde çürüyor. Doğu’nun (meşhur petrol ülkeleri) çürümüşlüğü ise malum!

Avrupa Birliği, Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) ve Uluslararası Adalet Divanı (ICJ) gibi kurumlar, Birleşmiş Milletler (BM) organlarının, sivilleri koruma ve adaleti savunma kuruluş ilkelerinden saptıklarının kanıtlarından en büyüğü Gazze soykırımı oldu. Uluslararası sistem özellikle hukuk ve adalet hemen herkesin öngördüğü gibi işlevini kaybetti. Korkunç suçları önlemek ve uluslararası hukuku korumak için tasarlanmış küresel güvenlik sistemi çöküşünü işlevsizliğiyle tüm dünyaya ilan etmiş oldu.

Kral Süleyman’ın asasını kemiren ağaç kurdunun rolünü üstlenen ise ABD ve İngiltere’nin Ortadoğu’ya yerleştirdikleri İsrail!

Süleyman’ın tapınağını yeniden inşa etme iddiasıyla Kudüs’ü işgal eden İsrail aslında asayı çürüten bir kurtçuk olduğunun farkında bile değil.

Öte yandan başta güvenlik olmak üzere birçok konuda ABD’ye bağımlı olan Avrupa inşa ettiği ve övündüğü İnsan Hakları, Ahlak, Medeniyet gibi konularda da ikiyüzlülüğüyle testten geçemedi. Bu test tamamen insanlık, adalet, hukuk konularını samimiyetle savunan dünyanın her yerinden milyonlarca insanın takipçisi olduğu bir imtihandı.

Tüm bu yaşadığımız absürt-trajedi ve kitlesel travma bize şu soruyu sordurtuyor; Uluslararası hukuk ve tüm insanlık için en elzem olan “Adalet” daha ne kadar çürüyebilir?

Sanırım insani ve vicdani dertleri olan herkes bu sorunun cevabını merak ediyor. Son yıllarda hepimizin şahit olduğu Gazze ve Suriye’deki katliamlar, soykırım ve vahşet ruhumuzu derinden yaraladı. Bu vahşetin kurbanları sadece canları, sevdikleri, evleri, toprakları ve tarihleri yok edilen masum kurbanlar değil. Hepimiz bir avuç paralı ve silahlı barbarın hedefindeyiz. Bizi savunmasız halde uçurumun kenarına itekleyerek, binlerce masum insanın paramparça bedenlerini seyrettiriyorlar. Ve acizliğimizle alay ediyorlar. Çoğumuz bu karabasandan kurtarılmayı bekliyoruz.

Kötülüğü, acizliği normalleştiriyorlar. Bu nedenle birçok kişi bir tür yorgunluk ve umutsuzluk içinde şu an. Güçsüz olduğumuzu bize inandırmaya çalışıyorlar. Uçurumun kenarında bekliyoruz ve sanırım kitlesel intiharımızı (derin umutsuzluk ve güçsüzlük hissi) seyretmeyi arzuluyorlar.

Kimi öldürdüğü çocukların bedenleriyle, kimi devasa teknolojisi, kimi politik gücü ile yapıyor bunu. Bu korkunç hissi Covid-19 pandemisi sürecinde de yaşadık. Hepimizi evlerimize hapsedip, korku ve yasaklarla bizi terbiye etmeye çalıştılar. İnsanlar sevdiklerinin cenazesine bile gidemiyor, çocuklar ebeveynleri gömülürken uzaktan seyrediyorlardı. Kimse dilediği gibi seyahat edemiyor, çocuğunun elini bile tutamıyordu. O uçurumun kenarında dimdik duran ve tüm saçmalıklara boyun eğmeyen yüz binlerce insan şimdi ise Gazze soykırımıyla alt edilmeye çalışılıyor. Aylardır hepimize diri diri yakılan insanları, kafası kopmuş çocukları, tecavüze uğrayan insanları sergiliyorlar. Ve bunu alçakça, vahşice yapıyorlar.

Kitlesel olarak kontrol ediliyoruz. Duygularımız, eylemlerimiz, yediklerimiz, giydiklerimiz… Pis bir ağaç kurdu, birçoğumuzun sımsıkı dayandığı ve tutunduğu asayı kemirdikçe kemiriyor. Düşmemek için direniyoruz ve direnmeliyiz de.

Hepimizin gözlerinin içine baka baka alay eden devasa lağım çukurunun barbar hükümdarlarıyla baş etmenin en mühim yolu onlardan korkmamak ve umudumuzu yitirmemektir. Korku ve umutsuzluk uçurumla aramızdaki en ince çizgi bence. O çizgiyi aştığımızda insanlıkla savaşmaya ant içmiş tüm iblislere yenilmiş olacağız.

Peki elinde silahı, parası, dev teknolojisi olmayan bizler ne yapabiliriz? Susmamak ve insan taklidi yapan bu yaratıklarla nasıl savaşabiliriz? Yaşamak ve var olmak için tüm gücüyle direnen Filistinliler ve ülkelerini yeniden inşa eden Suriyeliler gibi.

Bizler yok edildiğimiz her yerden; bir duvarın çatlağından, bir nehir kenarından, bir deniz kabuğundan, bir başak tanesine kadar… Her yerden sızmalıyız. Kendi hikâyemizi kendimiz yazmalı, kendi şarkımızı kendimiz söylemeliyiz. Ne kırmızı gezegende bir şehir hayali satan milyarderden, ne de herkesi tehdit eden turuncu hükümdardan, ne de 50 bin insanın cesediyle övünen katillerden korkmalıyız. Tarihi haydutların değil adı bilinmeyen kahramanların yazdığını, sabredenlerin ve pes etmeyenlerin asla kaybetmediklerini unutmadan… Yolumuzu kaybetmemek için dayandığımız asayı, insanlığımızı, inancımızı, umudumuzu, sabrımızı, hafızamızı ve direncimizi diri tutmalıyız. Kırılgan olma lüksümüz yok. Çünkü kırıldığımız yerden bizi yakalayabilmek için pusuda bekleyenler kanlı ellerini ovuşturuyorlar. Bizim başka yolumuz yok çünkü.

Her birimiz bu korkunç absürtlükten nasıl başa çıkabileceğimiz konusunda yaratıcı olmak zorundayız. Hepimizin başarılı olabileceği bir şey vardır mutlaka. Hangimizin gücü neye yetiyorsa… Kimimiz kalemimizle, kimimiz müzikle, kimimiz protestolarla, kimimiz bağırarak, kimimiz dualarımızla… En önemlisi var olduğumuzu hissettirerek… Kötülükle başa çıkmak isteyen herkes için bir asa ve bir yol var…

Rivayet midir yoksa hakikat mi bilmiyorum ama bu hikayeyi birçoğumuz duymuştur sanırım. Korku ve çaresizliği anlatan ilginç bir hikayedir…

Her yeri yakıp yıkan ve on binlerce insanı öldüren Moğol istilası sırasında yaşandığı anlatılır. Moğol askerlerinden biri yakaladığı birisinin kafasını kesmek için yatırır ama başka bir işi çıkar , “Burada bekle,  sonra gelip seni öldüreceğim” der. Moğol askeri saatler sonra aklına gelince döner ve onu bıraktığı gibi bekleyen bu adamı öldürür. Zavallı adam kaçmak-gitmek veya başka bir çözüm aramak yerine olduğu yerde ölümünü beklemiştir.

Çünkü daha Moğollar gelmeden, onların yaptıkları yağma ve katliam hareketlerini duyan şehirler bu şok edici haberlerle baştan yenilgiyi kabul ediyor ve kendiliklerinden teslim oluyorlardı.

Moğollardan korkmayanlar da vardı elbette. Bir mektubunda “Biz tanrının ordusuyuz… İradenizi bize teslim edin.” diyen ve nice Müslüman’ın katli ile tarihe geçen hükümdar Hülagu’nun ordusunun Aynicâlût’ta (Filistin) nasıl bozguna uğradığını hatırlayın.

Meliha Çelik

Selçuk Üniversitesi Gazetecilik Mezunu. Uzun yıllar yerel ve ulusal Tv kanallarında editör, spiker ve muhabir olarak çalıştı. TRT’de yayınlanan birçok belgesel programında yardımcı yönetmenlik yaptı. Son olarak TRT için “Dostluk Karavanı” adlı gezi programının sunuculuk ve yönetmenliğini üstlendi. 2021’de ‘Masal Ülkesine Yolculuk: Endülüs’ adlı bir seyahat kitabı yazdı.
Mail: [email protected]

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA