İstanbul tarihin en eski devirlerinden itibaren dünyanın en önemli şehirlerinden birisi olmuştur. Birçok medeniyete beşiklik etmiş ve bu medeniyetlerden geriye kalan kültür ve tarihi mirası barındırmasıyla da ayrı bir önem taşımıştır. Aynı zamanda Osmanlı Devleti ile diğer devletler arasındaki diplomatik ilişkilerin şekillenmesinde rol oynayan Batılı seyyahların da uğrak yeri olmuştur. Ayasofya ise Batılı seyyahlar tarafından İstanbul’da ziyaret edilen en ünlü yapı olma özelliğini halen korumaktadır. Bu ziyaretlerin çoğu diplomatik ilişkilerde kullanılacak bilgilerin toplanmasına yönelik olsa da seyyahlar eserlerinde, hayran kaldıkları bu şehrin kalıcı sakinleri olan Türkler hakkında önemli bilgiler aktarmıştır. Pero Tafur, Polonyalı Simeon, Ogier Ghislan Busbecq, Frederick Walpole, Arminius Vámbéry, Mme de Gasparin, ve Henry Fanshawe Tozer gibi Batı dünyası için önemli isimler çalışmada yer alan seyyahlardan bazılarıdır.*
De La Broquiere”in Denizaşırı Seyahati, 15. yüzyıl İstanbul’u hakkında gözlemlerini anlatır. Bertrandon, 1432’de, bir hacı gibi doğuya gitmiş, fakat gizli ajan olarak görevlendirildiğinden İslam devlet ve beyliklerinin başlıcalarını dolaşarak karayolundan geri dönmüştü. O çağda son derece de güç olan bu uzun seyahatin esas gayesi, Türklerin politik durumlarını yerinde incelemek, Philippe le Bon”un yapmayı tasarladığı bir Haçlı seferi için zemini yoklamaktı. Bertrandon, bir ajandır fakat içinde yaşadığı milleti iyi tanımaya çalışan, onun iyi taraflarını, meziyetlerini, başarı sebeplerini de görmesini, takdir etmesini bilen bir insandır. Bertrandon, 1432 yılında Venedik”ten bir gemi ile Akdeniz”e açılarak Yafa”ya çıkar.
Kudüs”e, buradan da çevredeki kutsal yerlere gider, fakat hıristiyanlığın kutsal yerlerine ziyaret görüntüsündeki hac seyahatinin devamı, tamamen diplomatik bir mahiyet alır. Seyyah, Suriye”ye oradan Anadolu”ya çıkar, boydan boya Ramazanoğulları beyliklerinin topraklarından geçtikten sonra nihayet, henüz Bizans İmparatorluğu elinde olan İstanbul”a gelir. Burada biraz kaldıktan sonra 23 ocak 1433”de yola çıkar. Edirne ve çevresinde hayli dolaştıktan sonra, Filibe, Belgrad, Buda ve Viyana”ya uğrayarak yurduna döner.
İstanbul’a yaklaşınca sadece Rumların bulunduğu ve Bizanslılar tarafından Pantichion adı verilen Pendik kasabasında geceyi geçirmiş ve seyahatnamesinde buradan oldukça harap ve önemsiz bir yer olarak bahsetmiştir. Ertesi gün yanındaki tüccarlar ile Üsküdar bölgesine geçen Broquıère burada denetleme yapan Türkleri gördüklerini ve Üsküdar’ın güzelliğini şu sözleri ile anlatmıştır: “ Akdeniz’de sefer yapan büyük tekneler Konstantinopolis’e yanaştıkları gibi Pera önüne de geliyorlardı. Bu şehir çeşitli semtlerden meydana gelmişti ve içinde meskûn yerlerden çok boş araziler bulunuyordu. Bizim Saint-Georgeus’un kolu adını verdiğimiz Boğaz üzerinde, Pera’nın karşısında yer alan ve Escutary (Üsküdar) adını taşıyan bir kasabaya geldim. Burada yer alan Saint. Georgia Kilisesi. Birlikte olduğum tüccarlar ve ben beraberce Boğazı geçtik, burada geçişleri denetleyen ve ödenmesi gereken vergileri denetleyen Türkler vardı.”
Broquıère burada ayrıca gayrimüslimlere karşı Türklere verilen bir ayrıcalığa da değinir. O dönem eğer Hıristiyan bir köle Türklerden kaçar Pera’ya sığınırsa ve Türkler onu geri isterse, köle tekrar Türklere verilirmiş. Broquıère bunu ‘Türklerin serbestliği’ diyerek eleştirmiştir.
“Konstantinopolis çok büyük ve cezp edici bir şehir; burası üç köşeli bir kalkana benzer; köşelerden biri Saint-Georgies’in kolu adını verdiğimiz Boğaz üzerindedir. Bir diğeri Boğazın güney yakasından Gallipoliy ‘ye kadar uzanan oldukça geniş bir körfezin kuzey yakasında yer alan liman üzerindedir. Her biri yedi tepe üzerine kurulmuş üç büyük şehir bilinmektedir.”
Kanuni Sultan Süleyman döneminde şehri ziyaret eden Fransız seyyah Petrus Gyllıus ya da diğer adıyla Pierre Gilles’dir. Gilles 1544 yılında ziyaret ettiği İstanbul’a olan hayranlığını “Diğer bütün kentler ölümlüdür ama İstanbul, sanırım, insanlar var oldukça yaşayacaktır.” sözüyle özetlemeye çalışmıştır.
“İstanbul’un Tarihi eserleri” adlı eseri İstanbul, Türkler ve Ayasofya hakkında önemli bilgiler veren sayılı eserler arasındadır. Gilles eserinde İstanbul’un kuruluşu, şehrin mimari yapısı, şehrin üzerine kurulduğu yedi tepenin özellikleri (Byzantion’un yedi kulesi), şehirde yer alan camiler, heykeller, kiliseler özellikle de birçok seyyahın büyük bir hayranlıkla bahsettiği Ayasofya hakkında önemli bilgiler aktarmıştır. Eserde verilen bilgilere göre Yunanca kaynaklarda Ayasofya Kilisesi ilk kez Constantinus’un oğlu Constantius tarafından yaptırılmış ve o dönemde çatı örtüsü tuğla değil ahşaptır. Bunun yanı sıra kilise Büyük Theodois zamanında yakılıp tekrar bu dönemde beşik tonozlarla (tuğla ve harçla örülmüş, alttan obruk, yarım silindir biçiminde tavan örtüsü) örtülmüştü.
Petrus Gyllius, günümüzden yaklaşık 450 yıl önce ‘kentlerin kraliçesi’ İstanbul’a geldiğinde eski izleri kolayca bulacağını umut ediyordu. Kentte kaldığı süre içinde Vitruvius’un sanatına yabancı olan halkın bir kenti ne dereceye kadar yıkabileceğini ve sokakların yönüne özen göstermeksizin nasıl rastgele doldurulabileceğini gördü; kent gündüzleri, geceleyin olduğundan daha karanlıktı; gündüz yıkımlar o kadar çoktu ki kimse çocukken gördüğünü yaşlanınca tanımıyordu. aha sonra bir kez daha yanmıştır. Yeniden inşa edilen kilise günümüzdeki halini almıştır.
Flaman asıllı Avusturyalı diplomat ve yazar Ogier Ghislan de Busbecq’dir. XVI. yüzyıl sonlarında İstanbul’u ziyaret eden seyyah Osmanlı İmparatorluğu hakkında şahit olduğu birçok olay hakkında önemli bilgi vermiş ancak bunlar arasında yeniçeriler hakkında verdiği bilgiler oldukça dikkat çekmiştir: “Sultanın imparatorluğa dağılmış 12. 000 yeniçeri gücü var. Bunlar düşmana karşı kaleleri, halkın tecavüzüne karşı da Hıristiyan ve Yahudileri korurlar. Büyük küçük hiçbir köy, kasaba ve şehir yoktur ki Hıristiyanları, Yahudileri ve diğer acizleri kötülere karşı korumakla vazifeli yeniçeri muhafızları bulunmasın. Yeniçeriler ziyaretime genellikle ikişer ikişer gelirlerdi. Yemek odama alındıkları zaman beni saygıyla selamlıyor, adeta koşar adımlarla yaklaşıp elbisemin eteğini veya elimi öper gibi tutarak bir demet sümbül veya nergis takdim ettikten sonra bana sırtlarını dönmemeye özen göstererek aynı hızla kapıya doğru gidiyorlardı. Sırtlarını dönmek onlara göre saygısızlık addolunuyor. Kapıda ellerini göğüslerinin üstünde kavuşturarak gözleri yerde, sessiz ve hürmetkâr dururlardı. Onları askerden çok keşiş zannedebilirdiniz…”
“İstanbul’dayken Türk ordugâhından yeni dönen biri bana bir hikâye anlattı. Asya halkının Osmanlıların idaresinden ve dininden ne kadar hoşnutsuz olduğunu gösterdiği için bunu size yazmaktan memnuniyet duyacağım. Anlattığına göre Süleyman (Kanuni Sultan Süleyman) dönüş yolunda bir Asyalının misafiri olmuş ve geceyi onun evinde geçirmiş. Sultan gidince evin sahibi böyle bir misafirin kalmasından dolayı o evinin iffeti bozuldu kirlendi diye her tarafı sularla yıkamış ve dini adetlerini yerine getirerek tütsüler yakmış. Bunun haberi kendisine ulaştığında Süleyman adamı öldürtüp evinin yerle bir edilmesini emretmiş. Asyalı böylece Türk’e ve İranlılara hissettiği kötü duyguların sonucu küstahlığını canıyla ödemiş”
(Petrus Gyllıus (Pierre, Gilles), İstanbul’un Tarihi Eserleri, (çev. Erendiz Özbağoğlu), Eren Yayıncılık, İstanbul 1997, s.63-69. )
Seyyah Pero Tafur, “Travels And Adventures” adlı seyahatnamesinde İstanbul’a geldikten sonra burada “Büyük Türk’ün Tarifi” başlığıyla, Sultan III. Murad ile ilk karşılaşmasını anlatmış ve Türklerden övgü dolu sözlerle bahsetmiştir: “…Büyük Türk bana ne zaman ve nasıl ve kimin gemisiyle imparatorluktan ayrılacağımı soran birini gönderdi, bunları söyleyerek bu kişinin ve insanların ne kadar misafirperver olduklarını gördüm. Abartmadan söylüyorum ki hakkında bilgi verdiğim Büyük Türk 45 yaşlarında olmalı, iyi görünümlü ve yakışıklı, tedbirli bir görünüşü olan, bakışları keskin, daha önce hiç görmediğim kadar dikkatli, 600 000 kadar atlı adamı olan biri idi.”
Sultan III. Murad’ın ihtişamını bu sözleri ile dile getiren Pero Tafur, İstanbul’da geçirdiği ikinci gün Cenovalı bir tüccarın kendisini avdan dönen Sultan III. Murad’ın karşılama merasimine götürdüğünü ve bu karşılamada gördüklerini anlatır. Seyyah at sırtında avdan dönen birçok adam gördüğünü ve bunların sırtında kartal, atmaca, leopar, av malzemesi olduğundan bahseder. Ayrıca avlanan hayvanlar arasında çok sayıda sülün adı verilen, uzun kuyruklu, eti yenilen bir kuş cinsinin bulunduğunu ve İspanya’da bulunan daha birçok kuş çeşidinin de avlanmış hayvanlar arasında yer aldığını belirtir.
Diğer seyyahlar gibi İstanbul’a “Pera” diye hitap eden Pero Tafur o dönem iki yüz bin kadar sakini olan şehrin iyi korunan sur ve hendeklerle kaplı olduğuna dikkat çekmiş, şehirdeki manastır ve kiliselerin muhteşemliğini anlatmıştır. Halkının çoğunluğu Yunan olan şehirdeki binaların tıpkı Cenova’dakiler gibi görkemli ve yüksek olduklarından bahsetmiştir. Tafur seyahatnamesinde İstanbul’da sahil boylarının daha kalabalık nüfuslu olduğunu, halkın sargılı yani kapalı olmadığına değinmiştir
İstanbul’un kalabalık ve en fazla nüfuzun deniz kenarında toplandığını belirten seyyah, Türklerin çok iyi kalpli ama üzgün ve fakir insanlar olduklarına dikkat çekmiştir. Herhangi birisi öldüğü zaman eğer gerekmiyorsa cenaze evinin kapısının yıl boyu açılmadığını, düzenli olarak şehirde ağıt gibi inlemelerin olduğunu söylemiştir. O da diğer birçok seyyah gibi sultan hakkında “Büyük Türk” diye bahsetmiştir.
Seyyah Philippe Du Fresne-Caneye, ‘Seyahatname’sinde 15 Ocak 1573 tarihinde İstanbul’da bulunduğu sırada ilk defa Türk kervansaraylarını burada görmüş ve gördüğü bu yapıları otel diye adlandırmıştır. Seyahatnamesinde kervansaraylardan, Osmanlı’da otelcilik yapan kimse olmadığı için varlıklı büyük devlet adamları tarafından insancıl duygularla yaptırılan ve her dinden insanın gelip geceleyebileceği kamuya açık yerler olarak bahsetmiştir. Buna mukabil seyyahın iyi niyetle yapıldığını düşündüğü bu yapılar hakkındaki yorumu pek de olumlu olmamıştır. Zira ona göre bu yerler büyük birer ahırdan başka bir şey değildir, çünkü insanlar ve atlar buralarda birlikte yatmaktadır. Eleştirilerine “Ne var ki atlar yerde yiyorlar, çevrede ise biraz daha yüksekte yemek pişirmek için ocakların bulunduğu koridorlar var, herkes efendice kendi eşyalarını yerleştiriyor ve bir yatağı olan burada rahat ediyor; yatağı yoksa döşemenin üstüne uzanıyor, çünkü bu kervansaraylarda herhangi bir konfor aramak yersiz.” diyerek devam etmiştir.
(Philippe du Frense Canaye, Fresne Canaye Seyahatnamesi 1573, (çev. Teoman Tunçdoğan), Kitap Yayınevi, İstanbul, Şubat 2009)
Reinhold Lubenau ise, seyahatnamesinin büyük kısmını İstanbul hakkında verdiği bilgilerden oluşturmuştur. Lubenau, diğer seyyahlar gibi yer yer Türklere hayranlık duymuş olsa da çoğu zaman bunu dile getirmekten kaçınmıştır. Seyahatnamesinde gördüklerinin yanı sıra etraftan edindiği bilgilere de sık sık yer verdiği görülmektedir. Bunlar arasında dikkat çeken rivayetlerden birisi de Konstantinopolis patriğinin Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra Reinhold’a anlattığı bir olaydır. Buna göre Fatih Sultan Mehmet fetihten sonra 3. gün şehirde dolaşırken gördüğü üç başlı bir yılan heykelinden hoşnut olmamış, “Bu ne biçim bir put?” diyerek kopuzu ile yılanın birinin alt çenesini koparmıştır. Daha sonra bir büyücü tarafından bu heykelin şehri yılanlarla birlikte başka haşerelerden uzak tutmak için konduğunun söylenmesi üzerine heykelin kalan kısmına dokunmamıştır. Ancak rivayete göre o günden sonra yılanlar şehrin içine doluşmuş yine de kimseye bir ziyan vermemiştir. Eğer sütun tamamıyla yıkılmış olsaydı yılanların insanlara büyük zara vereceğine inanılıyormuş. Rivayetin devamında Fatih Sultan Mehmet daha sonra atını Ayasofya Kilisesi’ne doğru sürmüş ve kilisenin önündeki meydanda tunçtan yapılmış ve üstü altın kaplama at üstünde bir erkek heykeli görmüş. Erkek vaktiyle elinde bir devlet egemenliğinin simgesi olan bir küre tutmaktaymış ve şehrin işgalinden kısa süre önce iki kez yere düşmüş İmparator Constantinus küreyi tekrar heykelin eline yerleştirmelerini buyurmuşsa da, küre bir türlü yerine yerleşmemiş. Rumların kanısına göre at üstündeki adam “İmparator İusiniaus” imiş. Fatih Sultan Mehmet altınla kaplanmış heykeli görünce, gürzünü savurarak onu kendi elleriyle parçalamış. Fakat bu sefer de Rumlar, bu heykelin şehirde veba salgını olmasını önlediğini bildirmişler. Bunun üzerine sultan bunu duyunca yaptığından çok pişman olmuş ve bir daha hiçbir şeyi tahrip etmeyeceğine söz vermiş hatta bu heykelleri tamir edecek kimseye çok para vermeyi bile vaat etmiş ancak böyle birisi çıkmamış. Daha o yıl şehirde öyle bir veba salgını olmuş ki, içerisinden ölü çıkmayan ev kalmamış. İstanbul hakkındaki rivayet ve gördüklerini bu şekilde anlatmaya devam eden Reinhold, Ayasofya Kilisesi’nden mükemmellikte ve güzellikte Roma’daki “Pantheon Kilisesi’ni” de aşar diye bahsetmiştir.
Bizans İmparatorlarının atlarını terbiye ettikleri, halkı eğlendirmek için yarışlar ve daha başka gösteriler düzenledikleri “Hipodromus” adı verilen ve Türklerin de “At Meydanı” adını verdiği bir yerden bahsetmektedir. Türk hükümdarları hakkında ilginç bir bilgi veren seyyah, bu konuda ağır bir eleştiride bulunmuş ve sözlerine haremle devam etmiştir: “Türk Sultanlarının nikâhlı eşleri yoktur. Sebebi ise Sultan Yıldırım Bayezit’in eşi ile birlikte Timurlenk’e esir düştüğünde, karısına gözleri önünde tecavüz edilmiş olmasından dolayıdır.
Gerald de Nerval da bu yüzyıl içerisinde Osmanlı topraklarını ziyaret eden seyyahlar arasındadır. Mısır’dan İstanbul’a geldiği dönemde bu topraklardan Müslüman Avrupa toprakları olarak bahsetmiş ve kendisini huzurlu hissettiğini, burada vatanını hatırlatan özellikler olduğunu ifade etmiştir. Buna mukabil İstanbul’da gördüklerine şaşırmış ve “İstanbul tuhaf bir şehir! İhtişam ve sefalet, gözyaşı ve sevinç her yerdekinden daha sıkı bir idare ve yine her yerdekinden daha fazla bir hürriyet” diyerek Türklerin Ermeniler, Rumlar ve Yahudilerle iç içe ve saygı ile yaşadıklarını belirtmiştir. Ayrıca Türklerde dini inancın çok kuvvetli olduğunu ve bu yüzden İstanbul’un bütün güzel yerlerinin mezarlıklara tahsis edildiğini ifade etmiştir. Beyoğlu’ndaki kahvehanelerin halkın buluşma yeri olarak görmüş, Türk kadınlarını zarif ve modaya uygun giyinen şık ve güzel hanımlar diye tasvir etmiştir.
“Boğaz sağdan ve soldan iyi ekilip biçilebilen, üstlerinde bazı zeytin ağaçları, bazı bağlar ve bol miktarda tarıma elverişli toprak bulunan tepelerle çevrili güzel bir yerdir. Tartışılmaz. Dış mahalleleriyle birlikte İstanbul Avrupa’nın en büyük şehirlerinden birisidir. Çanakkale Boğazı ve İstanbul Boğazı, sanki dünyanın dört bir yanından gelecek zenginlikleri ona ulaştırmak için açılmış. Bu iki Boğaza İstanbul’un kapıları adı verilir. Ancak dışarıdan göz kamaştıran bu şehirde Galata’da evler alçak, çoğu tahta ve kerpiçle yapılmıştı, böylece yangın çıktığında bir günde binlercesi yanıp kül oluyor. Yangının dışında Türklerin iki baş belası daha var veba ve leventler. ‘
Joseph De Tournefort da seyahatnamesinde yangın dışında İstanbul’u tehdit eden en önemli sorunun Leventler olduğunu dile getirmiştir. Sürekli sorun çıkartan özellikle de yabancıları tehdit eden ve gemilerde görev yapan bu askerleri, insanları korkutmak amacıyla üstlerine koşan ‘ayaktakımı’ olarak nitelendirmiştir.
‘İstanbul’da yedi Selatin Camisi olup Ayasofya bunlar arasında en güzelidir, Konumu ona büyük üstünlük sağlar.” diye bahsederken İstanbul’da bulunan Konstantinous Sarayı’na (Tekfur sarayı) ise harap bir yapı diyerek hiç beğenmediğini belirtmiştir.
Polonyalı Simeon, Anadolu’da gezip gördüğü tüm yerleri ilahi bir tasvirle anlatmıştır. Son derece dindar bir gezgin olan Simeon İstanbul’da Ayasofya’yı gördükten sonra ise şaşkınlığını gizleyememiştir. Ayasofya ile ilgili mucizlerden bahseder. “Arslanhane (kilise), At Meydanı, Hünkâr Sarayı, Esir Pazarı, Eski Bedesten” tasvir ettiği yerler arasındadır. Bunlar arasında Simeon’un en çok dikkatini çekenlerden birisi Balat’ta bulunan “Konstantin Sarayı” olmuştur.
(Polonyalı Simeon, Tarihte Ermeniler (1608-1619), (çev: Hrant D. Andreasyan), Everest Yayınları)
J.B. Tavernier, bahar mevsiminde geçtiği İstanbul’da, Üsküdar’dan geçerken yolun iki yanında gördüğü güzel mezar taşlarının etkisinde kalmış olsa da seyahatnamesinde İstanbul’dan ve Türklerden pek övgü dolu sözlerle bahsetmez. İstanbul’un sıradan bir şehir, Topkapı Sarayı’nın da çevresindeki sur ve duvarlar nedeniyle Padişah sarayından çok bir hapishaneyi andırdığını söylemiştir.
İtalyan gezgin Pietro Della Valle seyahatnamesinde; İstanbul’un o dönem Genova’lıların kolonisi durumunda olduğunu ve burada yaşayan halkın neredeyse tamamının Türkçe konuştuğunu belirtmiştir. Ancak halk arasında Yunan adetlerini (din, dil, kılık-kıyafet) yaşatan ailelerin de var olduğunu eklemiştir. Della Valle’nin İstanbul’da dikkatini çeken önemli hususlardan birisi, değişik gruptan insanın bir arada yaşadığı Pera’da önceden Hıristiyanlara ait olan ve o dönem camiye dönüştürülmüş çok sayıda kilise olmasıdır.
Burada bulunan evlerin çatıları çok güzel ve geniş saçaklarla süslenmiştir. Çeşit çeşit renklerle boyanan çatılarda ise Avrupa tarzında balkonlara benzer çamlı taraçalar vardır.
Della Valle de sultandan Büyük Türk diye bahsetmiştir. Verdiği bilgilere göre Büyük Türk’ün kaldığı saray şehrin öbür ucunda, Chalcedon harabelerinin karşısında hemen ilerde denizin içinde tüm yazarların Bizantium dediği yerdedir.
“Türklerin küçük ve büyük bayramlarını gördüm. Bunlar onların daha doğudakiler gibi sokaklarda yemek yedikleri, sıradışı olarak camilerde toplandıkları, birbirlerini kutladıkları dini festivallerdir. Eğlenceleri gece gündüz, şehrin başından sonuna kadar sürer, çeşitli acayip sesler çıkaran çalgılardan hoşlanırlar. Sallanmayan (dans etmeyen) özellikle de eğer kadınsa fiziğini ve yeteneğini göstermeyen hiçbir Hıristiyan ya da Türk genci yoktur.”
(Pietro Della Valle, Osmanlı topraklarında bir İtalyan gezgin, TDK Yay.)
18-19.yy. Gezginlerinde İstanbul
1800’lü yılların başlarında İstanbul’a gelen Fransız seyyah ve diplomat Édouard Antoine De Thouvenel’in seyahatnamesinde İstanbul gözlemleri ilginçtir. Tuna Nehri üzerinden Varna’ya oradan da İstanbul’a gelen seyyah, eserinde Osmanlı İmparatorluğu ve Türkler hakkında önemli bilgiler aktarmıştır. İstanbul’da gördüğü yerler arasında ilk olarak Fransız elçiliğinin bulunduğu Tarabya ile mezar şehri olarak tabir ettiği Üsküdar hakkında bilgi vermiştir. Diğer seyyahlar arasında da Üsküdar’da bulunan mezarlıklardan bahsedenler olmuştu. Thounvel’in de Üsküdar’da çok sayıda mezarın olması dikkatini çekmiş bu yüzden burayı “Mezar tarlaları” diye tabir etmişti. Bu görüntü karşısında şaşkınlığını gizleyemeyen seyyah Üsküdar’daki mezarlıkların Avrupa’daki gibi insanı ürkütmediğini vurgulamış tam tersine insanı huzura kavuşturan bir görünüme sahip sessiz ve dingin bir yer olduğundan bahsetmiştir. Thouvenel Eyüp Cami ile Ayasofya Kilisesi arasında büyük bir alana sahip bu şehirde gördüğü Türkleri tembel insanlar olarak değerlendirmiştir.
Thouvenel, İstanbul’da Tanzimat Fermanı sonrasında uygulanmaya çalışılan reformların, şehirde komik bir şekilde kendisini gösterdiğini düşünmektedir. Bunu da açıkça seyahatnamesinde yazmıştır. Thouvenel ve yanındaki heyet Ayasofya Camisi’ne yöneldikleri sırada, Thouvenel, At Meydanı’ndan geçerken II. Mahmut’un yeniçerileri katletmesini hatırlamış, Sultanın bu şekilde davranarak en iyi ordusunu kaybettiğini ve askersiz kaldığını düşünmüştür. Ona göre Bizans İmparatorluğu döneminde hipodrom at yarışlarına sahne olurken, Türkler döneminde ise kanlı olaylara sahne olmuştur. Bu düşüncelerini not alırken meydanda Bizans İmparatorluğu’ndan kalma Dikilitaş ve Yılanlı sütunu da anmadan geçmemiştir.
19.yüzyılın en ilginç seyyahı Armenius Vamberry’dir. ‘osmanlı’da Yahudi bir casusun anıları’ ismiyle yayınlanmış olan seyahatnamesi önemli bilgilerle doludur. 1857 yılında İstanbul’a gelerek burada altı yıl geçirmiş bu sürede Mithat Paşa gibi birçok isme ders vermiş olan Vámbéry, önce Osmanlı Paşalarının konaklarına misafir olarak yerleşmiş daha sonra da kendisini kabul ettirecek seviyede Türkçe öğrenerek özel ders vermeye başlamıştır.
Vámbéry’in batı dillerine olan hâkimiyeti ve filoloji üzerine çalışmaları Sultan Abdülmecid’in de dikkatini çekmiş ve Sultan, Vámbéry’i iltifat-ı hümâyun ile ödüllendirmiştir. Ülkesine dönünce yazdığı makalelerde Rusya’nın Orta Asya’ya yönelik yayılmacı politikasına karşı çıkarak Türkleri savunmuştur. Sultan II. Abdülhamid Vámbéry’i ikinci kez İstanbul’a davet ederek kendi adına İngilizlerle irtibata geçmesini istemiştir. Vámbéry 1890 Haziran’ında Sultan II. Abdülhamid tarafından tekrar görevlendirilerek Filistin bölgesine gönderilmiş burada Yahudilerin toplanarak kendi devletlerini kurmaları konusunda onları ikna etmeye çalışmıştır.
Seyyah Vámbéry seyahatnamesinde Sultan II. Abdülhamid, İngiltere ve Rothschild Ailesi arasında yapılan birçok yazışmaya yer vermiş ve Filistin topraklarının 1918 Sykes Picot Antlaşmasına göre nasıl paylaşıldığını da ayrıntılı olarak anlatmıştır.
Henry Fanshawe Tozer, seyahatnamesinde özellikle 1873-1875 yılları arasında Osmanlı topraklarında yaşanan kıtlık olayı ve halkın durumu hakkında önemli bilgiler aktarmıştır. İstanbul’da İngilizce ve Fransızca olarak yayın yapan “The Levant Herald” gazetesinin sahibi Edgar Whitaker, 24 Ocak 1875 yılında yaptığı bir konuşmada, Tozer’in seyahatnamesinde yazdıklarını doğrulayarak o dönem Anadolu’da neredeyse 20 aydır devam eden kıtlıktan bahsetmiş ve İstanbul Hükümetini bu olaya karşı sorumsuzlukla suçlamıştır. Bölgenin nüfusunun ortaya çıkan hastalıklar ve göçler neticesinde azaldığını yaşanan felaketin İstanbul’daki yönetim tarafından fark edilmesinden sonra, özellikle İngiltere ve Amerika’dan gelen misyonerlerin zor durumda olan insanlara yardım eli uzattığını belirtmiştir. En sonunda Türk yönetimi de elinden gelen bütün imkânları kıtlıktan mustarip olan insanlar için seferber etmeye çalışmıştır.
1849 yılında Trabzon’dan Erzurum’a doğru seyahat eden, Layard yerel yöneticiler tarafından yapılan köprülerin bakımsızlığı yüzünden ticaretin durma noktasına gelmesinden şikâyet etmiş ve bunun sebebini de tıpkı Tozer gibi merkezileşme politikasına bağlayarak yerel yöneticilerin suiistimali olarak değerlendirmiştir. İkisine göre; merkezileştirme yönünde reformlar uygulamaya konulduğunda bölge halkının çıkarları gözetilmemiştir. Yine Anadolu’da yaşanan kıtlıkta da saray, halka karşı ilgisiz kalmış ve yabancı ülkelerle yapılan bazı ticaret antlaşmaları ve ülkeye ucuz ama kalitesiz mallar girmeye başlaması bu kıtlığın çıkmasında önemli rol oynamıştır.
Seyyahların Ayasofya notları
Ayasofya’ya girmek için, Sultan’dan bir ferman alınması gereklidir. Zira bu da öyle kolay değildir. Michaud ve Poujoulat isimli iki gezgin ferman alamadıkları için, Ayasofya’ya girememiş bu yüzden Osmanlı’da Müslümanların yabancılara karşı gösterdiği hoşgörünün camiler konusunda çok da fazla geçerli olmadığını belirten bir dizi gezi yazısı kaleme almışlardır. Mme de Gasparin isminde başka bir seyyaha göre ise Gayrimüslimler sadece Ramazan ayında değil, her zaman Türklerin hoşgörüsüzlüğü nedeniyle Ayasofya’ya ana kapıdan girememiştir. Bu yüzden dar bir geçitten geçmek zorunda kalmışlardır. Seyyah Pouqueville ise seyahatnamesinde imama rüşvet vermek şartıyla hiçbir zorluk yaşamadan Ayasofya’ya girdiğini anlatmıştır.
Ayasofya’daki tasvirlerin ilk yapıldıkları gün kadar canlı renklere sahip olduğunu ancak üzerlerinin bir tabaka ile kaplamış olduğunu anlatmıştır. Bakımsızlıktan minberi örümcek ağı içinde olan caminin köşe kısımlarının Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesini temsil eden resimlerle kaplı olduğunu belirten Walpole, Ayasofya’nın bazı yerlerinde gördüğü farklı mimari tarz ve üslup yüzünden bu kilisenin mimari yapısının oluşmasında Bizans mimarisinin yanı sıra onlarla komşu olan başka devletlerin de etkileri olduğunu sözlerine eklemiştir.