Hektor, Truva surlarının dibinde kandırılarak dövüşe çekilir ve öldürülür. Trump da belki, İlyada hikâyesindeki bu ahlaki dersi dikkate almalıdır.
Bu metin, 22–23 Mayıs 2025 tarihlerinde St. Petersburg Beşeri ve Sosyal Bilimler Üniversitesi’nde düzenlenen XXIII. Uluslararası Likhachev Bilimsel Okumaları kapsamında yapılan “Dünyayı Dönüştürmek: Sorunlar ve Olasılıklar” başlıklı sunumdur.
Geçtiğimiz yıl St. Petersburg’da şu soruyu sormuştum: Batı, içinden geçtiği kültür savaşından daha uzlaşılabilir bir ortak adayı olarak mı çıkacak? Yoksa dağılacak ve her şeyi bir arada tutmak için saldırganlığa mı yönelecek?
O soru artık geçmişte kaldı. “Karşı-devrim” şu anda Trump’ın “Fırtınası” biçiminde sahneleniyor. Ve Batı çoktan çözülmeye başladı bile: Trump Projesi Amerika’yı altüst ediyor — Avrupa’da ise bir kriz, bir çaresizlik ve Trump’ı ve onun tüm mirasını devirmek için öfke var.
Peki bu “o an” mı? ‘İlerici’ kültürel dayatmaya karşı beklenen isyan mı başladı?
Hayır. ABD’de sessizce ilerleyen ve gök gürültüsü gibi yaklaşıp gelen değişim bununla sınırlı değil. Bunlar, çok daha karmaşık siyasal kaymaları tetikliyor. Bu, kırmızı ile mavinin nazik bir karşılaşması olmayacak. Çünkü henüz düşmesi beklenen başka bir “ayakkabı” daha var — MAGA devriminden öte bir şey.
ABD’de asıl hareket, ne Brookings Enstitüsü’nde yapılan seminerlerde ne de New York Times’ta yayınlanan köşe yazılarında yaşanıyor. Olanlar sahne arkasında, gözden uzakta; nezaket kurallarının işlemediği, çoğu zaman senaryo dışı bir zeminde gerçekleşiyor. Amerika, Augustus döneminde Roma’nın başına gelenlere benzeyen bir dönüşüm yaşıyor.
Yani asıl mesele, felce uğramış bir seçkinler düzeninin çökmesi ve onun yerine yeni siyasal projelerin şekillenmesi.
Küresel liberalizmin entelektüel paradigmasının –hayalleriyle birlikte bu yapıya eşlik eden teknokratik yönetim modelinin de– çöküşü, Batı’daki kırmızı/mavi ayrımının çok ötesine geçiyor. Batı’nın kültür savaşlarına eşlik eden işlevsizlik, ekonomik yönetişime dair tüm yaklaşımın değişmesi gerektiğini gözler önüne serdi.
Otuz yıldır Wall Street bir hayal satıyordu – ve o yanılsama şimdi yerle bir oldu. 2025 Ticaret Savaşı gerçeği açığa çıkardı: ABD’deki büyük şirketlerin çoğu, kırılgan tedarik zincirleri, ucuz enerji ve yabancı işgücüyle bir arada tutuluyordu. Peki ya şimdi? Her şey çözülüyor.
Açık konuşmak gerekirse, liberal seçkinler yönetim konusunda ne yetkin ne de profesyonel olduklarını gösterdiler. Ve karşı karşıya oldukları durumun ciddiyetini anlamıyorlar – yani kolay çözümler ve zahmetsiz refah üreten o finansal mimarinin artık “son kullanma tarihi”ni çoktan geçmiş olduğunu.
Deneme yazarı ve askeri stratejist Aurelien, Fransızca aslı The Strange Defeat (Tuhaf Yenilgi) olan makalesinde, burada ‘yenilgi’ Avrupa’nın dünya olaylarını anlama konusundaki “garip” yetersizliğiyle tanımlanıyor:
“… yani [Avrupa’nın] söylemlerinde ve eylemlerinde sergilediği neredeyse patolojik düzeydeki gerçeklikten kopuş. Durum kötüleşmeye devam etse bile… Batı’nın dünyayı kavrayışında gerçekliğe daha yakın hale geldiğine dair hiçbir işaret yok — ve büyük olasılıkla, ancak zorla dışarı çıkarılana kadar kendi alternatif gerçeklik inşasında yaşamayı sürdürecek.”
Evet, bazıları Batı’nın borçla beslenen, aşırı finansallaşmış tüketim temelli ekonomik paradigmasının ömrünü tamamladığını ve değişimin kaçınılmaz olduğunu kavrıyor. Ancak Anglo ekonomik modeline öylesine bağımlılar ki, örümcek ağına yakalanmış gibi felç olmuş durumdalar. “Başka alternatif yok” (TINA) onların parolası hâline gelmiş.
İşte bu yüzden Batı, en azından geleceğe yönelik planlı bir bakış geliştirmeye çalışan devletlerle karşılaştığında sürekli geride kalıyor ve hayal kırıklığı yaşıyor.
Batı bir kriz içinde, ama ne ilericilerin ne de bürokratik teknokratların düşündüğü türden bir kriz bu. Sorun ne popülizm ne kutuplaşma ne de ana akım medya sohbet programlarında haftanın popüler “güncel konusu.” Asıl ve derin sorun yapısal: Güç o kadar dağılmış ve parçalanmış durumda ki, anlamlı bir reform mümkün değil. Her aktörün veto hakkı var ama hiçbir aktör düzen kuracak güce sahip değil. Siyaset bilimci Francis Fukuyama, bu duruma bir ad vermişti: “Vetokrasi” – herkesin engelleyebildiği, ama kimsenin inşa edemediği bir durum.
Amerikalı yorumcu Matt Taibbi şöyle gözlemliyor:
“Genel bir bakışla söylemek gerekirse, bu ülkede bir ehliyet krizi yaşıyoruz. Bunun Amerikan siyaseti üzerinde büyük bir etkisi oldu.”
Bir bakıma, gerçeklikle –yani ehliyetle– bağın kopukluğu günümüz küresel neoliberalizmine işlemiş durumda. Kısmen bu, Friedrich von Hayek’in Köleliğe Giden Yol (The Road to Serfdom) adlı eserinde dile getirdiği meşhur mesaja bağlanabilir: Devlet müdahalesi ve ekonomik planlama kaçınılmaz biçimde köleliğe yol açar. Bu mesaj, ne zaman bir değişim ihtiyacı dile getirilse, yeniden dolaşıma sokulur.
Hayek’in (kendi deyimiyle “sosyalizmin hayaletleri”yle mücadele ederken) oluşturduğu bu ilk sütunu izleyen ikinci ayak, Amerikalıların Chicago Okulu’nun Monetaristleriyle yaptığı ittifaktı — bu okulun ürünü olan Milton Friedman, Köleliğe Giden Yol’un adeta Amerikan versiyonunu kaleme aldı. Eserin adı ironik biçimde şu oldu: Kapitalizm ve Özgürlük.
Ekonomist Philip Pilkington, Hayek’in “piyasalar = özgürlük” yanılsamasının o denli yaygınlaştığını, artık tüm söylemlerin bu varsayımla tamamen doymuş hâle geldiğini yazar. Nazik bir ortamda ya da kamusal alanda elbette solcu ya da sağcı olabilirsiniz, ama mutlaka bir şekilde neoliberal olmak zorundasınız — yoksa bu tartışmalara girmenize dahi izin verilmez.
“Her ülkenin kendine özgü yanları olabilir; ama temel ilkeler düzeyinde hepsi aynı örüntüyü izler: Borç temelli neoliberalizm, her şeyden önce, devleti baştan biçimlendirerek piyasayı –ve onun en önemli aktörlerini: modern şirketleri– başarıya ulaştırmanın teorisidir.”
Yine de tüm (neo-)liberal paradigma, merkezine “fayda maksimizasyonu” ilkesini yerleştirerek bunun üzerine inşa edilmiştir (sanki insanın güdüleri yalnızca maddi temelli şekilde indirgenerek tanımlanabilirmiş gibi). Bu paradigma, motivasyonun sadece faydacı olduğu –ve yalnızca bu şekilde açıklanabileceği– varsayımını temel bir yanılsama olarak kabul eder. Bilim felsefecileri, özellikle Hans Albert’in de işaret ettiği gibi, fayda maksimizasyonu teorisi gerçek dünyayla örtüşmeyi en baştan dışladığı için test edilemez hâle gelir.
Bu yanılsamanın temelinde, insanın ve toplumun iyiliğini piyasaya tâbi kılmak ve aşırı ‘tüketim’in, doğasında kölelik barındıran bu düzene yeterli bir karşılık olduğu varsayımı yatar. Bu yaklaşım, Tony Blair döneminde uç noktalara taşındı: Blair, kendi döneminde “siyaset diye bir şeyin kalmadığını” söylemişti. Başbakan olarak, devleti yönlendirme ehliyetine sahip teknik uzmanlar, oligarklar ve bankacılardan oluşan bir kabineye başkanlık etti. Siyaset sona ermişti; yönetim işi teknokratlara bırakılmalıydı.
Aurelien’in yazdığı gibi:
“1979’da seçilen Britanya’daki Muhafazakâr hükümet, başarılı rakiplerini taklit etmek yerine, onların yaptıklarının tam tersini yapmayı seçti – ve esasen sihire bel bağladı. Hükümetin yapması gereken tek şey, doğru ‘büyülü ortamı’ yaratmaktı (düşük vergiler, az düzenleme); girişimcilerin ‘hayvani içgüdüleri’ de gerisini ‘piyasanın büyüsü’yle (ilginç bir kelime tercihi) kendiliğinden halledecekti. Ne var ki büyücünün, bu güçleri çağırdıktan sonra, onların işleyişine yaklaşmaması gerekirdi.”
Bu fikirler, başlangıçta Amerikan Solu’ndan alınmıştı; ama onları Avrupa geneline yayan kozmopolitizm oldu.
“Anglo-Sakson (ve bugün artık daha geniş anlamda Batılı) dünyanın, arketipsel kahraman girişimcilere ve üniversite terklerine duyduğu saplantı, şu tarihsel gerçeği gözlerden kaçırdı: Ne önemli bir sanayi, ne de temel bir teknoloji, belli bir düzeyde planlama ve devlet teşviki olmadan geliştirilmiştir.”
Açıkça görülüyor ki bu tür küreselci liberal düşünce sistemleri bilimsel olmaktan çok ideolojik (hatta kimi zaman büyüsel) niteliktedir. Ve bir ideoloji işlevini yitirdiğinde, gelecekte yerini başka bir ideoloji alacaktır.
Buradaki ders şudur: Bir devlet ehliyetini yitirirse, onu yönetmek üzere eninde sonunda biri ortaya çıkar. Bu, uzlaşmayla değil, zor yoluyla olur. Tarihin bu tür siyasal tıkanıklıklara karşı sunduğu çare, ne diyalogdur ne de uzlaşma; Romalıların proscription dediği şeydir – yani kurumsallaşmış bir tasfiye. Sulla bunu biliyordu. Sezar mükemmelleştirdi. Augustus ise kurumsallaştırdı: Elit sınıfın çıkarlarını hedef al, kaynaklarını kes, mülklerini elinden al ve itaat etmeye zorla… yoksa!
Amerikalı siyaset ve kültür eleştirmeni Walter Kirn şöyle öngörüyor:
“Peki ileriye dönük olarak insanlar ne isteyecek? Ne tür değerlere önem verecekler? Neyi kıymetli bulacaklar? Öncelikleri değişecek mi? Bence evet, hem de ciddi biçimde…”
“[Amerikalılar] felsefi ya da uzun vadeli eşitlik gibi siyasal meselelerle daha az ilgilenecekler, diye tahmin ediyorum; bunun yerine artık asgari düzeyde bir ehliyet beklentisine yönelmek isteyecekler. Başka bir deyişle, bu önceliklerin değiştiği bir dönem – ve bence büyük bir değişim geliyor: çok büyük bir değişim. Çünkü şu ana kadar lüks sorunlarla uğraşıyormuşuz gibi görünüyor ve şüphesiz başkalarının sorunlarıyla –örneğin Ukrayna ya da her kimse– ve devasa bütçelerle ilgilendik.”
Peki Brüksel bütün bunlardan ne anlıyor? Hiçbir şey.
AB teknokrasisi hâlâ Obama dönemi Amerika’sına hayranlıkla kilitlenmiş durumda – yumuşak gücün, kimlik siyasetinin ve kozmopolit neoliberal kapitalizmin ülkesi olarak. Gelecek yıl yapılacak Kongre Ara Seçimleri’nde Trump etkisinin silineceğini umuyorlar (ve bekliyorlar). Brüksel’deki yönetici sınıflar, Amerikan solunun kültürel gücünü hâlâ siyasi güçle eşdeğer sanıyor.
Görünüşe bakılırsa Amerikan muhafazakârlığı, artık daha sert, daha acımasız ve çok daha az duygusal bir yapı olarak yeniden inşa ediliyor. Aynı zamanda daha merkeziyetçi, daha zorlayıcı ve daha radikal bir forma bürünme hedefi de taşıyor. ABD’de ve Avrupa’da birçok aile iflasın eşiğinde veya mülksüzleştirme riskiyle karşı karşıya; gerçek ekonomi çökerken, bu kesim –artık orta sınıfın giderek daha büyük bir bölümünü de kapsayarak– hem oligarşiden hem de “kurulu düzenden” tiksiniyor ve olası şiddetli bir tepkiye gitgide yaklaşıyor. Bu noktada kültür savaşı, kamusal alandan sokağın “muharebe alanına” taşınacaktır.
Bugünün ABD yönetimi, her şeyden önce, “büyüklük” kavramına –bireysel büyüklüğe ve bunun uygarlığa katkısına– sıkı sıkıya bağlı.
Siyaset bilimci Corey Robin’in yazdığı gibi, örneğin sınırları aşan birey figürü, Ayn Rand’ın sanayici ve deha kuramlarında önemli bir rol oynar (Romanlarında, dışlanmış bir karakterin aynı zamanda suçlu sayılabilecek bir kural ihlalcisi olarak içeriden gelemeyecek bir enerji türünü dışarıdan taşıdığına dair güçlü bir tema hep vardır).
Kısacası, bugünün popülist muhafazakârlığı ile radikalizm arasında çok da gizli olmayan bir akrabalık söz konusu. Ancak Emily Wilson’un The Iliad (İlyada) adlı kitabında belirttiği gibi, kaybedilen “büyüklük” kolay kolay geri kazanılamaz.
Bugün için İlyada’nın sunduğu analojiden kaçmak mümkün değil – burada Trump, ülkesinin “büyüklüğünü” yeniden kazanmak isterken aynı zamanda ölümsüz kişisel kleos’unu (nam, şöhret) elde etmeye çalışıyor. Bugün biz buna “miras bırakmak” diyebiliriz. İlyada’da bu, karakter tanımının merkezindedir ve ölümlü bir lidere, onur ve şan yoluyla mecazi anlamda ölümü aşma gücü verir.
Ancak bu her zaman iyi sonuçlanmaz: Baş karakter Hektor da kleos peşindeydi; ancak kandırılarak dövüşe çekildi ve Truva surlarının dibinde öldürüldü. Trump da belki İlyada hikâyesindeki bu ahlaki dersi dikkate almalıdır.
*Alastair Crooke, eski Britanyalı diplomat; Beyrut merkezli Conflicts Forum’un kurucusu ve yöneticisidir.