Batı STK’ları: Hayat mı Kurtarıyor, Sadece Ölümleri mi Düzenliyor?

Batı insani yardımcılığının paradoksu, yeni sömürgeci baskıya karşı direniş ve mücadeleye dair halkların tarihini oluşturamamasında yatar. Batı insani yardımcılığının üretebildiği tek tarih, kendi müdahale, gözetim ve dijitalleştirme teknolojilerini öven ya da egosunu tatmin eden anlatılardır.
Mayıs 11, 2025
image_print

On yıllar boyunca Batı’nın yardım endüstrisi Sudan’da giderek daha fazla güç kazandı; ancak bu güçlenme, ülkenin geri kalmışlığının nedenleri konusunda sessizleşmesiyle paralel ilerledi. Yoksulluğun kök nedenleriyle mücadele etmek yerine, STK’lar yalnızca ölümlerin sayısını azaltmaya odaklandı.

1980’lerin ikinci yarısında, Oxfam, Sudan’ın kurak Kızıldeniz Tepeleri’nde Beja göçebeleri arasında kapsamlı bir gıda yardımı programı yürüttü. Beja halkı, 1984’teki şiddetli kuraklık sırasında sığır ve koyunlarının yarısını kaybetmişti. Kapsamlı hane halkı ve beslenme gözetimi temelinde hareket eden Oxfam, bu operasyonu insani bir “iyileşme için gıda” (food for recovery) programı olarak tanımladı. Hedefe yönelik gıda yardımı ile gelecekteki zorunlu hayvan satışlarının önlenebileceği ve Beja halkının sürülerini geri kazanabileceği vaadinde bulunuldu.

1987’de Oxfam’ın Sudan ülke temsilcisi olarak, Port Sudan ofisindeki periyodik ziyaretimin kapanış toplantısındaydım. Nemli deniz havası, öğleden sonra bastıran boğucu sıcağı hafifletmek adına hiçbir işe yaramıyordu. Ekip ile gündelik operasyonel meseleleri gözden geçirdikten sonra, kapanış konuşması beklenmedik bir yöne saptı.

Kızıldeniz Tepeleri’ndeki koşullar ve bölge hükümetinin tutumu hakkında artan bilgi birikimine dayanarak, Oxfam’ın gerçekte “ne yaptığı” sorusu spekülatif bir biçimde ortaya atıldı. “İyileşme için gıda” (food for recovery) fikri, bağışçı desteği sağlamak için kamuoyuna güçlü bir argüman sunuyordu; ancak bunun arkasında daha fazlası olabileceği yönünde bir şüphe vardı.

Hükümet, Beja halkına yardım etmek adına neredeyse hiçbir şey yapmamıştı. Kırsal hizmetler yoktu, gerekli kaynak aktarımı sağlanmamıştı ve kayda değer bir ilgi bile gösterilmemişti. Beja halkı ihmal edilmiş, adeta ikinci sınıf vatandaşlar olarak görülüyordu ve bu durumun yakın zamanda değişeceğine dair bir işaret yoktu.

Daha önce toplu halde ifade edilmemiş olsa da ekip, Oxfam’ın yalnızca işlevsiz hale gelmiş bir hükümetin yerini almakla kalmadığı, aynı zamanda bundan daha da ileriye gittiği yönünde bir kanaate varmıştı. Oxfam, dış sponsorlara kendini tatmin edici bir şekilde sunarken, sürülerin iyileşmesini desteklediği iddiasıyla Beja halkının meşru kaygılarını göz ardı ediyor ve böylece hükümeti eleştirilerden uzak tutuyordu. Farkında olmadan, Oxfam siyasi durumu kontrol altında tutmaya yardımcı oluyordu; özenle hazırlanmış insani yardım söylemi, gerçekte üstlendiği pasifleştirici rolü örtbas ediyordu.

Program değerlendirmesinin plansız bir şekilde sona ermesi ayıltıcı bir etki yarattı. Farklı görüşlerin kesiştiği bir an yaşanmış ve yasadışı gibi görünen bir içgörü paylaşılmıştı. Ancak bu görüş dile getirilmeyecekti; içeride kalacak, yalnızca içerden olanların bileceği özel bir fikir olarak kalacaktı. Zamanla herkes işine devam etti ve nihayetinde Oxfam’ın Kızıldeniz operasyonu sonlandırıldı. Çokça övülen “iyileşme için gıda” (food for recovery) hiçbir zaman gerçekleşmedi.

Batı insani yardımı kuşkusuz uzun bir geçmişe sahip. Ancak burada kullanılan “Batı insani yardımı” terimi, 1970’ler ile 1990’lar arasında ortaya çıkan ve sosyal, politik ve teknik olarak belirli koşullara bağlı yeni bir uygulama setini ifade ediyor. Bu uygulamalar, hayatları veya geçim kaynaklarını kurtarmaktan ziyade, yeni sömürgecilik dünyasında aşırı ölüm oranını regüle etmek (regulate) amacına hizmet ediyordu.

Bu dönemde küresel ekonomide yaşanan dünya tarihsel dönüşüm, burada ele alınan insani yardım anlayışındaki değişimlerin maddi temelini oluşturdu. Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık ve diğer Batı ekonomileri sanayisizleşip finansallaşarak Batı’nın uzun süredir devam eden imalat üstünlüğüne bilinçli olarak son verdiler. Basitleştirirsek, dünya genelinde yeni bir temel bölünme oluştu: Birbiriyle bağlantılı Batı tüketim ekonomileri ile Asya üretim ekonomileri arasında. Neoliberalizmin yükselişiyle birlikte bu yeni, kısmi de olsa, uluslararası iş bölümü “küreselleşmenin alternatifsiz dönemi” (the “no alternative” era of “globalization”) olarak kutlandı.

Bu teleolojik “piyasanın zaferi” anlatısını bozacak şekilde, finans odaklı emperyalizmin aynı döneminde farklı ama gerekli bir Afrika-Batı Asya ekseni şekillendi. Bu gelişme, kapitalizmin ilkel birikime (primitive accumulation) olan bağımlılığının sürdüğünü güçlü bir şekilde ortaya koyuyordu. Eşitsiz mübadeleden ziyade, bu mekânsal eksendeki fiziksel kaynaklar, sosyal sermaye ve emek; savaş, yasallaştırılmış hırsızlık ve zorla mülksüzleştirme yoluyla dışsal yağma ve ekolojik sömürü için hedeflenmişti. Önceki dönemle karşılaştırıldığında, takip eden on yıllarda artan şiddet ve yerinden edilmenin ölçülebilir etkileri, Ali Kadri’nin “geri-kalkınma” (de-development) kavramıyla oldukça isabetli bir şekilde özetlenmiştir.

Afrika-Batı Asya ekseninin mülksüzleştirme alanı haline gelmesi ve Batı insani yardımının yeni “hayat kurtarma” odaklı düzenleyici uygulamalarının deneme sahnesi olarak seçilmesi tesadüf değildi.

STK’lar, kariyer, harcama, büyüme ve nüfuz gibi her ölçütte emperyalizmin getirilerinden yararlandı. Batı insani yardımı, liberal insani yardım anlayışının Batı dış politikasından bağımsız (hatta ona karşıt) olma geleneğini terk ederek büyük ölçüde ABD yanlısı ve anti-komünist bir çizgiye kaydı. Eski sömürgelerin yeni sömürgecilik düzeni altında yeniden ele geçirilmesinde etkin bir rol oynayan Batı insani yardımı, 1980’lere gelindiğinde postmodern, karmaşıklık temelli (complexity-based) bir dünya görüşünü savunuyordu.

2000’lerin başında ABD’nin önderliğinde yürütülen yıkıcı “terörle savaş” (war on terror) sonrasında Batı insani yardımı gölgede kalacaktı. Ancak bu savaştan önceki on yıllarda ortaya çıkan düzenleyici uygulamaları incelemek, özgürleşme ve sürdürülebilir bir dünya mücadelesinde özeleştirinin gerekliliğine dair çarpıcı örnekler sunuyor.

STK İstilası

1980’lerde uluslararası STK’lar, Afrika-Batı Asya ekseninde hızla yayıldı. Bu hızlı yayılma, haklı olarak bir “istila” olarak adlandırılabilir.

Bu dönem, Batı’da sanayisizleşmenin yaşandığı, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte Sol’un sağa kaydığı bir süreçti. Hayal kırıklığına uğramış birçok eski yoldaş, teselliyi STK seferberliğine katılmakta buldu.

Bu istila, neoliberal dönemin ruhunu (Zeitgeist), özellikle de kamu hizmetlerinin özelleştirilmesini yansıtarak, Batı’nın devletlerden genişleyen özel STK sektörüne aktardığı yardım fonlarıyla finanse edildi.

STK istilası, bir asır önce ortaya çıkan “yeni” emperyalizmin bazı unsurlarıyla da örtüşüyordu. 19. yüzyılın sonlarına doğru, sömürgeleştirilmiş dünyanın toprakları hızla genişlemişti. Bu genişleme sırasında yönetim, Mike Davis’in “geç Viktorya dönemi soykırımları” (late-Victorian holocausts) olarak adlandırdığı olaylarda da görüldüğü gibi, barbarlıkta yeni boyutlara ulaşmıştı. Paradoksal olarak, yeni emperyalizmi harekete geçiren temel ahlaki gerekçe, “kölelik karşıtlığı” (anti-slavery) idi.

Afrika’nın Paylaşılması (Scramble for Africa) sırasında, emperyalistler, siyahların sınırsız egemenliğini köleliğin zulmü, despotizm ve dolayısıyla insani bir felaket ile eşdeğer tutuyordu. 1882’de Britanya Mısır’ı işgal ettiğinde, ülkede yaygın olan iç kölelik göz önüne alındığında, kölelik ve despotizm arasındaki bu ırksal denklem, Mısırlıların kendi kendilerini yönetmeye uygun olmadığı söylemi için kullanıldı. Adom Getachew’in incelediği gibi, 1920’lerde benzer korkular Liberya ve Habeşistan’da da devredeydi. Her ikisi de köle sahibi toplumlar olmalarına rağmen, Milletler Cemiyeti’ne “eşitsiz egemenler” (unequal sovereigns) olarak dahil edildiler ve bu statüde yönetildiler.

Birkaç on yıl sonra, benzer bir felaket korkusu, Sudan’ın sömürgeci Siyasi Servisi’nin 1956’da ülkenin bağımsızlığını engellemek için yürüttüğü gerici eylemlere de ilham verdi. Batı insani yardım anlayışı, siyahların egemenliğine yönelik bu korkusunu kaybetmedi; sadece parametrelerini yeniden düzenledi.

1980’lerde Afrika-Batı Asya ekseninde STK’ların hızla ortaya çıkışı, Batı insani yardımcılığının yeni sömürgecilik döneminin başlangıcını ilan ediyordu. STK’lar, ABD önderliğindeki emperyalizmin vekil yapısı içinde topluluk düzeyinde yeniden ele geçirme (recapture) işlevi gören pratik araçlardı. Batı insani yardımının itici gücü artık kölelik karşıtlığı değil, Band Aid grubundan Bob Geldof’un kışkırtıcı çıkışlarıyla özetlendiği gibi, özellikle Afrika devletlerinin bürokrasisine yönelik bir otoriterlik karşıtlığı (anti-authoritarianism) idi. Hannah Arendt’in Britanya’nın yeni emperyalizme katkısına ilişkin biraz tartışmalı değerlendirmesinin bir yönünü yeniden ifade edecek olursak: STK istilası, otoriterlik karşıtı eleştirisiyle Batılı gençlerin idealist kesimini kendine çekti.

Bu istila, metropol solunun daha önceki anti-emperyalist duruşundan kopuşunun da bir belirtisiydi. Dönemin ruhu, Jean-François Lyotard’ın 1979’da büyük anlatıların (grand narratives) sona erdiğini ilan etmesiyle yakalanmıştı. Bir yıl sonra, Demir Lady Margaret Thatcher, Fransız teorisyene neoliberalizme alternatif olmadığını belirten ünlü sözüyle eşlik etti: “Başka alternatif yok” (there is no alternative).

Batı İnsani Yardımcılığı

STK’lar arasında büyük anlatıların reddi, büyük ölçüde Marksizm’e, özellikle de o dönemde popüler olan Marx’tan esinlenen azgelişmişlik açıklamalarına yönelikti. 1985’te, Sınır Tanımayan Doktorlar’ın (Médecins Sans Frontières – MSF) Fransa şubesi, o zamana kadar sol enternasyonalizmi tanımlayan Üçüncü Dünyacılık (Third Worldism) ile bağını kestiğini kamuoyuna açıkladı. Açıkça ABD ve İsrail yanlısı, anti-komünist bir tutum benimseyen MSF, kapitalizmi, o dönemde Afrika-Batı Asya ekseninde güçlenmekte olan şiddetli mülksüzleştirmeden ayırdı. Bu tür bağlantılar kurma girişimleri, ideoloji olarak küçümsendi. Dünyanın siyasi olarak artık amacına uygun olduğunu ilan eden MSF, bundan böyle insani yardımcılığın temel ilkelerine, yani hayat kurtarmaya (humanitarianism 101 – saving lives) adanacaktı.

Peki, eğer kapitalizm zararsızsa, neden hayatlar kurtarılmak zorundaydı? İşte burada, yeni emperyalizmin kölelik karşıtlığı ile modern STK’ların otoriterlik karşıtlığı arasındaki ırksal bağ ortaya çıkıyor. Liberal dünya görüşünün, özgürleşmiş siyah egemenliğini insani felaketle eşdeğer tutan güncellenmiş versiyonunda, Sınır Tanımayan Doktorlar (MSF) için suçlu emperyalizm değil; felaket üreten, bağımsız ve totaliter Afrika devletlerinin ortaya çıkışıydı. Bundan böyle, MSF bu devletleri eleştirmekten çekinmeyecekti. Özellikle de solcu veya bağımsız bir gündem iddiasında bulunuyorlarsa.

Eğer Sınır Tanımayan Doktorlar (MSF) yeni sömürgeci köprübaşını sağlamlaştırmışsa, kapitalizm ve emperyalizmin “sihirli bir şekilde ortadan kaldırıldığı” bu dünyayı nasıl anlamamız gerektiğini açıklayanlar, Randolph Kent ve David Booth gibi İngiliz akademisyenler ile Oxfam ve Save the Children gibi STK’lar oldu. İnsanlar, nesneler ve doğa arasındaki etkileşimlerin kaotik “karmaşıklığı” (complexity) nedeniyle nedensel anlatılar geçersiz sayıldı. Genel yasalar veya belirleyici ilişkiler artık imkânsızdı.

Özünde, cehaletin kutlanarak rasyonelleştirilmesi olarak tanımlanabilecek bu yaklaşım, dış dünyayı anlık deneyimin ötesinde bilinemez hale getirdi. Sorunlar belirli zamanlara ve mekânlara bağlandı; böylece genel tarihsel bağlantılar kurmak imkânsız hale geldi.

Fransız siyasi rövanşizmi neoliberalizme uzanırken, İngiliz empirizmi Batı insani yardımcılığını niceliklendirme, sibernetik ve makine öğrenimi ile ilişkilendirdi. Marksizm’e karşı yürütülen emperyal mücadelede ve 20. yüzyılın ortasında bağımsız bir dünya yaratma girişimlerinde şekillenen sibernetik dünya görüşü, 1980’lerde Batı insani yardımcılığı içinde kendini gösterdi — kurumsal makine düşüncesinin ya da yapay zekânın kesintisiz yayılmasından on yıllar önce.

Çatışmayı Doğallaştırmak

1980’lerin ortasında Sudan’da yaşanan kıtlık, ulusal ve uluslararası gündemlerin çatışma sahnesine dönüştü. İnsani yardım bayrağı altında hızla kurulan STK kampı, Sudan’ın çeyrek asırlık kendi kendine kalkınma deneyinin sonunu işaret ediyordu. 1984’ten önce STK sayısı oldukça azdı; ancak birkaç yıl içinde başkent Hartum’da kayıtlı STK sayısı yüzü aştı. O dönemde, Marksist ilhamlı kıtlık analizleri sıkça dile getiriliyordu. Ancak bu tür analizler, yeni sömürgeciliğin geri dönüşünün yarattığı kafa karışıklığı içinde hızla silinip gitti.

Liberal siyaset söyleminin siyah egemenliğinden duyduğu korkunun ötesinde, Küresel Yönetişim ve Yeni Savaşlar (Global Governance and the New Wars) adlı çalışmamda belirttiğim gibi, topluluklar arası çatışmanın nedenleri çok çeşitli ve yere özgüydü; sosyal, ekonomik ve çevresel etkenleri içeriyordu.Batı insani yardımcılığı için, topluluklar arası savaşın genel geçer ya da belirleyici bir nedeni yoktu; yalnızca taraf olanların yaşadığı kıtlık ve cehaletten ibaretti. Batı’nın kamu kaynaklarıyla finanse edilen “yardım endüstrisi,” önümüzdeki on yıllarda sürecek şiddet ve istikrarsızlık dönemini ahistorik ama niceliksel olarak ölçülebilir bir sibernetik karmaşıklık merceğinden değerlendirecekti.

Ancak sahada, 1950’lerden itibaren ticari tarımın genişlemesi, geçimlik tarımı kademeli olarak zayıflattı.1970’lerin sonlarından itibaren ABD’nin hazırladığı yapısal uyum programları, Sudan’ın tarımsal üretimini ihracata yönlendirerek bu çözülmeyi hızlandırdı. Zaten baskı altındaki Sudan’da, kâr elde etme olasılıkları, çobanlar ile çiftçiler arasındaki eski karşılıklılığı sürekli bir savaş ilişkisine dönüştürdü.

Bunun sonucunda, paramiliter kaynak yağması, ekolojik yıkım, kutuplaşmış ırksal şiddet ve zorunlu göç gibi periyodik patlamalar yaşandı ve nihayetinde bu durum, 2023’te Sudan’ın uzun zamandır beklenen devlet parçalanmasına dönüştü. Batı insani yardımcılığı, genelleme yapma konusundaki isteksizliği ile Sudan’ın şiddet içeren yeni sömürgeci ekonomisinin gelişimini normalleştirdi. Finansman dostu insani yardım acil durumlarıyla geçen dört on yıl, ticari sermayenin toplum ve doğa üzerindeki acımasız saldırısını maskeledi. Sudan hakkında çok az gerçek bilgi üretilirken — yani hakları, toprakları ve kaynakları için mücadele edenlerin işine yarayacak pratik bilgi — bu on yıllar, yardım endüstrisi için kurumsal büyümenin kârlı yılları oldu.

Kıtlık Tahmini

Kıtlığa ilişkin yapısal analizler, onun süregelen sosyal iç savaşta bir silah olarak kullanılmasını skandal haline getirmiş ve ekonomik reform ile siyasi koruma çağrısında bulunmuştu. Buna karşılık, sözde “karmaşıklık” düşüncesi, kıtlığı normalleştirerek onu davranışsal sinyaller ve uyarılardan oluşan olasılıksal bir veri setinin öngörülebilir bir sonucu haline dönüştürdü. Sonuçta, “azgelişmiş” bir ülkede kıtlığın beklenmesi olağandı.

Nedeni “karmaşık” olabilir; ne var ki STK’lar, kıtlığın ortaya çıkışını öngörecek bir “teknoloji” geliştirdiler — bu çift amaçlı teknoloji, medya ilgisini çekmek ve fon sağlama yarışında da oldukça kullanışlı olacaktı. 1970’lerden beri, gıda, hayvan ya da işgücü gibi yerel piyasa fiyatlarındaki dalgalanmaların, çiftçiler ve çobanlar arasında sıradışı davranış kalıplarının öncüsü olduğu biliniyordu. Bu tür değişimler, kıtlığın yaklaşmakta olduğuna dair bir gösterge haline geldi.

1980’lerde Sudan, Kıtlık Erken Uyarı Sistemi (FEW) için bir laboratuvar işlevi gördü. Bu sistemin mantığı, zamanında yapılan bir uyarının erken müdahaleye olanak tanıması ve böylece daha fazla hayatın kurtarılmasıydı. Başlangıçta FEW, coğrafi olarak dağılmış pazarlardan ve veri toplama noktalarından fiyat ve nüfus hareketi verilerinin yoğun emek gerektiren bir şekilde toplanmasına dayanıyordu. Verilerin merkezileştirilmesi, elle hesaplanması ve dağıtılması rutin olarak haftalar alıyordu. Bu erken öngörü teknolojisinin manuel doğasının önemi göz ardı edilmemelidir.

Post-Humanitarianism adlı çalışmamda da belirttiğim gibi, FEW, yerinde gerçekleştirilen faaliyetlerden oluşan ve yerleşik bir sosyo-teknik sorun çözme pratiğine dönüşen bir ekolojiydi. Bu uygulama, genel amaçlı bilişimin sağladığı kolaylaştırıcı etkiden en az on yıl, uzaktan algılama ile gelen “dijital insani yardımcılık”ın heyecanlı gelişiyle yapılan kodlamadan ise otuz yıl önce ortaya çıkmıştı.

Teknolojinin belirleyici bir dış güç olmasından ziyade, Kıtlık Erken Uyarı Sistemi (FEW), teknolojinin kapitalizmin bitmek bilmeyen iç savaşı merkezinde toplumsal olarak belirlenmiş bir araç olduğu alternatif bir tarihe işaret eder. Bir “saf” öngörü teknolojisi olarak FEW hiçbir zaman tam anlamıyla çalışmadı. Ölüm öngörülse bile, eşitsiz bir dünyada bazı hayatlar diğerlerinden daha değerli görülür. Toplumsal olarak belirlenmiş bir teknoloji olarak FEW, Batı insani yardımcılığının sömürgeci yeniden ele geçirme ve siyasi-kültürel pasifikasyon evresini tanımlayan tarihsel pratik ekolojisinden, kurumsal gündemlerden ve siyasi mücadelelerden ayrı düşünülemez.

Ölümü Düzenlemek

Kıtlık Erken Uyarı Sistemi (FEW), Batı insani yardımcılığının düzenleyici rolünün gelişiminde özellikle önemli bir yere sahipti. Belirli bir nüfus için öngörüde bulunmak, ancak ihlal edildiğinde insani acil durum ilan edilmesine olanak tanıyan ölçülebilir bir ölüm eşiğinin varlığını gerektirir.

Ancak, Avrupa normlarına dayanmayan herhangi bir eşiğin belirlenmesi, “azgelişmişlik” için uygun görülen ve aynı zamanda Batılı tüketiciler tarafından ahlaki olarak kabul edilebilir bir aşırı ölüm oranının pazarlık konusu yapılmasını içerir. Batı insani yardımcılığının karşıt tarihi, hayat kurtarma hikâyesi değil; Afrika-Batı Asya ekseninde, teknoloji odaklı bir şekilde aşırı ölüm oranını düzenleme çabasını anlatır.

1970’lerden bu yana, insani acil durum ilan edilmesini gerektirecek düzeydeki yetersiz beslenme oranlarında seküler bir artış yaşandı.

1980’lerin ortasında Sudan’daki STK istilasını meşrulaştıran yetersiz beslenme seviyeleri, 1990’lara gelindiğinde Afrika için “normal” hale gelmişti.

Bu eğilim, 2004 yılında BM’nin Entegre Gıda Güvenliği Aşama Sınıflandırması (IPC) sisteminin oluşturulmasıyla zirveye ulaştı.

Bir dizi gösterge seti olarak IPC ölçeği, insani yardım uygulamalarının “altın standardı” olarak yaygın şekilde övüldü.

Ancak, Batılı tüketici toplumları ile çoğunluk dünyası arasındaki deneyimsel uçurumun bir göstergesi olarak, çok az kişi şu bariz soruyu sordu:

IPC tarafından ilan edilen bir acil durum, Avrupa’ya uyarlansaydı nasıl görünürdü?

Birleşik Krallık örneğinde, COVID-19 krizinin zirvesinde, tüm nedenlerden kaynaklanan aşırı ölüm oranı yılda yaklaşık 60.000’di. Bu, IPC felaket ölçeğinde neredeyse görünmez kalıyor.

Kişi başına oranlandığında, Birleşik Krallık’ta tam kapsamlı bir BM insani acil durumu ilan edilebilmesi için yılda dört milyondan fazla aşırı ölüm yaşanması gerekirdi!

Bu rakamlar, yeni sömürgecilik tarafından çoğunluk dünyasında normalleştirilen korkunç aşırı ölüm seviyelerinin bir izlenimini veriyor.

Batılı tüketici toplumları için emperyalizm ve sömürgecilik artık birer “tarih” meselesidir; en fazla, bir miktar tazminatla telafi edilmesi gereken miras sorunlarıdır. ABD’nin vekil savaşlarının süregelen, hatta yoğunlaşan yeni sömürgecilik aşamasının sömürgecilik kadar şiddetli olduğunu, hatta belki daha da şiddetli olduğunu öne sürmek, alay konusu olma riskini taşır. Ancak, Sudan da dahil olmak üzere Afrika-Batı Asya eksenindeki birçok ülke için BM’nin aşırı ölüm oranı eşiği başka bir gerçeğe işaret eder. Dört on yılı bulan sürekli savaşın bilançosunu düşündüğümüzde — mülksüzleştirme, yoksullaştırma, yerinden etme; geçim kaynaklarının, kamu altyapısının ve biyosferin tahribatı; kemer sıkma politikaları, kent katliamı (urbicidal decimation) ve profesyonel sınıfların dağıtılması — ortaya çizilmesi gereken çok farklı bir tablo çıkar.

Krizdeki Batı İnsani Yardımcılığı

Yukarıda özetlendiği üzere Batı insani yardımcılığı, ABD öncülüğündeki teröre karşı savaşın başlamasıyla birlikte bir kriz dönemine girdi. “Ya bizimlesiniz ya da bize karşısınız” şeklindeki kutuplaştırıcı anlayışla, Afrika ve Batı Asya’nın geniş bölgeleri adeta serbest ateş bölgelerine dönüştü. İnsani yardım erişimine verilen uluslararası destek ve bununla ilişkili “insan hakları” kaygıları ortadan kalkarken, yardım sektörü savunmacı bir tutumla içine kapandı. Yardım çalışanlarının dış dünyaya kapalılığı artarken, makine güdümlü uzaktan yönetim sistemlerine bağımlılık arttı. Bütçe kesintileri ve artan yönetsel denetimle birlikte, yardım sektörünün düzenleyici rolü, son yıllarda artan şiddet ve cezasızlık ortamında savrulup gitti.

Batı insani yardımcılığı, yerini aldığı yapısalcılık ve politik radikalizmin yerine dünyaya ne bıraktı? İşte burada “insani yardım paradoksu” ile karşı karşıya kalıyoruz.

Bu paradoksun temelinde, örneğin Sudan’da elli yıldır faaliyet göstermelerine rağmen STK’ların bu ülke hakkında gerçek anlamda çok az bilgiye sahip olması yatıyor. Yeni sömürgeci yeniden ele geçirme ve pasifikasyonun bir aracı olarak yardım sektörü, yeni sömürgeciliğe ve onun tetiklediği şiddet, mülksüzleştirme ve yoksullaşmaya karşı mücadele edenlere faydalı bilgiler üretmekten acizdir. “Hayat kurtarmaya” ve “hakları” desteklemeye adanmış olsa da yardım sektörü, tabiri caizse bir halk tarihi sunamaz. Bu paradoksu gizlemek üzere Batılı insani yardım söyleminde çeşitli telafi edici reflekslere rastlanmaktadır.

Afrika Boynuzu’na ilişkin olarak, son birkaç yıldır düzenli olarak ortaya atılan ve Batı ülkelerinin askerîleşmeye odaklı dikkatini çekmeyi hedefleyen “yaklaşan kıtlık” kehanetleri, aslında kendi çıkarlarına hizmet etmektedir. Birçokları, bilimsel nesnelliğin gücüyle desteklenen “iklim değişikliği” söyleminin, on yıllardır devam eden kurumsal suç ortaklığını perdeleyip, müdahaleye yönelik güvenlik odaklı dürtüleri yeniden canlandırarak Batı insani yardımcılığını ayakta tutacağını ummaktadır.

İklim değişikliğine karşı birleşme çağrısında bulunan liberal söylem, onyıllardır sürdürülen saldırgan müdahale politikaları ve kalkınma başarısızlıklarının üstünü örtmek için kullanışlı bir çizgi çeker. Ancak liberaller artan yeni sömürgeci şiddetin gerçekliğini kabul ettiklerinde bile, liberalizmin uzun süredir var olan sınırsız siyah egemenliğine yönelik ırksal korkusunun yeni biçimlerine rastlarız: yani bağımsız, “totaliter” Afrika devletleri, onların yozlaşmış yöneticileri ve açgözlü devlet dışı aktörlerin oluşturduğu tehdit algısına. Burada, neoliberal “siyasi piyasa”nın her şeyin fiyatlandırıldığı işlemci siyasetini benimseyen akademik modanın rolü önemlidir. Günümüzde bu düzenlenmemiş alanı “haritalamak” için özel araştırma programları yürütülüyor; bu programlar, emperyal müdahalelerin rolünü göz ardı ederek, Afrika’nın tiranları ve bölgesel güçlerinin düzenli olarak birbirlerini sattıkları bir ortamı inceliyor.

Batı insani yardımcılığının paradoksu, yeni sömürgeci baskıya karşı direniş ve mücadeleye dair halkların tarihini oluşturamamasında yatar. Batı insani yardımcılığının üretebildiği tek tarih, kendi müdahale, gözetim ve dijitalleştirme teknolojilerini öven ya da egosunu tatmin eden anlatılardır.

 

Kaynak: https://jacobin.com/2025/05/western-ngos-regulating-death-sudan/

SOSYAL MEDYA