Çeviri ve Takdim: Cengiz Sözübek
Yunanistan’ın sıradışı siyasetçilerinden Yanis Varoufakis, on yıl önce Türkiye kamuoyunun özellikle “sol” cenahının büyük umutlar beslediği ve o dönem Fırat’ın batı yakasına karşı takıntıları nedeniyle popüler olan bir isim üzerinden rol model olarak Türkiye’ye de uyarlamaya çalıştıkları “genç solcu Aleksis Çipras” hükümetinin maliye bakanıydı.
Varufakis’i kısa süre sonra istifaya götürecek süreç, 90’lardaki Türkiye-IMF müzakerelerinin benzeriydi: Yunanistan’ın neredeyse iflasını açıkladığı borç sarmalına karşı kreditörlerin hem Yunanistan’a hem de aslında Avrupa’nın tamamına dayattığı “reçeteler” vardı. Genç maliye bakanı bu reçetelere karşı ayağa kalkıp muhataplarına şöyle seslenmişti: “Belki de artık borçlu ülkelerde seçim yapılmasına gerek yoktur.”
Yunanistan’ın ödeyemeyeceği borçları Avrupa Birliği’nin “birlik ruhu” için de büyük bir sınav olacaktı: ege denizi sahillerinde tabak kıran çakırkeyf Yunan’ın borcunu neden Hans ödesin?
Varukofis Avrupa’nın “birlik ve beraberlik ruhu”yla ilgili duruşu tipik ulusalcı reflekslerden kaynaklanmıyor, bilakis Grexit’in veya İtalya, Porteki gibi ülkelerinde birlikten ayrılmalarının son tahlilde en çok aşırı milliyetçi “Altın Şafak Nazileri”ne yarayacağını dile getiriyor. Sol bir bakış açısıyla da kreditörlerin aslında Avrupa’da üretim yapan herhangi bir ülke vatandaşını hedef aldığını, buradaki kurbanın sadece Yunanistan olmadığını vurguluyor.
Yanis Varoufakis aslında bir akademisyen ve Sidney’de uzun yıllar üniversitede ekonomi hocalığı yaptı. The Guardian’da 2015 yılında yazdığı “Nasıl Dengesiz Bir Marksist Oldum” başlıklı yazıda da kendisini adeta İngiliz Solu’nda konumlandırıyor.
Geçtiğimiz yıl çıkan Teknofeodalizm adlı son kitabıyla ilgili The Observer’da çıkan röportajında, Lenin’in kehanetini yalanlarcasına kapitalizmin küllerinden daha kötü bir şey çıkan çığır açan bir değişime tanıklık ettiğimizi söylüyor:
“kapitalizm öldü, şimdi elimizde çok daha kötü bir şey var; artık bizi şekillendirenin küresel finans sistemi değil, teknoloji firmalarının ‘derebeylikleri’ oldu. Jeff (Bezos, Amazon’un sahibi) sermaye üretmiyor. Kira alıyor. Bu da kapitalizm değil, feodalizm. Peki ya biz? Bizler serfiz. “Bulut serfleri”, sınıf bilincinden o kadar yoksunuz ki, yaptığımız tweet ve paylaşımların aslında bu şirketlerde değer yarattığını bile fark etmiyoruz.”
Varufakis 19 Aralık’ta Project-Syndicate internet sitesindeki “Batı Ölmüyor, Ama Üzerinde Çalışıyor” başlıklı yazısında adeta “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor – komünizm hayali” denildiği gibi bir başka hayaletten bahsediyor.
Roma’nın ağırlık merkezinin İstanbul’a kayması gibi Batı’nın ağırlık merkezinin de II.Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’dan Amerika’ya kaydığına dikkat çeken Varoufakis, yeni ağırlık merkezinin Çin ve Uzak Asya olmayacağını “çünkü Çin hegemon olmak istemiyor” şeklinde naif bir sebebe dayandırıyor.
Batı Ölmüyor, Ama Üzerinde Çalışıyor
Yanis Varoufakis
Batı’nın gücü her zamanki gibi güçlü. Değişen şey, finansörler için sosyalizm, en alttaki %50 için çökmekte olan beklentiler ve zihinlerimizin Büyük Teknoloji’ye teslim edilmesinin birleşiminin, geçen yüzyılın değer sistemine çok az ihtiyaç duyan aşırı Batılı elitlerin ortaya çıkmasına neden olmasıdır.
Avrupa’da, Küresel Güney’de ve Donald Trump’ın seçim zaferinin ardından Amerika Birleşik Devletleri ‘nde merkezci uzmanlardan oluşan rengarenk bir ekip, Batı’nın düşüşte olduğuna inanıyor. Elbette, Batı’da hiçbir zaman bu kadar çok güç bu kadar az insanın (ve posta kodunun) elinde toplanmamıştı, ancak bu tek başına Batı gücünün mahkum olduğu anlamına mı geliyor?
Avrupa’da gerileme söylemini benimsemek için iyi bir neden var. Tıpkı Roma İmparatorluğu’nun hegemonyasını bin yıl daha uzatmak için başkentini Konstantinopolis’e kaydırıp Roma’yı barbarlara terk etmesi gibi, Batı’nın ağırlık merkezi de ABD’ye kayarak Britanya ve Avrupa’yı atıl, geri kalmış ve giderek önemsiz hale getiren durgunluğa terk etti.
Ancak uzmanların kasvetli duygularının daha derin bir nedeni var: Batı’nın kendi değer sistemine (evrensel insan hakları, çeşitlilik ve açıklık) bağlılığının azalmasını Batı’nın gerilemesiyle karıştırma eğilimi. Eski derisini döken bir yılan gibi, Batı da yirminci yüzyıl boyunca yükselişini sürdüren ancak yirmi birinci yüzyılda artık bu amaca hizmet etmeyen bir değer sistemini dökerek güç kazanıyor.
Demokrasi hiçbir zaman kapitalizmin yükselişi için bir ön koşul olmadı ve şu anda Batı’nın değer sistemi olarak düşündüğümüz şey de bunun için bir ön koşul değil. Batı’nın gücü hümanist ilkeler üzerine değil, köle ticareti, afyon ticareti ve Amerika, Afrika ve Avustralya’daki çeşitli soykırımlarla birlikte kendi ülkesindeki acımasız sömürü üzerine inşa edilmiştir.
Yükselişi sırasında Batı’nın gücü yurtdışında kontrolsüzce yayıldı. Avrupa, halkları boyunduruk altına almak ve kaynakları çıkarmak için milyonlarca sömürgeci gönderdi. Avrupalılar gördükleri yerlilere insan değilmiş gibi davrandılar ve topraklarını terra nullius, yani o toprakları arzulayan yerleşimciler için insansız bir toprak ilan ettiler – Amerika, Afrika ve Avustralya’dan bugün Filistin’e kadar her soykırımın ilk eylemi.
Ancak Batı’nın gücüne dışarıda karşı konulamazken, içeride, azınlığa ait fabrikalarda üretilen malları yeterince tüketemeyen çoğunluğun neden olduğu ekonomik krizlere tepki olarak ayaklanan sefil alt sınıfları tarafından meydan okundu. Bu çatışmalar, pazarlar için rekabet eden Batılı güçler arasında endüstriyel ölçekli savaşlara dönüştü ve iki dünya savaşıyla sonuçlandı.
Sonuç olarak, Batı’nın seçkinleri taviz vermek zorunda kaldı. Ülke içinde kamu eğitimine, sağlık sistemlerine ve emeklilik maaşlarına razı oldular. Uluslararası alanda ise Batı’nın acımasız savaşlarına ve soykırımlarına duyulan öfke, sömürgeciliğin kaldırılmasına, evrensel insan hakları beyannamelerine ve uluslararası ceza mahkemelerine yol açtı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki birkaç on yıl boyunca Batı, dağıtıcı adaletin, karma ekonominin, çeşitliliğin, içeride hukukun üstünlüğünün ve kurallara dayalı uluslararası düzenin sıcak ışıltısının tadını çıkardı. Ekonomik olarak bu değerlere, Bretton Woods olarak bilinen merkezi planlı, ABD tasarımı küresel para sistemi olağanüstü iyi hizmet etti; bu sistem Amerika’nın kendi net ihracatını sürdürmek için müttefiklerini dolarize ederek fazlalıklarını Avrupa ve Japonya’ya geri dönüştürmesine izin verdi.
Ancak 1971 yılına gelindiğinde Amerika açık veren bir ülke haline gelmişti. Cermen tarzında kemer sıkmak yerine, ABD Bretton Woods’u havaya uçurdu ve ticaret açığını patlattı. Almanya, Japonya ve daha sonra Çin net ihracatçı oldular ve dolar kârları Wall Street’e gönderilerek ABD devlet borçları, gayrimenkulleri ve ABD’nin yabancıların yatırım yapmasına izin verdiği şirketlerdeki hisseleri satın alındı.
Sonra Amerikan yönetici sınıfı bir aydınlanma yaşadı: Yabancı kapitalistlerin hem ürünlerini hem de dolarlarını ABD’ye göndereceklerine güvenmek varken neden kendi ülkelerinde üretim yapsınlardı ki? Böylece, tüm üretim hatlarını yurtdışına ihraç ederek Amerika’nın üretim merkezlerinin sanayisizleşmesini tetiklediler.
Wall Street bu cüretkar yeni geri dönüşüm mekanizmasının kalbinde yer alıyordu. Rolünü oynayabilmesi için sınırsız olması gerekiyordu. Ancak toptan deregülasyonun onu destekleyecek bir ekonomi ve siyasi felsefeye ihtiyacı vardı. Talep kendi arzını yarattı ve neoliberalizm doğdu. Çok geçmeden dünya, New York bankalarına akın eden yabancı sermaye tsunamisinde sörf yapan türevlerle çalkalanıyordu. Dalga 2008’de kırıldığında, Batı da neredeyse onunla birlikte kırılıyordu.
Paniğe kapılan Batılı liderler, halklarına kemer sıkmayı dayatırken finansörleri yeniden yüzdürmek için 35 trilyon dolar basılmasına izin verdi. Bu trilyonların gerçekten makinelere yatırılan tek kısmı, Büyük Teknoloji’ye Batılı halkların kalpleri ve zihinleri üzerindeki yaygın gücünü veren bulut sermayesini inşa etmeye gitti.
Finansçılar için sosyalizm, en alttaki %50 için çöken beklentiler ve zihinlerimizin Big Tech’in bulut sermayesine teslim edilmesinin birleşimi, aşırı elitlerin geçen yüzyılın değer sistemi için çok az faydası olan Cesur Yeni Batı’yı doğurdu. Serbest ticaret, anti-tröst kuralları, net sıfır, demokrasi, göçe açıklık, çeşitlilik, insan hakları ve Uluslararası Adalet Divanı, yararlılıkları sona erdikten sonra ABD’nin dost diktatörlere – “kendi piçlerine” – davrandığı gibi hor görüldü.
Avrupa’nın parasını birleştirdikten sonra siyasi gücünü birleştirememesi ve gelişmekte olan dünyanın her zamankinden daha fazla borç içinde olması nedeniyle iktidarsız hale gelmesiyle, Batı’nın önünde sadece Çin kaldı. Ancak ironik olan şu ki Çin hegemon olmak istemiyor. Sadece mallarını engelsiz bir şekilde satmak istiyor.
Ancak Batı artık Çin’in ölümcül bir tehdit oluşturduğuna ikna olmuş durumda. Oğlunun kendisini öldüreceği kehanetine inandığı için oğlunun elinde ölen Oidipus’un babası gibi, Batı da Çin’i atılım yapmaya ve BRICS’i renminbi (Çin’in resmi parası – çn) tabanlı Bretton-Woods benzeri bir sisteme dönüştürmek gibi Batı gücüne ciddi şekilde meydan okumaya zorlamak için yorulmadan çalışıyor.
2024 yılında Batı güçlenmeye devam etti. Ancak, değer sistemi dibe vururken, çöküş mühendisliğine olan eğilimi de arttı.