Hans Vogel, Batı Medeniyeti’ni oluşturan şeyin ne olduğunu merak eder. Ancak onu tam olarak tanımlamaktansa, ne olmadığını söylemek daha kolaydır.
“Batı Medeniyeti” terimi bize Amerika Birleşik Devletleri’nin eğitim sistemi aracılığıyla ulaşmıştır; yaklaşık 1900’lerin ortalarından bu yana, bu terim lisans düzeyindeki standart müfredatın değişmez bir parçası olmuştur. Esasen bu terim, Avrupa tarihini ve buna eklenen bazı Amerikan tarihi bölümlerini kapsar. Bu kullanım, Amerika Birleşik Devletleri’nin Batı Dünyası’nın ayrılmaz bir parçası ve tartışmasız lideri olduğu düşüncesinin şekillenmesinde etkili olmuştur. Öte yandan, bu bakış açısı “Latin Amerika”nın dünya içindeki konumu hakkında hatalı yargıların doğmasına da neden olmuştur. Böylece Latin Amerika’nın bir şekilde “Batı dışı” olduğu zımnen kabul edilir hâle gelmiştir.
Bu fikrin kökeni, Antonello Gerbi’nin (i) “Yeni Dünya Anlaşmazlığı” adını verdiği tartışmaya kadar izlenebilir; özellikle 18. ve 19. yüzyılın başlarında, başta Alman filozof Hegel olmak üzere çeşitli Avrupalı yazarların ortaya koyduğu görüşler burada belirleyici olmuştur. Hegel’e göre Latin Amerika tarihin bir parçası değildi; çünkü Roma Katolik Kilisesi’nin etkisi altında fazlasıyla bastırılmıştı. Orada yalnızca “coğrafya” vardı — benzer olayların sonsuz döngüsü. Buna karşılık, ifade özgürlüğüne sahip bir Protestan ulus olan Amerika Birleşik Devletleri bir gün tarihe katılabilir sayılabilirdi.
Bu bakış açısının geçerliliği tartışmalı olsa da, şu gerçek açıktır: Amerikan tarihi Batı tarihine dahil edilmiş olsa da, Batı tarihi özünde Avrupa tarihidir ve yaklaşık iki bin beş yüz yıllık bir döneme yayılır. ABD bu anlatıda yalnızca çok kısa bir süreliğine yer alır. 1776’daki Amerikan Devrimi nedeniyle anılmayı hak eder; ancak ABD’nin dünya sahnesinde belirleyici bir rol oynaması yalnızca 1941’den 21. yüzyılın başlarına kadar olan dönemi kapsamaktadır.
1980’lerin sonlarında Francis Fukuyama tarihin sona erdiğini ilan ettiğinde, bunun yanlış olduğu ve 21. yüzyılın “Asya Yüzyılı” olacağı giderek daha açık hâle gelmektedir. Bu durum, Amerika Birleşik Devletleri’nin Batı Medeniyeti’ne dahil edilmesinin en iyi ihtimalle geçici bir durum olduğu düşüncesini daha da pekiştirir. Buraya şu temel soru da eklenmelidir: ABD gerçekten bu medeniyetin bir parçası olarak kabul edilmeli midir?
ABD’nin Batı Medeniyeti’nin bir parçası olmadığı, ikna edici biçimde ileri sürülebilir; zira dünyanın geri kalanının aksine, 1789’daki Fransız Devrimi’nden ve onun sonucunda Batı dünyasında ortaya çıkan genel modernleşme sürecinden etkilenmemiştir. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, modern dünya büyük ölçüde Batı Medeniyeti’nin bir ürünüdür ve bu medeniyet de Fransız Devrimi’nden kesin ve derin biçimde etkilenmiştir.
Bugün Batı’yı tanımlayan şey tam olarak Fransız Devrimi’dir ve bu bakış açısına göre, Latin Amerika ile dünyanın büyük bir kısmı bu devrimden açıkça etkilenmiştir. Gerçekte, dünyadaki ülkeler arasında yalnızca Amerika Birleşik Devletleri Fransız Devrimi’nden etkilenmemiştir; dahası, Jean-Philippe Immarigeon’un da belirttiği (ii) üzere, 18. yüzyılın sonlarından bu yana bu devrimin tüm ilkelerini bütünüyle reddetmiştir.
Bu duruma dair çok sayıda açık kanıt vardır: Batı Avrupa ve Latin Amerika’nın aksine, Amerika Birleşik Devletleri’nde parlamenter bir yönetim hiç olmamıştır; ulusal siyasette yer alan bir sosyalist parti, bir Hristiyan Demokrat parti ya da radikal (klerikalizm karşıtı) bir parti bulunmamaktadır — yalnızca birkaç temel özelliği anmak gerekirse. ABD’nin Batı’nın geri kalanından belki de en çarpıcı farkı, aslında bir teokrasi olarak değerlendirilebilecek olmasıdır. ABD bir ‘demokrasi’ değil, başkanın bir tür seçilmiş hükümdar gibi işlev gördüğü bir başkanlık cumhuriyetidir.
Siyasi sistemi resmen laik olsa da (yani kilise ve devlet ayrıdır), pratikte hiçbir siyasetçi kendisinin ateist ya da inançsız olduğunu açıkça beyan edemez. Kamu görevine aday olanların inançlarını açıkça ifade etmeleri neredeyse bir ön koşul hâline gelmiştir. Dahası, siyasetle uğraşmak isteyen herkesin İsrail devletine tam ve koşulsuz destek vermesi fiilen zorunlu bir hâl almıştır. Açık konuşmak gerekirse, Batı’da bu tür bir durumun geçerli olduğu başka hiçbir ülke yoktur. Bu nedenle, kamusal ve siyasi yaşamın bu kolayca doğrulanabilir nitelikleri göz önüne alındığında, Amerika Birleşik Devletleri Batı Medeniyeti’nin bir parçası olarak değerlendirilemez — en azından Fransız Devrimi’nden bu yana biçimlenmiş olan Batı Medeniyeti’nin bir parçası olarak değil.
Bugün Amerika Birleşik Devletleri’nde tanık olduğumuz şey, 1789 öncesi döneme bir geri dönüş niteliğindedir. Zira Fransız Devrimi, Batı’da Kilise ile Devlet arasındaki sıkı ilişkinin kesin biçimde sona ermesini sağlamıştır. Bu, Orta Çağ’da başlamış olan tarihsel bir sürecin nihai başarısıydı. O tarihten bu yana, Batı Avrupa genelinde Kilise ile Devlet arasındaki bağ giderek zayıflamıştır; yalnızca birkaç kısa ömürlü teokratik rejim bu sürece istisna oluşturur: 1653–1658 yılları arasında İngiltere’de Oliver Cromwell, 1546–1564 arasında Cenevre’de John Calvin ve 1494–1498 arasında Floransa’da Girolamo Savonarola.
“Batı Medeniyeti”nin özünü birkaç kelimeyle tanımlamak kolay değildir. Bugün böyle bir tanım yapılması istense, pek çok kişi bu medeniyeti “demokrasi” olarak tanımlayacaktır — ki bu kavramın kökenleri Antik Yunan’a kadar uzanır. Ancak demokrasi, Batı Medeniyeti içinde her zaman bir istisna olmuştur; zira yalnızca Atina’da birkaç yüzyıl boyunca uygulanmış ve Batı Avrupa’da da yalnızca 1930’lar ile 1992 arasındaki birkaç on yıllık dönemde kesintili olarak var olabilmiştir. Gerçekte demokrasi her zaman oldukça ele avuca sığmaz, hatta uygulanması imkânsız bir ideal olmuştur.
Batı Medeniyeti’ni, fikir tartışmalarının açıkça yapılabildiği ve zaman zaman nesnel, doğrulanabilir bir hakikatin aranmasının teşvik edildiği bir toplum olarak tanımlamak muhtemelen daha yerinde olacaktır. Bu nitelikler her ne kadar muğlak olsa da, “Batı”nın özüne diğer tüm tanımlardan daha fazla yaklaşabilir.
Batı Medeniyeti, diğer medeniyetlerle karşılaştırıldığında ne daha insancıldır ne de daha barışçıldır — aksine, tam tersidir.
Haçlı Seferleri’nden bu yana Avrupa, şiddetin net bir ihracatçısı olmuştur. Gerçekte Avrupa tarihi, Avrupa sınırlarının ötesinde pek sık rastlanmayan düzeyde rekabet, aldatma, saldırganlık ve şiddetle karakterize edilir.
Öte yandan, Avrupa tarihini şekillendiren bir diğer büyük unsur da Roma Katolik Kilisesi olmuştur. Batı Medeniyeti’nin özünü Katolik Kilisesi’nden daha iyi yansıtan başka bir kurum muhtemelen yoktur. Hatta öyle ki, Kilise’nin tarihinin bizzat Batı’nın tarihi olduğu bile ileri sürülebilir. Kuşkusuz bu görüş tartışmaya açıktır. Hristiyanlığın Roma Katolik Kilisesi ile Ortodoks dünyası arasında bölünmesine yol açan gerçek nedenler ne olursa olsun, bu ayrım aynı zamanda kültürel bir sınır hattı da oluşturmaktadır.
Ne var ki, bu sınır, çağdaş Rusya’nın kendisini Batı Medeniyeti’nin ve geleneksel olarak Batı ile özdeşleştirilen ebedi kültürel değerlerin gerçek bir kalesi olarak yeniden konumlandırmasının önünde aşılması mümkün olmayan bir engel gibi görünmemektedir.
Friedrich Nietzsche, Yunanlıları Avrupa (Batı) medeniyetinin zirvesi ve en yetkin örneği olarak görüyordu. Sözde öğretilerini Yahudilerden devralan Roma Katolik Kilisesi, zayıfları ve uysalları korumaya yönelik açık eğilimiyle, Yunanlıların erkeksi ve üstün mirasını ancak uzun süren ve kararlı bir mücadele sonucunda bastırabilmiştir.
Batı Medeniyeti aynı zamanda dışa dönük tezahürleriyle tanımlanır; özellikle görsel sanatlar ve müzik bu bağlamda öne çıkar. Bunlar, Batı’nın en doruk, en yüce ve en kalıcı başarıları olarak görülebilir. Hem Avrupa müziği hem de görsel sanatlar, 1500 ile 1900 yılları arasında doruk noktasına ulaşmıştır; bu dönemde olağanüstü yetenekli sanatçılar, sanatı daha önce hiç görülmemiş düzeyde bir yaratıcılık ve ifade derinliğine taşımışlardır. Bu sanatsal yaratıcılık çağı, Batı Avrupa’nın olağanüstü siyasal, toplumsal ve ekonomik gelişimiyle örtüşür.
Ancak bu dönem, 1914’te başlayıp 1945’te sona eren uzun ve yıkıcı savaşlar ve devrimler sürecinde, Avrupa’nın önde gelen güçlerinin hem birbirini hem de kendini yok etmesiyle, 20. yüzyılın ilk yarısında sona ermiştir. Bu toplu kültürel intihar süreci, aynı zamanda gelişmelerden en fazla fayda sağlayan Amerika Birleşik Devletleri tarafından da beslenmiştir. ABD’nin genişlemesi ve gelişmesi, Avrupalıların büyük katkıları olmadan mümkün olamazdı.
Ne var ki, 1945’ten sonra Batı Medeniyeti aslında ölmüştür ve bugün yalnızca katı, kesin biçimde kodlanmış, biçimsel bir çerçevede varlığını sürdürmektedir; onu ileriye taşıyabilecek herhangi bir gerçek katkıdan yoksundur. Açıkça görülmektedir ki, Batı Medeniyeti de, kendisinden önce gelen diğer medeniyetler gibi, doğal bir büyüme ve çöküş döngüsüne tabidir.
Bazı kişiler, Batı Medeniyeti’ne bir tür etnik ya da ırksal tanım kazandırmaya çalışmıştır. 18. yüzyıldan itibaren yapılan dilbilimsel araştırmalara dayanarak, Avrupa; Germen, Kelt, Latin, Slav, İran ve Hint dillerini kapsayan ve Atlantik’ten Hint Okyanusu’na kadar uzanan bir dil ailesi olan Hint-Avrupa dilleriyle özdeşleştirilmiştir. Ancak dil ile ırk arasında doğal bir ilişki bulunmadığı düşünüldüğünde, bu yaklaşımın temeli —en hafif ifadeyle— oldukça zayıftır.
Yine de bu görüş tamamen göz ardı edilemez; çünkü bugün Batı Medeniyeti olarak adlandırdığımız şeyin, “Hint-Avrupalılar”ın savaşçı bir kolu olan Yunanlıların Avrupa’ya girişiyle başladığı ileri sürülmektedir. Naziler ve diğer aşırı sağcı ideolojiler, Avrupa medeniyetini ırksal bir teori temelinde açıklamaya her zaman ilgi duymuştur. Ancak 1945’te Nazizmin yenilgiye uğramasının ardından bu düşünce büyük ölçüde marjinalleşmiştir.
Ne var ki son yıllarda, Avrupa’nın büyük tarihî şehirlerine akın eden milyonlarca Avrupalı olmayan ve Hristiyanlık karşıtı yerleşimciye karşı “mantıklı bir yanıt” olarak bu yaklaşım yeniden güçlü bir şekilde gündeme gelmiştir. Bugün bu yerlici (nativist) Avrupa yaklaşımı, çoğunluğu gençlerden oluşan giderek artan sayıda destekçi kazanmaktadır. “Yeniden Göç” (Remigration) sloganı altında, bazı yemek pişirme alışkanlıkları dışında Avrupa kültürüne ve medeniyetine pek katkıda bulunmadığı düşünülen tüm Avrupalı olmayan yeni gelenlerin geri gönderilmesini talep etmektedirler.
Batı Medeniyeti, özellikle Avrupa’nın batı kesiminin tarihi olarak görülmelidir. Bu tarih, Antik Yunan ile başlayıp muhtemelen günümüze kadar uzanan yaklaşık 3.000 yıllık bir dönemi kapsar. Avrupa tarihi yerleşik bir dönemlendirme sistemine tabidir ve genellikle dört ana döneme ayrılır:
- Antik Çağ (MÖ 800 – MS 500)
- Orta Çağ (MS 500 – 1500)
- Modern Çağ (1500 – 1789)
- Çağdaş Dönem
Antik Çağ genellikle iki alt döneme ayrılır:
a) Klasik Antik Çağ (MÖ 800 – MS 200)
b) Geç Antik Çağ (MS 200 – 500)
Orta Çağ üç alt döneme ayrılır:
a) Erken Orta Çağ (MS 500 – 1000)
b) Yüksek Orta Çağ (MS 1000 – 1200)
c) Geç Orta Çağ (MS 1200 – 1500)
Modern Çağ ise genellikle şu iki döneme ayrılır:
• Rönesans veya Erken Modern Dönem (yaklaşık 1700’e kadar)
• Aydınlanma Çağı (yaklaşık 1700 – 1789)
Çağdaş Dönem ise genellikle iki yüzyıla bölünerek incelenir:
• 19. yüzyıl: ya 1789’dan 1914’e kadar süren “uzun 19. yüzyıl”, ya da 1815’ten 1914’e kadar süren “kısa 19. yüzyıl” olarak tanımlanır.
• 20. yüzyıl: ya 1914’ten 2001’e —New York’taki üç Dünya Ticaret Merkezi binasının yıkıldığı tarih— kadar süren “uzun 20. yüzyıl”, ya da 1914’ten 1989’a —Berlin Duvarı’nın yıkılışı— kadar süren “kısa 20. yüzyıl” olarak kabul edilir.
Bu kronoloji ve buna bağlı dönemlendirme genel kabul görmektedir. Ancak, bu yapıların geçerliliği konusunda ciddi şüphelerin varlığı fazlasıyla haklıdır. Asıl mesele şudur: bu tür bakış açılarını mevcut kronolojik yapıya dâhil etmek, çok sayıda yerleşik anlatının altüst olmasına ve öngörülemeyen karmaşalara neden olur.
Rus matematikçi Anatoli Fomenko, bugün geçerli olan kronolojinin başlangıç noktası sayılan İsa’nın doğumunun gerçekte varsayılandan bin yıl sonra gerçekleştiğini öne sürmektedir. (iii) İsviçreli tarihçi Christoph Pfister (iv) ise tarihin çok daha kısa olduğunu ve esasen “17. yüzyılda” başladığını savunur. Bu tür radikal kronolojik yeniden yapılandırmaların benimsenmesi, Amerika Birleşik Devletleri açısından tartışmasız bir avantaj sağlar; çünkü bu, ülkenin tarihsel varlığı bağlamında göreli önemini büyük ölçüde artıracaktır. Örneğin, eğer Pfister haklıysa, ABD Batı Avrupa kadar eski kabul edilecektir — ki bu durum, ABD ile Avrupa arasındaki ilişkilerin yeniden şekillendirilmesi açısından doğrudan bir avantaj sağlar.
Ayrıca Hristiyanlığın gerçek kökenleri ile İslam ve Yahudilikle olan ilişkisi konusunda da ciddi şüpheler, Edwin Johnson (v), François de Sarre (vi) ve Ignacio Olagüe (vii) gibi araştırmacıların çalışmaları temelinde meşru kabul edilmektedir. Yahudiliğin ilk büyük tek tanrılı din olduğu ve Kutsal Kitap’ın Yahudi belgelerine dayandığı yönündeki iddialar ciddi biçimde tartışmalıdır. Bu bağlamda, Shlomo Sand’ın (viii) araştırmalarına dayanarak, bir Yahudi diasporasının gerçekten var olduğu ya da Yahudilerin Filistin’in herhangi bir bölgesinden türediği iddiaları da savunulamaz görünmektedir.
Batı Medeniyeti’nin günümüzdeki coğrafi yayılımına gelince: Bu medeniyet, hâlâ Amerika Birleşik Devletleri’nin kültürel etkisinden ve Afrika, Orta Doğu ile Batı Asya’dan gelen kitlesel göçten büyük ölçüde etkilenmemiş Avrupa bölgelerinde varlığını sürdürmektedir.
İlk bakışta, günümüzde birçok kişi İsrail’i bir Batı devleti olarak görebilir; nitekim Yahudi yerleşimcilerin geçmişleri göz önüne alındığında bu, birçok açıdan makul görünebilir. Ancak İsrail’de kilise ile devlet birbirinden ayrılmamıştır. Tam vatandaşlık haklarına sahip olabilmek için Yahudi olmak gerekmektedir. Esasında İsrail, tıpkı Amerika Birleşik Devletleri gibi, bir teokrasidir ve bu yönüyle Batı Medeniyeti’nin bir parçası olarak değerlendirilemez.
Batı Medeniyeti bugün muhtemelen en güçlü biçimde Rusya’da yerleşmiştir. Ayrıca, Avrupalı göçmenlerin yoğunlukla yaşadığı Latin Amerika bölgelerinde — özellikle Arjantin, Uruguay ve Brezilya’nın güneydeki üç eyaletinde — bu medeniyetin etkileri açıkça hissedilmektedir. Batı Medeniyeti’nin küçük çaplı kalıntılarına ayrıca İngilizce konuşulan dünyada da rastlanabilir: Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney Afrika.
Notlar
i Antonello Gerbi, The Dispute of the New World. The History of a Polemic, 1750-1900, Pittsburgh: University of Pittsburgh Press, 1973.
ii Jean-Philippe Immarigeon, American Parano. Pourquoi la vieille Amérique va perdre sa guerre contre le reste du monde, Paris: Bourrin, 2006.
iii Anatoli Fomenko et al., History: Fiction or Science? 4 vols., Paris, London, New York: Delamere Publishing, 2003-2007.
iv Christoph Pfister, Die Matrix der alten Geschichte. Eine Einfuehrung in die Geschichts- und Chronologiekritik, Norderstedt: Books on demand, 2021.
v Edwin Johnson, The Rise of Christendom, London: Kegan Paul, Trench, Trübner & co., 1890.
vi François de Sarre, Mais où est donc passé le moyen âge? Le récentisme, Ethos eds., 2013.
vii Ignacio Olagüe, La revolución islámica en Occidente, first edition, 1974.
viii Shlomo Sand, The Invention of the Jewish People, London: Verso, 2009.