Batı Kör Değil, Ancak Göremiyor
Jeffrey D. Sachs ile samimi bir diyalog içinde
İçinde bulunduğumuz geçiş toplumuna dair birçok metin kaleme aldım. Her yazışımda, Gramsci’nin meşhur düşüncesi aklıma gelir: Ne eski tamamen yok olmuştur ne de yeni tamamen kendini kabul ettirmiştir; geçiş, kimi çevirilerde ‘canavarlar’ olarak aktarılan hastalıklı (morbid) fenomenlerin zamanıdır. Dünyada olup bitenler, “geçiş” kavramının zamanımızı tanımlamak için hâlâ yararlı olup olmadığını sorgulamama neden oluyor. Giderek artan bir kanaatle düşünüyorum ki, eğer koşullarımızı betimlemek için ünlü ve özlü ifadelere başvurmak gerekiyorsa, en iyi tercih Goya’nın 1799 tarihli aquatint (asit baskı) eseri El sueño de la razón produce monstruos (“Aklın uykusu canavarlar üretir”) olacaktır. Hareket metaforu yerine durum metaforu.
Ukrayna’daki savaşın başlangıcından bu yana, Jeffrey Sachs’ın (JS) analizine katılıyorum ve hatta görüşlerimizin kesiştiği noktalar üzerine mesaj alışverişinde de bulunduk. JS, 11 Nisan’da OtherNews’te yayımlanan “Yeni Uluslararası Düzenin Doğuşu” başlıklı yazısında, zamanımızı tanımlamak için “geçiş” kavramını kullanıyor: 15. yüzyıldan beri Batı’nın (son yüz yıldır ise ABD’nin) hâkimiyetinde olan tek kutuplu bir dünyadan, Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın merkezinde yer aldığı çok kutuplu bir dünyaya geçiş. Bu geçişin sağlanması için JS’nin temel önerisi, Hindistan’ın yükselişi (ki bu yükselişi Çin ile olumlu yönde karşılaştırıyor) ve bu yükselişin, Hindistan’a BM Güvenlik Konseyi’nde daimi üyelik verilmesini sağlayacak jeopolitik bir dönüşüme dönüştürülmesi üzerine kurulu.
JS’nin önerisine karşı değilim; ancak Hindistan’ın, nüfusunun %20’sinden fazlasını (Müslümanları) ikinci sınıf vatandaşlara dönüştüren siyasî Hinduizm nedeniyle, demokratik tarihinin en kötü dönemini yaşadığı bir zamanda övülmesi sorunludur. Öte yandan, JS’nin bu önerisine atfettiği öneme katılmıyorum. Önerisi ne yazık ki iki hatalı öncüle dayanıyor: Birincisi, Birleşmiş Milletler’in hâlâ bir ölçüde etkinliğe sahip olduğu; ikincisi ise, bir tek kutuplu dünya düzeninin mevcut olduğu varsayımı. JS belki de çaresizce BM’nin uluslararası rolüne inanmaya devam ediyor. Ancak her gün, bir yılı aşkın süredir, tüm dünyaya hergün canlı olarak yayımlanan Gazze soykırımından sonra BM’ye inanmak mümkün mü? Balkanlar, Irak, Suriye, Libya, Yemen, Afganistan ve Ukrayna’da tolere edilen tüm yalanlardan sonra hâlâ BM’ye inanmak mümkün mü? İki trajik gerçeği hatırlayalım: Bu yalanların tümü yayımlandıkları anda güvenilir bir şekilde ifşa edilmişti ve bunları ifşa edenler ağır sonuçlara katlandı: susturuldular, sınır dışı edildiler, medya ve yargı baskısına uğradılar. Tüm bu yalanlar, yıllar sonra —çoğu kez bizzat bu yalanları yayan kurumlar ya da onların sözcüleri tarafından— doğrulanmış oldu; ister New York Times ister Washington Post olsun, ya da bunların dünya genelindeki hegemonik medyaya sinyal ileten devasa yankı odaları. Haklı olanlara, doğru olmanın yasak olduğu bir dönemde doğruyu söyledikleri için özür dilenmedi; yalanlara dayalı saldırılarla yerle bir edilen halklara da hiçbir tazminat ödenmedi. Libya’nın bir zamanlar dünyanın en iyi kamu sağlık sistemlerinden birine sahip olduğunu hatırlayan kaldı mı?
İkinci öncül, tek kutuplu bir dünya düzeni olduğu varsayımıdır. Sovyet Bloku döneminde bile dünya düzeninin gerçekten tek kutuplu olup olmadığına dair tartışmaya burada giremeyeceğim. Her ne olursa olsun, bir süreliğine böyle bir düzen mevcuttu. Örneğin, 2005 yılında Narendra Modi’nin insan hakları ihlalleri nedeniyle (2002’de Gujarat’ta İslamcıların katledilmesi) ABD’ye girişinin yasaklandığı dönemde böyle bir düzen vardı. Peki, bugün bir savaş suçlusu ABD Kongresi tarafından ayakta alkışlanırken böyle bir düzen hâlâ mevcut mu? En çok güce sahip olan ülkenin en çok kargaşaya neden olduğu bir dünya, sadece bu nedenle tek kutuplu olarak tanımlanıyorsa, bu aslında bir dünya düzensizliği değil midir? Bugün Çin hakkında söylenenlere inanmak mümkün mü, eğer beş yıl önce Çin hakkında söylenenler doğruysa (şu anda ortaya çıkanlar uzun süredir perde arkasında hazırlanıyor olsa bile)? En güçlü demokratik ülkenin başkanının “en iyi dostları”nın hepsi otokratlardan oluşurken, demokrasi/otokrasi ikiliğine dayalı bir tek kutuplu düzenin sağlamlığına inanmak mümkün mü? Son birkaç yıldır (özellikle 11 Eylül’den bu yana) Amerikan siyasi sınıfı, dünya düzeni fikriyle değil, imparatorluk hâkimiyeti fikriyle yönlendiriliyor. Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi ya da Wolfowitz Doktrinini okuyun; burada, “kolektif eylem organize edilemediğinde” ABD’nin uluslararası sahnede bağımsız hareket etmesi gerektiği açıkça belirtilir. Bu bir düzen ilkesi değildir. Bu, bir kargaşa ilkesidir.
Yoklukların sosyolojisi: Aklın uykusu
JS’nin tüm öngörüsüne rağmen, onun analizleri ve önerileri iki yokluğa —iki gerçekliğe— yol açmaktadır. Bu gerçeklikler var olmalarına rağmen, yokmuş gibi üretilmekte ve bu nedenle herhangi bir teşhis ya da çözüme katkı sunamamaktadır. Bu tür gerçekliklerin yokluğu, analistin iradesinin bir sonucu değildir. Analizin epistemolojik önvarsayımlarından kaynaklanmaktadır. Bu da, aklın uykusunun bir sonucudur. Batı’nın temel sorunu, dünyayı getirdiği mevcut durumdan ziyade, tarihsel süreci boyunca neden olduğu epistemik soykırımdadır (epistemicide); başka bir deyişle, egemenliğini dayatmak ve her türlü direnişi etkisiz hâle getirmek için aktif biçimde yok ettiği dünya bilgileri ve deneyimlerindedir. Bu yıkım yalnızca bedenlerin ve yaşam biçimlerinin yıkımı değildir. Aynı zamanda bilgi, bilgelik ve etik anlayışların; insanların ve ulusların birlikte yaşama biçimlerinin; doğayla, yaşayanlarla ve ölülerle, zamanla ve mekânla kurulan ilişkiler kültürünün yıkımıdır. Bu çok yönlü yıkım, belirli bir körlük biçimi üretmiştir: görmeden bakmak, anlamadan açıklamak, gözlemlenmeden gözlem yapılabileceğini bilmeden gözlemlemek. Pek çok yokluk arasından özellikle ikisini ayırt ediyorum: dost/düşman ikiliğinin ötesinde olan farklı/yararsız olan ve düzen/düzensizlik ikiliğinin ötesinde olan yaşamak ve yaşamaya izin vermek.
Farklı ve Faydasız Olan
Sömürgecilik ve kapitalizm, modern egemenliğin ikiz biçimleridir. Her ikisi de hiyerarşik mantıklara dayanır: üstün/aşağı, sahip/sahipsiz. Her iki durumda da birinci kategori ikinciyi belirler. Aşağı olan, yalnızca üstün olanın çıkarları açısından aşağıdır; başka birçok ölçüte göre üstün olabilir, ancak bu üstünlük, üstün olan için önemsizdir. Sahip olan, neyin (maddi ya da maddi olmayan) değerli olduğunu ve kimin neye sahip olduğunu tanımlar; sahipsiz olan ise, sahip olan açısından değersiz veya var olmayan pek çok şeye sahip olabilir. Bu iki mantık, egemenliğin farklı yüzlerini ortaya koysa da iç içe geçmiş durumdadır. Değerli bir mülke sahip olmaksızın üstün olmak, terimsel olarak bir çelişki, bir oksimorondur. Bu iki mantık, iki tür dikotomik egemen toplumsal ilişki yaratmıştır: yararlı ve zararlı; dost ve düşman. İlk tür, Jeremy Bentham tarafından; ikincisi ise Carl Schmitt tarafından iyi biçimde teorize edilmiştir.
Batı’nın sömürgeci kapitalist düşüncesi, insanların farklı ve yararsız olanın önemini kavramalarını sistematik biçimde unutturmuştur; çünkü bu iki unsur, hiçbir şekilde söz konusu iki hiyerarşik mantığa uymaz. Bu nedenle Batı ya onları tamamen görmezden gelmiş ya da tehdit oluşturmayan ve artık alan olarak gördüğü bir yere — sanata — sürgün etmiştir. Böylece onlara “gereksizlik” havası kazandırmıştır.
Yaşamak ve Yaşamaya İzin Vermek
Yukarıda değinilen sömürgecilik ve kapitalizme ait iki hiyerarşik mantık, 15. yüzyıldan bu yana yaşamı ve ölümü belirlemiştir. Korunmaya değer yaşam, üstünlerin ve sahip olanların yaşamı olarak tanımlandığından — ve dünya nüfusunun ezici çoğunluğu bu kategorilere dâhil olmadığından — modern çağ, ölüm deneyimiyle ve hatta ölümün seyirlik bir gösteriye dönüşmesiyle şekillenmiştir. Ölüm yalnızca aşağı konumdaki, mülksüz insanlar için değil; tüm canlılar, doğa ve genel olarak yaşam için de geçerliydi. Üstünlerin değerli doğal kaynaklar üzerindeki mülkiyetlerini biriktirdikleri nehirlerin, dağların ve ormanların ölümü; teolojik, etik, bilimsel ve her şeyden önce ekonomik gerekçelerle meşrulaştırılmıştır. İşte bu şekilde, bugün içinde bulunduğumuz ekolojik çöküş çağının eşiğine geldik. Gazze’deki etnik temizlik, insanlara, insan altı varlıklara ve insan olmayan varlıklara yönelik uzun bir etno-sosyal-doğal temizlik tarihinin en son iğrenç bölümüdür.
15.yüzyıldan bu yana egemenliğini sürdüren aynı epistemik ve etik öncüllere dayanan bir dünya düzeni — ister tek kutuplu ister çok kutuplu olsun — yaşa ve yaşat ilkesinin egemenliğini sağlamaya hiçbir katkı sunmayacaktır.
Sonuç
Tek kutuplu bir dünyadan çok kutuplu bir dünyaya geçişin kendisi, ne iyi ne de kötü bir durumdur. Gerçek alternatif, farklılık ve yararsızlık alanlarını birer medeniyet değeri olarak genişletmektir: farklılık, çeşitlilik; yararsızlık ise başka tür bir yarar (usefulness-otherwise) olarak ele alınmalıdır. Gerçek alternatif, yaşamın değerine değer vermektir — ki bu değer ancak yaşayarak ve yaşamaya izin vererek saygı görebilir.
Beş yüzyıllık kültürel, epistemik ve etik aşılamadan (indoktrinasyondan) sonra, Batı düşüncesinin çok kutuplu bir dünyanın yaratılmasını tasarlayabileceği ya da bu süreçte öncü bir rol oynayabileceği konusunda ciddi şüphelerim var. Batı, asla eşitler arasında bir eş olmayı öğrenemeyecektir. Dahası, farklı olana ve yararsız olana, yaşamak ve yaşamaya izin vermeye dair değerler; JS’nin umut beslediği dünya bölgelerinde — Asya, Afrika ve Latin Amerika’da — Batı’nın egemen düşüncesine kıyasla çok daha güçlü şekilde mevcuttur. Ancak bu gerçek, kendi başına bir güvence değildir. Zira beş yüzyıllık küresel egemenliğin ardından, Batı düşüncesi özellikle bu bölgelerdeki ülkelerin elitlerinde sinsice yer edinmiştir — ki bu elitler, büyük olasılıkla yeni (ama aslında eski) çok kutuplu dünyayı şekillendirecek olanlardır. Bu nedenle, benim için bu bölgelerin sömürülen ve ezilen sınıfları, çok yüzyıllık epistemik soykırımla (epistemicide) mücadele etme gücüne en çok sahip olanlardır. Bunu da, kendi çok yüzyıllık deneyimlerinden güç alarak gerçekleştireceklerdir. Bu deneyim her zaman savaş ile devrim arasında salınmıştır. Bugün, eğer hâlihazırda içinde değilsek bile, Üçüncü Dünya Savaşı’na uyurgezerlik edercesine ilerlerken; belki de devrim ve kurtuluş kavramlarını yeni terimlerle yeniden ele almamız gerekiyor. Ancak o zaman, kapitalizm ve sömürgeciliğin uykuda bıraktığı akıl yeniden uyanabilir.
Kaynak: https://znetwork.org/znetarticle/the-west-is-not-blind-but-it-cannot-see/