Belirli bir pan-Arap medya kuruluşunun internet sitesi, ABD ve İsrailli yetkililerin Orta Doğu hakkında söylediklerini tercüme etmeye, yorumlamaya veya izleyicilerine aktarmaya adeta takıntılı görünüyor.
ABD Başkanı Donald Trump’ın yaptığı her tehdit, Amerikalı bir yetkilinin attığı her tweet—ne kadar önemsiz veya etkisiz olursa olsun—bir şekilde “son dakika” haberi haline getiriliyor, gelişmelerin takip edilmesini ve hararetli tartışmaları gerektiriyormuş gibi sunuluyor. Sanki Amerikalıların söyledikleri ya da söylemedikleri, bölgemizdeki olayları belirleyen tek faktörmüş gibi bir algı yaratılıyor.
Aynı durum İsrailli yetkililer ve medyası için de geçerli: Jerusalem Post’un asılsız bir haberi, Israel Hayom’un sıradan bir analizi, Maariv, Haaretz ya da başka bir yayındaki adı sanı duyulmamış bir yazarın görüş yazısı, bir şekilde şişirilerek gerçek gibi sunuluyor veya İsrail siyasetinin ve toplumunun bir temsili haline getiriliyor.
New York Times yazarı Thomas Friedman gibi isimler—ABD’nin ana akım entelektüel çevreleri üzerindeki etkisi, 2003’te ABD’nin Irak’ı işgal ettiği dönemde olduğu seviyeden oldukça uzak olsa da—hala birçok Arap medya kuruluşu için önemli figürler olarak görülüyor ve bu da onların ABD siyasetine bakışını şekillendiriyor.
Friedman’ın güvenilirliğinin yıllar süren hatalı analizler nedeniyle zedelenmiş olması ya da Amerika’nın sözde “resmi kayıt gazetesi”nin (Newspaper of Record) bir zamanlar sahip olduğu baskın rolün, diğer birçok medya kuruluşu tarafından kolektif olarak marjinalleştirilmiş olması pek de önemsenmiyor.
Bu, belirli bir gazetenin, televizyon kanalının ya da internet sitesinin sorunu değil. Aksine, Arap dünyasında ve genel olarak Orta Doğu’da ana akım çevreleri tanımlayan yaygın bir aşağılık kompleksini yansıtan kültürel bir olgudur.
Batı’ya olan bu sürekli bilgi bağımlılığı, bölgenin kendi medyasına duyduğu güvensizlikten ve—ne kadar hatalı olsa da—Batı medyasındaki özgürlüğün, doğruluk ve tarafsızlık açısından çok daha güvenilir olduğu inancından kaynaklanıyor olabilir.
Oysa gerçek bundan çok farklıdır. Batı’nın Orta Doğu meselelerine dair haberleri, Gazze’deki yıkıcı savaştan on yıllar önce bile keskin bir şekilde önyargılıydı ya da en iyi ihtimalle seçici ve güvenilmezdi.
Aslında, Gazze savaşında sahadan haber yapanlar, çoğu yerel üniversitelerde eğitim almış ya da hâlâ gazetecilik öğrencisi olan Gazze’nin kendi gençleriydi ve bu, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir şekilde küresel kamuoyunun Filistin’e bakışını değiştirdi.
Bu değişim, Arap ve dünya gençlerinin sosyal medya platformlarında Gazze ile dayanışma göstermesi ve aynı zamanda bağımsız medya aracılığıyla Filistinli seslerin dünya çapında daha fazla duyurulması sayesinde gerçekleşti.
Hikâyelerin anlatılma biçimindeki bu köklü değişim, bölgenin medya üretim yaklaşımında da sarsıcı bir dönüşüme ilham vermelidir. Artık mikrofonun, kendi mücadelelerini doğrudan dünyaya anlatabilmeleri için yerel muhabirlere, yazarlara ve blog yazarlarına verilmesi gerekiyor.
Ne yazık ki, bu dönüştürücü değişim henüz gerçekleşmiş değil. Aksine, Batı’nın bakış açılarına, yorumlarına, analizlerine ve hatta eğlence içeriklerine yönelik artan bir talep var gibi görünüyor.
Bu durum özellikle rahatsız edici, çünkü Orta Doğu’nun kendisi şu anda siyasi, sosyal ve entelektüel anlamda büyük bir dönüşüm geçiriyor. Bölge, onu uzaktan izleyen bir Amerikalı gazeteciden ya da Avrupalı bir köşe yazarından çok daha iyi tanıyan yeni düşünce ekolleri ve etkileyici bir entelektüel kadro ortaya çıkarıyor.
Sorun, Küresel Güney’den gelen seslerin neredeyse tamamen yok olmasıyla daha da derinleşiyor. Orta Doğu medyası, sanki Batı medyasının kendi siyasi hegemonyası dışındaki tüm sesleri marjinalleştirme pratiğini taklit ediyor gibi görünüyor.
Antonio Gramsci’nin kültürel hegemonya teorisine göre, Batı’daki yönetici sınıfın dünya görüşü, birçok Batılı olmayan toplumda adeta genel kabul gören bir düşünce yapısına dönüşüyor.
Bu anlamda hegemonya, gücün doğrudan askeri veya siyasi kontrol yoluyla dayatılması değil, kültürel üstünlük aracılığıyla tesis edilmesidir. İşte bu yüzden Friedman, Tunuslu bir entelektüelden, Birleşik Arap Emirlikleri’nden bir fikir insanından ya da Mısırlı bir gazeteciden çok daha fazla Araplar için önem taşımaya devam ediyor.
Öncü Arap sosyolog, filozof ve tarihçi İbn Haldun (1332-1406), yüzyıllar önce Mukaddime adlı eserinde bu meselelere değinmiş ve kültürel hâkimiyetin siyasi ve askeri güçlerle bağlantılı olduğunu ortaya koymuştur. İbn Haldun’a göre, yönetici elitler daima kendi değerlerini, dillerini, geleneklerini ve kültürlerini tabi gruplara dayatır.
Hem Gramsci hem de İbn Haldun, iktidarın sürdürülebilmesi için “rıza”nın kritik bir unsur olduğunu vurgulamış ve hegemonların zamanla nasıl zayıflayıp çözüldüğüne dair süreci analiz etmişlerdir.
Dünya, yeni güç merkezlerine doğru büyük ve tarihi kaymalar yaşamaya devam ederken, Orta Doğu da küresel “çeper”deki diğer bölgeler gibi bu dönüşümlerin sunduğu fırsatlardan yararlanmalı, kendi potansiyelini keşfetmeli ve küresel söylemdeki yerini yeniden tanımlamalıdır.
Medyamız, gazetecileri, entelektüelleri, akademisyenleri, sanatçıları ve şairleri sürece dahil ederek yerel diyaloglara odaklanmalıdır. Böylece zamanla, burada yaşayan insanların önceliklerine dayanan ve bölgemizin gerçeklerini yansıtan otantik kültürel projeler ortaya çıkabilir.
Artık başkalarının bakış açılarının gölgesinde yaşayamayız ya da fikirlerimizi binlerce kilometre uzaktaki insanlara emanet edemeyiz. Zira onların niyetleri samimi olsa bile, zorluklarımızı gerçek ve anlamlı bir şekilde yansıtmaları bir yana, çözüm üretmeleri bile mümkün değildir.
Bu köklü dönüşümün gerçekleşebilmesi için, öncelikle kendi halkımıza içtenlikle saygı duymalı ve Batılı analistlerin ya da gazetelerin sunduğu bakış açılarına bağımlı kalmaksızın, bağımsız düşünme yeteneğimize gerçekten güvenmeliyiz.