8 Mayıs akşamı, Aziz Petrus Bazilikası’nın balkonunda kırmızı perdelerin önünde duran yeni papa, XIV. Leo, altında dalgalanan coşkulu kalabalığa seslenerek Roma ve dünyaya hitaben yaptığı ilk konuşmasında “Ben Aziz Augustine’in bir oğluyum” dedi.
Papa XIV. Leo, Augustinusçu bir keşiştir. Bu ne anlama gelir?
Augustinusçu tarikat, 1200’lü yıllarda İtalya’da kuruldu. Ancak ilhamını, 5. yüzyılın büyük Afrikalı azizi Hippo’lu Augustine’den aldı.
Augustine, 391 yılında rahipliğe atandığında, Hippo’da (bugünkü Annaba, Cezayir) bir manastır topluluğu kurdu ve 430 yılındaki ölümüne kadar burada yaşadı. Hristiyanlık o dönemde, Kuzey Afrika’nın da dahil olduğu Roma İmparatorluğu’nun yeni resmî diniydi ve örgütlü manastır yaşamı daha yeni başlamıştı. Augustine, topluluğu için temel ilkeleri dikkatlice belirledi. Bu ilkeler daha sonra Augustinusçu Kural olarak tanındı. Augustine bu kuralların bir versiyonunu, yakınlarda bir rahibe topluluğunun başında bulunan kız kardeşi için de yazmıştı. Augustinusçu tarikatın yaşam tarzı, bu belgeye yani “Aziz Augustine’in Kuralı”na dayanır.
Kural (The Rule) genellikle oldukça insani bir metin olarak değerlendirilir. Bir topluluk içinde yaşamanın getirdiği zorluklara, çok sayıda insanın aynı alanı sürekli paylaşmasıyla ortaya çıkan küçük rahatsızlıklara ve insani sıkıntılara karşı son derece duyarlıdır. Metin, sağlığın korunmasına yönelik basit ve pratik yönergeler içerir. Ancak Kural, aynı zamanda bireylerin durumlarına ve özel koşullarına gösterilen kişisel ilgiyi de yansıtır. Augustine, topluluk içinde öfkenin yol açabileceği sonuçlar ve affetmenin gerekliliği konusunda özellikle hassastı. Hristiyanlığa olan tutkulu bağlılığı, onu hem insanlara karşı merhametli olmaya hem de hataları korkusuzca düzeltmeye yöneltti. Herkesi Tanrı’nın yaratıkları ve küresel bir Hristiyan inananlar topluluğunun parçası olarak görmeye çalıştı—Hristiyanlığın farklı bölgelerde ne anlama geldiğine dair yorumlar değişse bile.
Augustine Kuzey Afrika’da doğdu ve hayatının büyük kısmını orada geçirdi. Kartaca’da (bugünkü Tunus’un hemen kuzeyi) retorik dersi verdi ve bir dönem İtalya’da, Milano’daki imparatorluk sarayında resmî hatip olarak kısa süre görev yaptı. Orada Hristiyanlığa geçti ve İtalya’da hep bir yabancı gibi hissetmekten yorulduğu için Kuzey Afrika’ya dönüp bir manastır kurdu.
Ancak yerel piskoposlar onun yeteneklerini fark etti ve kısa sürede Hippo piskoposu olarak atandı. Böylece retorik yeteneklerini Hristiyan doktrinini vaaz etmek ve sapkınlıkla mücadele etmek için kullanmaya başladı. Augustine Afrika’ya, Afrikalı bir kadınla ilişkisinden doğan oğlu Adeodatus ile dönmüştü; oğlunun da bu yeni hayatta kendisine katılmasını planlıyordu. Ancak Adeodatus, dönüşlerinden kısa bir süre sonra, yaklaşık 389 yılında hayatını kaybetti. Bu kaybın acısı, Augustine’in yaşamı boyunca peşini bırakmadı.
Bu yaşam deneyimleri ona başkalarına karşı derin bir merhamet ve empati kazandırdı. Bugün elimizde yaklaşık 300 tanesi bulunan mektupları, bunu defalarca gösterir. Fakirlere ve toplumdan dışlanmışlara yazardı. Kartaca’da kiliseye bağlı bir diyakoz öldüğünde, onun genç kız kardeşi Sapida, Augustine’e bir mektup yazıp kardeşinin tunikasını gönderdi ve eğer o tunik Augustine tarafından giyilirse bunun kendisine teselli olacağını belirtti.
Augustine Sapida’yı tanıyor muydu? Muhtemelen hayır. Ancak nazik bir yanıt kaleme aldı ve o mektubu yazarken gerçekten de kardeşinin tunikasını giydiğini söyledi. Sapida’nın günlük alışkanlıklarının kardeşinin ölümüyle nasıl paramparça olduğunu hayal etti. Gözyaşlarının, genç kadının iradesine karşı zaman zaman “kalbin kanı gibi” fışkıracağını biliyordu.
Augustine, daha küçük görünen konularda da bireysel dikkat gösterirdi. Sahra yakınlarındaki bir sınır kasabasında görev yapan küçük bir devlet memuruna, pagan tanrılara sunulan kurbanlardan kalan yiyecekleri yanlışlıkla yediği için duyduğu endişeyi gidermek üzere sabırla bir mektup yazdı. (Augustine, “Sonuçta hâlâ kurban dumanlarını taşıyan havayı soluyoruz,” demişti.) Hristiyan doktrininin daha ince ayrıntılarını anlayamayan ya da direnen kişilere açıklayıcı yazılar gönderdi. Dostlarına, zor durumlarda yardım istemek üzere içten mektuplar yazdı. Gerçekten de, yeni papanın alıntıladığı gibi, o insanlarla birlikte bir Hristiyan’dı; aynı zamanda onlar için bir piskopostu.
Ama Augustine, gerektiğinde güç sahiplerine yazmaktan da çekinmezdi. Yakın bir çalışma arkadaşı iftiraya uğrayıp hapse atıldığında ve ardından Kartaca’da yargısız infazla öldürüldüğünde, Augustine bu durumdan sorumlu tuttuğu Roma yetkilisine öfkeli bir mektup yazdı. Onu koruyan tek şey piskoposluk makamıydı. Açıktan bir adaletsizlik karşısında sessiz kalmak daha ihtiyatlı bir yol olabilirdi; ama o bunu yapamadı.
Augustine’in yaşadığı dönemde Kuzey Afrika, Roma İmparatorluğu’nun bir parçasıydı; ancak aynı zamanda kendine özgü gelenekleri ve tarihi olan bir yerdi. Bu da ona, Roma’ya ve Roma gücüne hem bir içeriden hem de bir dışarıdan bakma imkânı tanıyordu. Roma imparatorunun sarayında zaman geçirmişti, fakat aynı zamanda Afrika kırsalındaki zeytinliklerde ve buğday tarlalarında çalışan halk arasında da kendini evinde hissediyordu.
Ünlü eseri Tanrı’nın Şehri (The City of God), 410 yılında Gotlar tarafından Roma’nın yağmalanmasının ardından kaleme alındı. Roma aristokratları—bunların birçoğu Afrika’ya kaçmıştı—şoke olmuş ve öfkeliydi; Roma’ya özgü olduklarına inandıkları üstünlük duygusu sarsılmıştı.
Augustine buna karşılık olarak, Roma tarihini Tanrı’nın dünya için kurduğu genel planın yalnızca küçük ve kusurlu bir parçası olarak cesurca yeniden anlattı. Yüzyıllar boyunca imparatorluğun merkezi olan Roma, aslında “ebedi şehir” değildi. Önemli olan binalar ve saraylar değil, insanlardı. Ve insanlar, yaşayan bir topluluk olarak varlığını sürdürüyorlardı. Augustine, “Tanrı’nın şehri” kavramını bu doğrultuda geliştirdi: dünyanın dört bir yanında dolaşan insanların oluşturduğu küresel bir topluluk. Onlar gerçek yuvalarına, yani Tanrı’nın yanına, yalnızca ölümden sonra ulaşacaklardı.
Augustine’in göçmenlere ve yerinden edilmiş kişilere gösterdiği dikkat, kısmen İtalya’da yaşadığı aidiyetsizlik duygusundan ve Afrika’daki deneyimlerinden kaynaklanıyordu. Hippo liman kentinde çok çeşitli insanlara hizmet verdi: büyük Roma toprak sahiplerine ama aynı zamanda onların arazilerinde çalışan Afrikalı köylülere; Akdeniz’in dört bir yanından gelip giden tüccarlara; ve bu tüccarların mallarını taşıyan liman işçilerine. Roma İmparatorluğu’nun sınırlarının çöktüğüne tanık oldu ve bir bölgenin diğerine üstün olduğunu iddia ettiği bir dünyanın ne kaçınılmaz ne de değişmez olduğunu gördü.
Papa XIV. Leo’nun miras aldığı görüşlerden bazıları da bunlardır: dünyayı, sürekli değişen ve her anı Tanrı’nın planına bağlı bir gerçeklik olarak görmek. Hiçbir ulus ya da bölge sonsuza dek egemen kalmaz; tarihsel geçmiş bugünü derinden şekillendirir, ancak bu hikâye yeniden anlatılabilir ve böylece yeniden biçimlendirilebilir.
Papa XIV. Leo’nun bugün Katolik Kilisesi’ni hangi yönlere doğru götüreceğini henüz bilmiyoruz. Ancak bir Augustinusçu olarak, içinde Hippo’lu Aziz Augustine’in şu iki büyük mirasını taşıyor: başkalarının önemsiz gördüğü bireylere bile gösterilen dikkat ve onların bir topluluk içinde nasıl bir araya geldiğine duyulan ilgi; ve Augustine’in Afrika’daki köklerinden edindiği şu bakış: dünyanın güçlülerini hem içeriden hem de—daha da önemlisi—dışarıdan görebilme yetisi.
Yeni papanın, XIV. Leo’nun, Aziz Augustine’in bir oğlu olması bu nedenle önemlidir.
*Catherine Conybeare, Bryn Mawr College’da Beşeri Bilimler Leslie Clark Profesörü’dür; filologdur ve Hippo’lu Augustine konusunda otorite kabul edilir.
Kaynak: https://time.com/7286397/history-saint-augustine-pope-leo-xiv/