İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan küresel düzenin işlevselliğini tamamen yitirdiği, Donald Trump’ın ikinci kez ABD Başkanı seçilmesiyle iyice netleşmiş oldu. Aslında bu düzen, 1990’ların başında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte zaten bozulmuştu. Ancak tek kutuplu yeni düzenin keyfini süren ABD, insanlığın kurtuluşu olarak pazarladığı tekno-kapitalist ekonominin küresel yayılımını ve “terörizmle mücadele”yi bahane ederek bu sistemi günümüze kadar ayakta tutmaya çalıştı. Avrupa Birliği (AB) ülkeleri de ABD hegemonyası ve güvenlik şemsiyesi altında, aslında düzensiz olarak tarif edilebilecek bu durumdan ekonomi ve sosyal refah bağlamında azami düzeyde faydalandı. Büyük oranda Suriye ve Afrika kaynaklı göç hareketleri, Rusya-Ukrayna savaşı, Çin’in imalat alanında neredeyse bütün üstünlüğü ele geçirmesi gibi şoklar AB’nin rahatını kaçırsa da tam anlamıyla rahat uykusundan uyandırmaya yettiği söylenemez. Öyle ki AB, fantezi denecek düzeyde insan hakları, toplumsal cinsiyet, iklim ve çevre sorunları gibi konularla sosyal, ekonomik ve güvenlik bağlamında elini kolunu bağlayan, dünyanın geri kalanıyla da ilişkilerini zehirleyen hantal bir yapıya dönüştü. Bölgesel ve küresel düzeyde yaşanan gelişmelerle ilgili ABD’nin takındığı tavrı onaylamak ve söylediklerini teyit etmek dışında bir şey yapamaz, bir inisiyatif alamaz hâle geldi. Trump’ın “Önce Amerika” sloganıyla BM ve NATO gibi mekanizmaları sorgulayan ve alışılageldik ABD politikalarını tersine çeviren yaklaşımları, küresel sistemin siyasi, ekonomik ve askeri açılardan bir kaosa sürüklendiğini belirginleştirince işler değişti. Bu kaos, uluslararası ilişkilerde yeni bir belirsizlik çağını başlatırken, özellikle Avrupa Birliği’ni zorlu bir dönüm noktasına getirdi.
Trump’ın ABD çıkarlarını merkeze alan politikaları, bir önceki ABD yönetiminin teşvikleriyle savaşa sürüklenen Ukrayna’yı ve ona hem ekonomik hem de askeri açıdan destek olan AB ülkelerini Rusya karşısında yalnız bırakacak şekilde ilerliyor. Trump bir taraftan AB’yi, hatta savaşın tarafı olan Ukrayna’yı dışarıda bırakarak Rusya ile barış görüşmelerine başlarken, diğer taraftan Ukrayna’yı ekonomik olarak işgal etmek anlamına gelecek anlaşmaları Kiev’e dayatıyor. AB’yi ise NATO’dan çıkmakla, Kanada, Meksika ve Çin’e yaptığı gibi gümrük tarifelerini yükseltmekle ve NATO kapsamındaki savunma harcamalarını millî gelirlerinin en az yüzde 5’ine denk gelecek şekilde artırmakla tehdit ediyor. Trump’ın Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski’yi Beyaz Saray’da azarlayarak kovmasının ardından acilen toplanan AB liderleri, Ukrayna’ya desteklerinin devam edeceğini açıklayıp kuyruğu dik tutmaya çalışsa da bu taahhüdün ABD’nin askeri ve mali desteği olmadan sürdürülebilir olmadığı aşikâr. AB’nin, bu yeni gerçeklik karşısında hem kendi kapasitesini sorgulaması hem de gelecek için vizyoner bir strateji geliştirmesi kaçınılmaz görünüyor.
Trump’ın tavırları, AB’yi uzun uykusundan uyandırmış gibi görünüyor. Ancak bu uyanış, ne yapacaklarını bilemez bir şaşkınlıkla da birleşmiş gibi duruyor. AB liderleri, kamuoyu önünde sert olmayan tepkilerle durumu idare etmeye çalışsa da, arka planda ABD’nin yokluğunda ne kadar kırılgan olduklarının farkına varmaya başladılar. Yine de bu farkındalık, henüz somut bir eyleme dönüşmüş değil. AB, Trump’la birlikte fiilen de işlevsizleşen eski savunma ve ittifak mimarisinin diliyle konuşmaya devam ediyor. Hâlen Rusya ile çatışmayı bir zorunluluk olarak görüyor ve politikalarını bu çerçevede şekillendiriyor. Oysa ABD’li akademisyen ve stratejist Jeffrey Sachs’ın çeşitli platformlarda dile getirdiği gibi, Rusya, Sovyetler Birliği’nin dağıldığı ilk günlerden beri AB ve ABD ile dengeli bir iş birliğine hazır olduğunu Putin dahil liderlerinin diliyle defalarca ifade etmiş durumda. Bu durum, AB’nin neden Rusya ile çatışmaya dayalı bir ilişki yerine iş birliğine yönelmediğini sorgulatıyor. AB’nin bu yaklaşımı, hem kendi çıkarlarına zarar veriyor hem de stratejik bir vizyon eksikliğini ortaya koyuyor.
2. Dünya Savaşı sonrasında NATO şemsiyesi altında güvenliğini neredeyse tamamen ABD’ye emanet eden AB, dış politikada da büyük ölçüde ABD’nin gölgesinde hareket etti. Terörle mücadele, küresel ticaret, enerji politikaları ve bölgesel iş birlikleri gibi alanlarda geliştirilen AB politikaları, her zaman ABD’nin çıkarlarını da gözeten bir çerçeveye oturtuldu. Doğu Akdeniz, Orta Doğu, Kuzey Afrika, Çin, Türkiye, Balkanlar ve diğer bölgelerde özgün ve bağımsız bir AB politikasından söz etmek pek mümkün olmadı. Özellikle “Terörle Savaş” söylemi ve İsrail’in yayılmacı politikalarına karşı sergilenen tavır, ABD’nin AB dış politikası üzerindeki etkisini net bir şekilde gözler önüne seriyor. Ancak şimdi, bu bağımlılık ilişkisi ciddi bir sınamayla karşı karşıya. ABD’nin geri çekilmesi, AB’yi kendi savunma ve dış politika paradigmasını geliştirmeye zorluyor ve bu AB’nin varlığını sürdürebilmesi için kaçınılmaz bir gereklilik olarak öne çıkıyor.
AB’nin bu yeni dönemde ayakta kalabilmesi, Rusya ve Türkiye gibi kilit bölgesel ve küresel aktörlerle ilişkilerini yeniden tanımlamasına bağlı. Rusya’yı bir rakip ya da düşman olarak görmek yerine, karşılıklı çıkarlara dayalı bir iş birliği modeli geliştirmek, AB için stratejik bir çıkış yolu olabilir. Özellikle enerji ve ticaret alanlarında bir iş birliği, her iki taraf için de büyük kazançlar sağlayabilir. Ancak burada AB’nin önünde ciddi engeller var. AB’nin dünyaya “AB değerleri” olarak pazarladığı insan hakları ve demokrasi söylemleri, bu söylemler üzerindenkurduğu bürokrasi ve diplomasi bu iş birliğini zorlaştıran temel unsurlar. Bu zorlukları aşmak için örneğin, AB’nin Rusya’yı “terörü destekleyen ülkeler” listesinden çıkarması, insan hakları gerekçesiyle uyguladığı ekonomik yaptırımları gevşetmesi ve Ukrayna’yı NATO ile AB’ye entegre etme hayallerinden vazgeçmesi gerekiyor. Bu adımlar atılırsa, Rusya’nın ekonomik avantajları gözeterek AB ile daha sağlıklı bir ilişki kurması muhtemel. Aslında Trump’ın ABD çıkarlarını önceleyerek yapmaya çalıştığı da tam olarak bu. Ancak Trump, bu stratejiyi AB’yi dışarıda bırakarak ve dolayısıyla Rusya tehdidine açık hale getirerek uyguluyor. Eğer AB, Trumpyeniden seçilmeden önce böyle bir vizyon geliştirebilseydi, bugün çok daha avantajlı bir konumda olabilirdi. Yine de henüz geç kalmış sayılmaz; zira Rusya’nın komşusu olduğu AB ülkeleriyle karşılıklı menfaate dayalı bir iş birliğine girmeyi ABD ile varılacak bir anlaşmaya tercih etmesi ekonomik, lojisitk ve siyasi açılardan çok daha muhtemel.
Benzer bir durum, AB-Türkiye ilişkileri için de geçerli. AB’nin Türkiye’ye yaklaşımı da tıpkı Rusya’ya olduğu gibi büyük ölçüde ABD güdümünde şekilleniyor. ABD’nin görünürde stratejik bir ortak olarak lanse etse de bölgede güçlü bir Türkiye’yi kendi çıkarları ve İsrail’in güvenliği açısından tehdit olarak gördüğü sır değil. AB ise ABD’nin bu tutumunu takip ederek Türkiye ile ilişkilerinde dışlayıcı bir tutum sergiliyor. Türkiye’deki darbeler, vesayet rejimi, ekonomik ve askeri yaptırımlar gibi konularda AB’nin ABD’nin çizgisinden çıkmaması, AB’nin Türkiye ile karşılıklı çıkarlara dayalı bir stratejik ortaklık kurmasının önünde engel teşkil ediyor. 60 yılı aşkın süredir devam eden AB üyelik süreci, Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının paylaşımı, Suriye’deki gelişmeler, İsrail’in yayılmacı politikalarına karşı tutum, Kürt meselesi, Kıbrıs sorunu, Afrika’da rekabet ve Yunanistan’la yaşanan gerilimler gibi konularda AB stratejik ve vizyoner bir yaklaşım yerine Türkiye’yi dışlayan, çatışmacı bir tavır takınıyor. Oysa bu alanlarda Türkiye ile iş birliği yapılarak Türkiye’nin çıkarları da gözetilse, NATO’nun ikinci büyük ordusuna, 90 milyona yaklaşan nüfusa, imalat ve üretim kabiliyeti yükses ekonomiye ve daha da önemlisi Orta Asya, Orta Doğu, Balkanlar ve Afrika’da güçlü bir nüfuza sahip Türkiye’nin AB açısından stratejik önemi açıkça ortaya çıkar.
Nihayetinde Türkiye, siyasi, ekonomik ve askeri bakımdan hem bölgesel hem de küresel gücünü artırmak için sürekli iş birliği ve ortaklık fırsatları arayan bir ülke. AB’nin yapıcı bir iş birliği yaklaşımına Türkiye mutlaka olumlu yaklaşacaktır. Örneğin, Kıbrıs’ta adil, iki devletli bir çözüm, Doğu Akdeniz enerji kaynaklarından Türkiye’nin hak ettiği payı alması, Suriye’ye yönelik yaptırımların kaldırılarak Türkiye ile iş birliği içinde bir yeniden inşa sürecinin başlatılması, İsrail’in yayılmacılığına karşı kararlı bir tutumla güvenliği garanti altına alınmış bir Filistin devleti kurularak iki devletli bir çözümün zorlanması, Yunanistan ile Ege’deki anlaşmazlıkların ortaklık çerçevesinde çözülmesi, Afrika’da rekabet yerine ortak projeler geliştirilmesi, savunma sanayinde ambargo ve yaptırımlar yerine iş birliği yapılması (ki İtalya ile Türkiye arasındaki model bunun mümkün olduğunu kanıtladı), Gümrük Birliğinin güncellenmesive vize serbestisi gibi sorunların çözülmesi, hem AB’ye hem de Türkiye’ye her açıdan büyük avantajlar sağlayacaktır. Ayrıca AB açısından en güncel ve can yakıcı olan Rusya-Ukrayna savaşı bağlamında Türkiye’nin Rusya ve Ukrayna ile bütün olup bitenlere rağmen sürdürmeyi başardığı pozitif diyaloğu ABD tarafından kendi başına bırakılan AB için çok büyük bir kıymete haizdir. Türkiye ile AB arasında kurulacak vizyoner bir ortaklık, kısa sürede ABD’nin bile politikalarını gözden geçirerek bu yeni yapıya dahil olmasını tetikleyebilecektir.
AB’yi askeri, siyasi ve ekonomik açıdan sıkıştığı bu durumdan ancak böylesine vizyoner bir yaklaşım kurtarabilir. Aksi takdirde, miadı 1990’larda dolmuş olan İkinci Dünya Savaşı sonrası mimari en son Gazze ve Ukrayna meselelerinde görüldüğü üzere, çözüm değil, felaket getiriyor. AB, ya yüksek gümrük tarifeleri, yüksek NATO savunma harcamaları, Ukrayna’nın bütün yer altı kaynaklarına ABD tarafından el konularak ekonomik olarak işgali gibi büyük tavizler vererek ABD’ye daha da bağımlı bir aktör olarak zayıflamaya devam edecek ya da Rusya ve Türkiye gibi kilit ülkelerle ortak çıkar ve iş birliğine dayalı yeni bir strateji geliştirerek kendi geleceğini yeniden şekillendirecek. Seçim, AB’nin elinde ve zaman hızla daralıyor ancak AB’de bu yaklaşıma öncülük edecek bir liderlik olup olmadığı sorusu henüz cevap bulabilmiş değil.