Sıradan Avrupalılar, liderlerinin kabul etmeye yanaşmadığı bir gerçeği dile getirmeye başlıyor: iç huzursuzluk, kimsenin söylemeye cesaret edemeyeceği kadar yakın olabilir.
İki ay önce İngiliz podcast sunucusu Louise Perry, Londra’daki King’s College’da profesör olan ve iç savaşlar konusunda uzmanlaşmış David Betz’i konuk etti. Konu neydi? “Yaklaşan İngiliz İç Savaşı.” Betz, Birleşik Krallık’ın şu anda şiddetli bir iç çatışmanın eşiğinde olan bir toplumun tüm geleneksel özelliklerine sahip olduğunu savunuyor. İngiliz kurumlarına olan inancın çöküşünden, iki kademeli adalet sisteminden, İslami radikalleşmeden ve resmi çok kültürlülüğün yol açtığı kutuplaşmadan söz ediyor.
Röportajın YouTube versiyonu neredeyse 200.000 kez izlendi—öylesine izlendi ki, Telegraph köşe yazarı Tim Stanley bu durumu fark etti ve 3 Nisan tarihli köşe yazısında, Britanya’da ve Avrupa kıtasında yaşanan olayların (örneğin bir Fransız mahkemesinin Marine Le Pen’in cumhurbaşkanlığı adaylığını yasaklaması) bir hesaplaşmaya doğru sürüklediğini yazdı.
Stanley şöyle yazıyor:
Her komplo teorisi doğrulanıyor ve öfkelerini demokratik yollarla dışa vuramayan—isteklerinin sınırlandığını gören ve göç edemeyecek kadar yoksul olan—öfke dolu beyazların militan bir kesimi başka nereye yönelebilir ki, şiddetten başka?
Tanıdığım kırk yaş altındaki neredeyse her eğitimli İngiliz, ülkelerinin kültürel ve ekonomik krizden çıkacak güce sahip olduğuna dair umudunu yitirdiği için göç etmeye çalışıyor. Geçtiğimiz günlerde Oxford’da Amerikalı bir öğrenci bana şöyle dedi: “Eğer buradaki yönetici sınıf Britanya halkından açıkça nefret etseydi, farklı ne yaparlardı, kestirmek zor olurdu.”
Geçen ay Fransa’da bir hafta geçirirken, 2021 yılında 20 emekli Fransız general ile 1.000 görevdeki askerin yayımladığı skandal açık mektubu hatırladım. Mektup, banliyölerdeki İslamcı radikallere karşı hükümetin kararlı şekilde harekete geçmemesi ve sözde “ırkçılık karşıtlığı” tarafından yönlendirilen bölücü politikalardan uzaklaşmaması halinde ülkenin iç savaşa sürükleneceği uyarısını içeriyordu.
Le Pen kararı açıklanmadan önce sıradan Fransızlarla yaptığım bir dizi özel sohbette Betz’in röportajını gündeme getirdim (hiçbiri bunu duymamıştı) ve onlara Fransa’da bir iç savaş öngörüp öngörmediklerini sordum. Neredeyse hepsi “evet” dedi. Bunu, sanki böyle bir şeyin olması gayet normalmiş gibi rahatsız edici bir sakinlikle söylediler. Bir çifte ülkeleri hakkında iltifat edip, bir gün Fransa’da yaşamak istediğimi söylediğimde, hep bir ağızdan “Hayır!” dediler. “Macaristan’da kal,” dediler; “orada güvende olursun.”
Ana akım medyaya bakacak olursanız, Avrupa ve Birleşik Krallık halkı arasında bu tür bir duygunun kabardığını asla bilemezsiniz. Perry ile yaptığı söyleşide Betz, birçok insanın “normallik önyargısı” (normalcy bias) dediği şeyden muzdarip olduğunu söylüyor—yani böyle bir şeyin burada olamayacağına dair inançtan. Ah, ama olabilir!
1992’de Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra, çoğunluğu Rus olmayan nüfusun Komünist boyunduruğa artık korku duymadığı bazı eski Sovyet cumhuriyetlerinde şiddetli iç çatışmalar patlak verdi. Bunlar iki ordunun birbirine karşı sıralandığı resmi iç savaşlar değildi. Bunlar, çoğunlukla spontane, yönlendirilmemiş, orgiastik şiddet spazmlarıydı—tam olarak Profesör Betz’in Britanya’da ve Avrupa’da olacağını söylediği türden iç savaşlardı. Ayrıca, kitlesel iletişim araçları, özellikle de sosyal medya göz önüne alındığında, bir ülkede patlak veren bir iç savaşın, diğerlerinde de neredeyse anında tetiklenebileceğini söylüyor.
Bu tür bir şeyin ne kadar dehşet verici olabileceğine dair bir fikir edinmek isterseniz, Sovyetler Birliği’nin çöküşüne dair etkileyici bir sözlü tarih olan Secondhand Time: The Last Of The Soviets adlı kitaptaki tanıklıkları okuyun.
Sıradan insanlar, Sovyet devletinin yıkıntıları arasında 1990’larda ve 2000’lerde yaşamın nasıl olduğuna dair travmatik hikâyelerini yazar Svetlana Alexievich’e anlattılar.
Etnik cumhuriyetlerde yaşayan Ruslar, Ermeniler ve Tacikler, uzun süredir birlikte yaşadıkları arkadaşlarının ve komşularının bir gecede kendilerine sırt çevirdiğini gördüler.
Hukuk ortadan kalktığında ve insanlar en karanlık tutkularını dışa vurmakta kendilerini özgür hissettiklerinde kolayca gerçekleşebilecek şey budur. Bu insan doğasıdır: kana, dine ya da sınıf dayanışmasına geri dönmek. Avrupalıların Sovyetlerden farklı olduğunu bir an bile düşünmeyin: Holokost tarihi, Almanların, Polonyalıların ve diğerlerinin, izin verildiğinde Yahudi arkadaşlarına ve komşularına vahşice saldırdıklarını ortaya koyar. İnsan doğasının en karanlık tarafı, derinin hemen altındadır.
J.D. Vance, Münih’te yaptığı konuşmada, ülkelerinin karşı karşıya olduğu en büyük güvenlik tehditlerinin içeriden kaynaklandığını ve bu tehditleri inkâr etmek adına ifade özgürlüğünü bastırma girişimlerinin işleri daha da kötüleştirdiğini söylediğinde birçok Avrupalı eliti kızdırdı. Bahsettiği şey tam olarak buydu—diğer uluslarla savaş değil, iç savaş tehlikesi.
O ses getiren podcast röportajında Profesör Betz, “normallik önyargısı”nın (normalcy bias) özellikle diğer Avrupa ülkelerinin aksine görece barışçıl olan İngiltere’de güçlü olduğunu söylüyor. Ancak bugün, geçmişin geleceği öngördüğüne inanmak için hiçbir neden yok. İngilizleri barışçıl kılan kültürel geleneklerin birçoğu modernitenin, özellikle de çok kültürlülüğün karşısında eriyip gitmiştir.
“Çok kültürlülük, ulusumuzun sosyal sermayesini tüketti. Hizipçiliği ve kutuplaşmayı teşvik etti ve her ikisi de büyük ölçüde arttı,” diyor Betz. “Toplumumuzda kimlik siyasetinin galip gelmesi, insanların siyaset öncesi sadakatlerine olan inancını yerle bir etti. Bunun bir sonucu olarak, yerlici duyguların giderek artan şekilde ‘aşağılama’ (downgrading) ya da ‘yerinden edilme’ (displacement) anlatısı içinde kendini gösterdiğini görüyoruz—ki bu, iç çatışmanın en güçlü nedenlerinden biridir.”
“Aşağılama” ve “yerinden edilme”, iç savaş literatüründe, yerli halkların kendi ülkelerinde rakip gruplar karşısında zemin kaybettikleri hissini tanımlamak için kullanılan teknik terimlerdir. Fransız yazar Renaud Camus’nün Büyük Yer Değiştirme (Great Replacement) kavramıyla kastettiği de budur.
Betz, bunun Britanya’da mevcut İşçi Partisi hükümetiyle başlamadığını, ancak Starmer yönetiminin çılgın politikalarının—özellikle de Pakistanlı tecavüz çeteleri skandalına yönelik eleştirileri bastırma girişimlerinin—iç savaşın nasıl provoke edileceğine dair ders kitabı niteliğinde bir örnek olduğunu söylüyor. Starmer hükümeti, “ülkeyi güvence altına almada başarısızlık, sınırlarını yalnızca büyük ölçekli bir sınır baskını olarak tanımlanabilecek bir olaya karşı koruyamama ve toplumumuzdaki en savunmasız insanlar olan çocukları, son derece olağanüstü ve grotesk bir şekilde, çok büyük ölçekteki istismardan koruyamama” yoluyla kendi meşruiyetini yok etmektedir.
Britanya’da yaşananlar tüm Batı Avrupa’da da yaşanıyor. Ne yazık ki, profesör kendi ülkesindeki iç savaşı durdurmak için artık çok geç olduğunu düşünüyor. Peki ya Avrupa’nın geri kalanı? Eğer Betz’in, bir Avrupa ülkesinde başlayacak iç savaşın diğerlerini de tetikleyeceği yönündeki görüşü doğruysa, bu soru anlamını yitirir. Eğer öyleyse, tarih Avrupa’nın 21. yüzyıldaki iç savaşlarının en büyük suçlularının yerli halklar, Müslümanlar ya da göçmenler değil, onlarca yıl boyunca bu ateşin fitilini hazırlayan sosyal ve siyasi elitler olduğunu kaydedecektir.
Kaynak: https://europeanconservative.com/articles/commentary/is-civil-war-coming-to-europe/