Askeri-Endüstriyel Kompleks Ve ‘The Blob’

“The Blob” filmi, Amerika’da politik eleştiri bağlamında çeşitli benzetmelere esin verdi. En yaygın ve en yerleşik olanıysa, Blob’un Amerikan müesses nizamının dış politika sınıfına benzetilmesiydi. Bu benzetme ABD Başkanlarından Barack Obama’nın metin yazarı ve Ulusal Güvenlik Danışman Yardımcısı Ben Rhodes tarafından yapılmıştı. Rhodes 2016 yılında New York Times'a verdiği bir röportajda iki partili yerleşik dış politika sınıfından “The Blob” olarak söz etmişti.
Ocak 3, 2025
image_print

ASKERÎ-ENDÜSTRİYEL KOMPLEKS VE “THE BLOB”

 

“ABD/Batı” ile “Sovyetler Birliği” arasında yaşanan “Soğuk Savaş”ın hararetli bir döneminde, 1958 yılında Alman asıllı Amerikalı yönetmen Irvin Shortess Yeaworth tarafından çekilen ilginç ve bir o kadar da ürkütücü bir film gösterime girdi. Kült bir sinema klasiği olarak anılan film, bilim-kurgu korku filmleri serisinin ilk örnekleri arasında sayılıyor.

Ünlü aktör Steve McQueen’in başrolde oynadığı filmin adı “The Blob” idi. Film, uzaydan bir meteorla birlikte Amerikan kasabasına düşen jölemsi bir yaratığın etrafında dönüyordu.

Meraklı yaşlı bir adam bu yaratığa elindeki dal parçasıyla dokunduğunda korkunç bir durum gerçekleşir. Yaşlı adam eline bulaşan bu biçimsiz jöle(Blob) tarafından yutularak can verir. Steve McQueen’in canlandırdığı “Steven” ve kız arkadaşı “Jane” tesadüfen şahit oldukları bu olay karşısında dehşete düşerler. Steven ve Jane polis dahil, kasabada hiç kimseyi inandıramazlar. Blob önüne gelen her şeyi yutmaya başladığında gençlerin uyarılarının gerçek olduğu anlaşılır.

“Blob” temas ettiği her şeyi yutarak, hem daha büyümekte  ve giderek daha da saldırganlaşmakta, hem de pembe olan rengi giderek daha da kırmızılaşmaktadır. Kasabalılarsa neredeyse  bir apartman büyüklüğüne kadar ulaşan bu canavarla nasıl baş edeceklerini bilemediklerinden paniğe kapılıyorlardı.

Blob’u durduracak tek şeyse, soğukluktur. Soğukla temasın Blob’ı hareketsiz bıraktığı anlaşılmıştı. Nihayetinde “Blob etkisiz hale getirilerek Hava Kuvvetlerine ait bir kargo uçağıyla Kuzey Kutbu’na bırakılır. Kuzey Kutup buz halinde kaldığı sürece Blob kimseye zarar veremeyecektir. Bu yüzden film, bir soru işaretine(?) dönüşen “The End” yazısıyla son buluyordu. ‘Kızıl Blob’ uzaklaştırılmış ise de tehlike yok edilememişti.

Bazı yorumculara göre film aslında ‘Sovyet tehdidi’ni veya “Kızıl tehdidi”ni ima etmektedir. Düşman “Soğuk Savaş”ta “donmuş” halde tutulmadığı sürece Amerika güvende olmayacaktır. Nitekim Moskova’da görev yaptığı sırada Amerikalı diplomat George Kennan, Sovyetler Birliği’nin yayılmasının engellenmesi için dört bir tarafından çevrelenmesi gerektiğine ilişkin görüşlerini ABD Dış İşleri’ne sekiz bin kelimeden müteşekkil bir uzun gizli telgrafla bildirmişti.  Bu görüşler Amerikan Başkanı Harry  S. Truman’a atfedilen “Truman Doktrini”nin de çerçevesini oluşturmuştu.

Truman döneminde Sovyetler Birliği’nin Batı Avrupa’yı istila edeceği, nihayetinde Amerika’ya da saldıracağına dair bir korku havası tetiklenmişti. Sovyet Komünizmi’nin “o büyük kırmızı lekesi”nin yayılmasını engellemeye çalışmak,  kırk yıl kadar devam eden “Soğuk Savaş” boyunca Amerikan dış politikasının en temel stratejilerinden biri haline gelecekti.

1993’te yayınladığı “Harry S. Truman ve 1948 Savaş Korkusu: Ulusu Kandırmak İçin Başarılı Bir Kampanya” başlıklı kitabında Amerikalı tarih profesörü Frank Kofsky, ABD dış politikasının Truman ve kabine üyeleri tarafından “dezenformasyon” yoluyla nasıl şekillendirildiğini belgeliyordu. Bu şekillendirmenin amaçlarından birisiyse “Sovyet Korkusu”nu abartarak askeri havacılık sektörüne para pompalamak ve Pentagon için daha yüksek bir bütçe elde etmekti.  Dezenformasyon yoluyla Amerikan medyası manipüle ediliyor, ulusal güvenlik kavramıysa gerçekler göz ardı edilerek kullanılıyordu. Amerikan askeri ve sivil istihbarat kaynaklarına göre Sovyetler Birliği’nin askeri tehdit oluşturduğuna dair bulguya rastlanmamıştı. Ancak ABD Kongresi ve medya aksini düşünüyordu. Birçok Amerikalı yorumcuya göre Sovyetler Birliği ABD için askeri değil siyasi ve ideolojik bir tehdit idi. Ancak bu sesler duyulmayacaktı.

Sonuçta ‘Sovyet Korkusu’ ve “Soğuk Savaş” Amerikan Askeri Endüstriyel Kompleks’in büyümesi için bir sübvansiyon oldu. Federal uçak bütçesinde yüzde 57’lik bir artış, Pentagon bütçesindeyse yüzde 30’luk bir artış gerçekleştiriliyordu. Savunma Bütçesindeki bu artışların uzun vadeli etkisiyse askeri-endüstriyel kompleksin büyümesi, soğuk savaşın şiddetlenmesi ve çılgınca silahlanma yarışının başlamasıydı.

“Askeri-Endüstriyel Kompleks” Amerikan ekonomisinin ve dış politikasının askerileştirilmesinin bir sonucuydu. ABD Başkanı Dwight D. Eisenhoower’ın 1961’deki Veda Konuşmasında  “Askeri-endüstriyel Kompleks” için yaptığı uyarı, “The Blob” olarak nitelenmemiş olsa bile Federal yönetimin her şubesine nüfuz etme yolları arayan bu sınıfı da içeriyordu. Eisenhoower  1958 yapımı “The Blob”  filminden esinlenmiş bile olabilir.

The Blob” filminin yönetmeni Irvin Shortess Yeaworth hakkında vereceğimiz bilgiler de okurlar için yararlı olabilir.  1926 doğumlu olan Yeaworth, İsrail’in ABD’deki Yahudi olmayan en sıkı destekçileri olan “Evanjelik Hıristiyan Siyonistler” arasında yer alıyordu. Yeaworth, Beyaz Evanjelik Hıristiyanlar’ın en şöhretli, en karizmatik vaizlerinden Bill Graham için televizyon özel programları dahil, eğitici ve dini amaçlar için 400’den fazla film yönetmişti. Yeaworth film yönetmenliğini bıraktıktan 2004’teki ölümüne kadar geçen 30 yılınıysa Amerikalı Hıristiyan-Siyonistler için Kudüs turları düzenleyerek geçirmişti. Halen devam eden bu turlar Hıristiyan-Siyonistler için en önemli etkinliklerden birisidir. Ancak Yeaworth şöhretini “The Blob” filmine borçluydu.

“The Blob”un 1972’de ve 1988’de farklı versiyonları da çekildi. Son çekim tarihinin “Soğuk Savaş”ın sona ermesinden üç yıl kadar öncesine denk düşmesiyse dikkat çekicidir. Birkaç yıldır Amerikan medyasında yer alan haberlere göreyse Blob’ın yeni bir versiyonu için hazırlıklar yapıldıysa da bazı anlaşmazlıklar sebebiyle filmin çekilmesi hep ileriye ertelendi. “The Blob” filminin yeni bir versiyonu yeni bir düşmana işaret edebilir.

 

BLOB’I KİM İCAT ETTİ?

“The Blob” filmi, Amerika’da politik eleştiri bağlamında çeşitli benzetmelere esin verdi. En yaygın ve en yerleşik olanıysa, Blob’un Amerikan müesses nizamının dış politika sınıfına benzetilmesiydi. Bu benzetme ABD Başkanlarından Barack Obama’nın metin yazarı ve Ulusal Güvenlik Danışman Yardımcısı Ben Rhodes tarafından yapılmıştı. Rhodes 2016 yılında New York Times‘a verdiği bir röportajda iki partili yerleşik dış politika sınıfından “The Blob” olarak söz etmişti.

Rhodes’a göre “Blob”,  Hillary Clinton ve Robert Gates ile birlikte Avrupa ve Ortadoğu’daki Amerikan güvenlik düzeninin çöküşü hakkında durmadan sızlanan her iki partiden Irak savaşının destekçilerini içeriyordu. Böylece Blob,  ABD’nin dış politika kararlarını şekillendiren, ancak çoğu zaman halkın iradesine ve demokratik denetimlere daha az duyarlı olan Washington D.C.’deki bürokratik yapıyı tanımlamak için kullanılan bir terim oluyordu. “Blobokrasi” olarak da anılan bu yapı veya sınıf, özellikle Obama yönetimi sırasında, askeri müdahaleler, dış politika stratejileri ve özellikle Orta Doğu’daki politikalarla çok yakından ilişkilendiriliyordu.

Blob etrafında dönen eleştirilerde bu sınıfın dış politika kararlarının genellikle askeri bürokrasi, dışişleri bakanlığı ve diğer kurumlardaki aktörler tarafından şekillendirildiği ve bu sınıfın uzun vadeli stratejik hedefler yerine, daha çok kısa vadeli askeri çözümleri ön plana çıkaran bir yaklaşım sergilediği ifade ediliyordu. Ayrıca Blob’ın lobiler ve “Askeri-Endüstriyel Kompleks” ile derin bağlantılarına dikkat  çekiliyordu.  Aslında Rhodes, Blob’ ile Washington’da yerleşik dış politika sınıfının içerisinde yer alan “Merkez Sol” veya “Liberal enternasyonal” şahinlerin Obama’nın uygulamak istediği bazı politikaları baltalama girişimlerine alaycı göndermeler yapıyordu. Rhodes  bu baltalama girişimlerinin Obama yönetiminin elini kolunu bağlamasına tepki gösteriyordu. Blob, Obama Yönetiminin dış politikada farklı seçeneklere, stratejilere yönelmesinden rahatsız olmuştu.

Washington’daki karar alıcılar ve dış politika elitleri sürekli olarak savaşlara ve müdahaleci politikalara meyilliydiler.  Bu politikalarsa çoğun toplumun geniş kesimlerinin çıkarlarıyla da örtüşmüyordu. Yeni başkanlar, yeni yönetimler gelmiş olsa bile “Blob” aynı şekilde işliyordu. “Blob” Beyaz Saray’dan bağımsız olarak işleyen bir güç yapısına işaret ediyordu.

“The Blob”‘u oluşturan aktörlerse Askeri-Endüstriyel Kompleks bileşenleri silah şirketleri, askeri liderler, istihbarat ajansları,  dışişleri bürokratları, ulusal güvenlik ve savunma odaklı çalışan düşünce kuruluşlarıydı. Akademisyenler,  gazeteciler de bu sınıfın bileşenleri arasındaydılar. Bu aktörler küresel askeri müdahalelerin zorunlu olduğunu savunuyorlar.

Sürekli savaş hali Askeri Endüstriyel Kompleksin Amerikan vergi mükelleflerinin dolarlarıyla giderek daha da büyümesini ve  askeri müdahalelere dayalı dış politikanın devamını sağlıyordu.  Diğer bir yandan bu yaklaşım hem dış politikayı, hem de Amerikan ekonomisini militarize ediyordu.

“The Blob” bağlamında yapılan eleştirilere göre her yeni başkan, dış politikada ne yapması gerektiği konusunda yenilikçi fikirlerle geliyor,  ancak bir şekilde, “Blob” tarafından müdahaleci politikaları sürdürmeye zorlanıyor. Böylece Blob politika değişimine karşı en büyük engel haline geliyordu.

Blob, ABD’nin dünyada istisnai bir küresel güç olduğu, Amerika olmadan dünyanın kaosa sürükleneceği algısını köpürtüyordu. Bu yüzden ABD askeri gücünü sürekli olarak yansıtmak mecburiyetindedir. Dünyadaki tüm sorunları “askeri sorun” olarak gören bu yaklaşım, “güç yoluyla barış” söylemle sürdürülüyor. Buna göre “Diplomasi”nin arkasına “güç kullanma” tehdidini koymak işleri yoluna sokmanın bir gereğiydi. Nitekim ABD eski Dış İşleri Bakanlarından Madeleine Albright bu yaklaşımı,  “Güç kullanmamız gerekiyorsa, bunun nedeni Amerika olmamızdır; biz vazgeçilmez bir ulusuz. Dik duruyoruz ve diğer ülkelerden farklı olarak daha ileriyi görüyoruz ve buradaki tehlikeyi hepimiz için görüyoruz” cümlesiyle özetleyecekti.

Blob’ın Amerikan yönetimleri üzerindeki nüfuzu ve kalıcılığı konusunda Rusya Devlet başkanı Vladimir Putin’in yaptığı bir niteleme dikkat çekiciydi. Putin 2017’de Fransız gazetesi “Le Figaro”ya verdiği bir özel röportajda ABD Başkanlarının dış politikada işleri nasıl yürüttüklerini şu sözlerle anlatıyordu:

”Şimdiye kadar üç ABD Başkanı ile konuştum. Onlar gelir ve giderler ama siyaset aynı kalır. Neden biliyor musunuz? Güçlü bürokrasisi sebebiyle. Bir kişi seçildiğinde bazı fikirleri olabilir. Sonra evrak çantalı adamlar gelir, iyi giyinmişlerdir, koyu renk takım elbise giyerler, benimki gibi, kırmızı kravat hariç, onlar siyah ya da lacivert kravat takarlar. Bu adamlar işlerin nasıl yapılması gerektiğini anlatmaya başlarlar. Ve bir anda her şey değişir”.

 

BLOB’IN TEMEL İNANÇLARI

Amerikalı siyaset bilimci Prof. Christopher Fettweis ise Philadelphia merkezli bir düşünce kuruluşu olan “Foreign Policy Research Institute (FPRI)” tarafından yayınlanan “ORBİS” dergisinde 2023 yılında yer alan“Blob’ın İnançları” başlıklı makalesinde Blob’ı “ABD ulusal güvenliğinin resmi aklı” olarak niteliyordu. Fetweis’a göre Blob, bir grup birey değil, bir zihniyettir;  dünya ve ABD’nin dünyadaki yeri hakkında birkaç temel varsayıma dayanan bir zihniyettir.

Fettweis “Blob”ın İnançlarını altı temel maddede özetliyordu. İlk inanç maddesiyse, “Vazgeçilmez bir ulus olarak ABD’nin dünyaya liderlik etmesi gerekiyor” şeklindeydi. ABD’yi diğerlerinden en belirgin şekilde ayıran şey, tarihin çağrısı olan bu ‘kader’ duygusuydu. Blob’ın ikinci temel inancıysa “Dünya Tehlikelidir” cümlesiyle ifade ediliyordu. Bu cümleyi, “dünya  tehlikelerle dolu bir ormandır.  Barış sadece “sonsuz savaşlar’da verilen duraklardan ibarettir” diye anlayabiliriz.

Blob’ın üçüncü inanç maddesiyse “Rakiplerimiz Realisttir” idi. Buna göre ABD’nin kararlarına rehberlik eden ilkeleri vardır, rakiplerse sadece kendi çıkarları doğrultusunda hareket ederler. ABD’nin rakipleri son derece realist olduklarına göre asıl amaçları ABD’nin gücünü seyreltme pahasına kendi güçlerini artırmaktır. Blob’ın dördüncü inancıysa “ABD’nin Güçlü Katılımı Küresel Kargaşayı Azaltır “ idi. Buna göre ABD’siz bir dünya kaosa sürüklenme tehlikesiyle yüz yüze gelir. Böyle bir durumda ABD’nin kendisinin kaostan uzak kalabileceğine inanmaksa bir yanılsamadır. Yazara göre Blob’ın bu inanç maddesi, kurallarını ABD’nin koyduğu “Hegemonik İstikrar teorisi”ne dayanak teşkil ediyordu. “Hegemonik İstikrar”sa ABD’nin gücü olmaksızın sağlanamaz.

Blob’ın beşinci inancıysa “Güvenilirlik, Uğruna Savaşılacak Kadar Değerlidir” idi. Blob’ın bu inanç maddesine göre ABD’nin tehditlerinin muhakkak yerine getirileceğine dair müttefikler de, hasımlar da hiçbir kuşkuya kapılmamalıdırlar. Kuşku, hasımları ABD’ye meydan okumaya teşvik edecektir, müttefikleriyse ABD’nin gücüne güvenmekten alıkoyacaktır.

Altıncı inanç maddesiyse, “Diktatörler Yatıştırılmamalıdır” cümlesiydi. Bu madde, 1938’deki Münih Konferansı’nda İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain’in Adolf Hitler’in Çekoslovakya’nın bir bölümünü ilhak etme tehdidi karşısında geri adım atmasıyla örneklendiriliyordu. Yatıştırma politikası İngiltere ve müttefiklerini kararsızlığa sürüklediği gibi Hitler’in saldırganlığının hız kesmeden devam etmesine yol açmıştır.

Washington’da kristalize edilen Blob’ın inançları ABD’nin İngiltere’nin küresel imparatorluğunu devralmasından sonraki dış politika kararlarını şekillendiriyordu. “Blob” kıskaçlarını ulusal güvenlik ve savunmayla ilgili resmi veya özel kurum ve kuruluşlara yayarak büyümeye devam ediyordu. Böylece Blob, iki parti üzerindeki nüfuzuyla Amerikan yönetimlerinin kararlarını şekillendirme gücü elde etmişti. Blob’ın inançlarıyla uyum sağlamayan alternatif dış politika görüşleriyse “Merkez” dışına itilmek suretiyle etkisiz hale getirilmiş bulunuyordu.

Özetlemek gerekirse “The Blob”, ABD’nin “dünyanın birincil gücü” olmasını ve hiçbir şekilde bu gücün diğer aktörler tarafından ele geçirilmemesi gerektiğini savunan inatçı dış politika sınıfını temsil ediyor. Bu yaklaşım ekonomik gücün bir yansıması olarak niteliksel askeri üstünlükten hiçbir şekilde taviz verilmemesini gerektiriyor. “Blob”a göre Hükümetler ne kadar çok savunma harcaması yaparsa, ABD o kadar güvende olacaktır. Blob, hem “Askeri Endüstriyel Kompleks”in taşıyıcı sütunlarıdır  ve hem de meşrulaştırıcı bir unsuru olarak  işlev görmekteydi. Dolayısıyla “Askeri-Endüstriyel Kompleks”in büyümeye devam etmesi ”Blob”ın Washington’daki ideolojik ve siyasi nüfuzunun seyrelmemesine bağlı görünüyor.

 

GÜÇ, ALIŞKANLIK VE DIŞ POLİTİKA NİZAMI

İngiltere’de uluslararası güvenlik ve strateji profesörü olan Patrick PorterHarward Üniversitesi Belfer Bilim ve Uluslararası İlişkiler Merkezi” tarafından yayınlanan “Uluslararası Güvenlik(International Security) Dergisi’nde 2018 yılında bir makale yayınladı. Makalenin başlığı “Amerika’nın Büyük Stratejisi Neden Değişmedi? Güç, Alışkanlık ve ABD Dış Politika nizamı” idi. Bu makalesinde Prof. Porter “Blob”ın Amerikan yönetimleri üzerindeki nüfuzuna ilişkin bir hayli çarpıcı tespitlerde bulunuyordu.

Prof. Porter, ABD’nin “Soğuk Savaş” dönemindeki Büyük Stratejisi’nin temelde değişmeden aynı kalmasının sebebini Blob’a bağlıyordu. Buna göre Dış politikada yeni açılımlar yapmak isteyen Amerikan Başkanları Blob’ın gücü karşısında geri çekiliyorlardı. Bill Clinton ve Donald Trump’ın başkanlık dönemlerini masaya yatıran Prof. Porter’a göre bu iki başkan Washington’da yerleşik Blob nizamı karşısında çaresiz kalmıştı

Prof. Porter ABD dış politika nizamının ya da “Blob “un alışılagelmiş fikirlerinin ABD’nin büyük stratejisini değiştirmeyi zorlaştırdığını belirtiyordu. ABD’nin askeri ve ekonomik kabiliyetleri ABD hükümetinin üstünlük peşinde koşmasını mümkün kılıyor, ancak Blob’un yerleşik varsayımları bu üstünlüğü doğal bir seçimmiş gibi gösteriyordu. Blob’ın gücü sayesinde “kısıtlama” ve ”geri çekilmeye” dayalı alternatif büyük stratejilerse neredeyse hiç düşünülmüyor ve tartışma daha çok yürütme ve uygulama sorularına indirgeniyordu.

Porter’a göre Büyük stratejide değişim mümkündü, ancak bunun için statükonun varsayımlarını sarsacak kadar büyük şoklar ve değişimin temsilcisi olmaya istekli, yanı sıra Washington’un geleneksel tasarımını elden geçirmenin siyasi maliyetlerini üstlenmeye hazır bir başkan gerekiyordu. Ne Clinton, ne de Trump, vaat ettikleri değişimi Başkan seçildikten sonra gerçekleştirememiştiler. Blob her iki Başkanın politikalarını hayata geçirmelerine engel olmuştu.

Güç ve alışkanlık etkileşiminin ABD’nin büyük stratejisini istikrarlı hale getirdiğini savunan Porter “Güç” ile bir devletin göreceli ekonomik büyüklüğünü ve askeri kabiliyetlerini kastediyordu. “Alışkanlık”  ise Blob’ın sorgulanmamış varsayımlarına dayanan kolektif kabullerden ibaretti. Buna göre Blob, ideolojisini dört nedensel mekanizma aracılığıyla yeniden üretiyordu: Güvenlik elitleri büyük stratejinin nasıl başarıya ulaştığına dair bilgi biriktiriyor ve bu bilgileri  tekrarlayıp içselleştirerek zihinsel kısa yollar oluştururlardı. Blob, içine aldığı personeli kendi dünya görüşlerine göre eğitip sosyalleştiririyor, buna uyum saylamayanlarıysa dışlıyordu.

Öte yandan Blob, statü ve kariyer dağıtan bir sınıf olarak, resmi makamları dolduran bir kadro havuzuna hakimdi. Blob, kurumsal bir döner kapı ve bir dizi sosyal ağ aracılığıyla hükümetteki atamalardan tutun da vakıflara, düşünce kuruluşlarına ve üniversitelere kadar yayılan bir etki alanına sahipti. Böylece Blob iktidara ayrıcalıklı bir erişim sağlıyordu.

Diğer bir yandan Başkanlar da bu kadro havuzundan seçim yapıyorlardı. Prof. Porter’ın verdiği bilgilere göre Clinton’ın kilit politika yapıcılarından on beşinin toplam kırk bir şirketle bağlantısı vardı. Blob, bir parçasını oluşturduğu yorumcu grubuna ayrıcalıklı erişim yoluyla kamusal söyleme hakim oluyor ve böylece kendi gündemini ilerletiyor. Başkan adaylarıysa dış politika manifestolarını formüle etmek için rutin olarak düşünce kuruluşlarındaki yerleşik figürlere başvuruyorlardı. Blob’ın gücü sadece ABD ile de sınırlı değildir. Blob ABD’nin müttefiki olan ülkelerdeki dış politika elitleriyle de güçlü bir etkileşim halindeydi. Blob’ın ulus ötesi bir yolla sahip olduğu etkiyle ABD’nin müttefiklerinin ABD’nin yörüngesinde kalmasını sağlıyordu. ABD’deki düşünce kuruluşlarında Amerikalıların dışında İngiltere başta gelmek üzere birçok müttefik ülkeden akademisyenlerin yer alması ve ortak çalışmalar yapması Porter’ın tespitlerini teyit ediyordu.

“Amerikan Askeri-Endüstriyel Kompleks”in bileşenleriyle düşünce kuruluşları arasındaki maddi bağlantılarsa “ Blob”ın nüfuzunu artırıyordu. Savunma, ulusal güvenlik,  uluslararası güvenlik ve dış politika alanlarında faaliyet gösteren düşünce kuruluşlarıysa “Kompleks bileşeni şirketler” tarafından fonlanıyorlardı. “Döner Kapı” mekanizması düşünce kuruluşlarıyla Federal Yönetim arasında da dönüyordu.

Porter’ın yazısının kapsamı dışına çıkarak söylemek gerekirse, Pentagon’dan emekli çoğu general önce silah şirketlerine, oradan tekrar Federal Yönetime geçiş yapıyorlar. Bu görevlerden sonraysa tekrar silah şirketlerine geçiyorlar, yanı sıra düşünce kuruluşlarında, üniversitelerin strateji, jeopolitik, jeostrateji, dış politika, güvenlik ve savunmayla ilgili araştırma merkezlerinde yer alıyorlar. Ayrıca ana akım medyada yorumculuk gibi kamuoyu ve siyaset sınıfı üzerinde etki yapan pozisyonlara da sahip oluyorlar. Söz konusu isimlerin ülke dışındaki savaşlar dahil, uzun süre askeri ve siyasi mevkilerde en üst düzeylerde görev yapmalarıysa uzmanlıklarının inanırlılığına dayanak olarak gösteriliyor.  “Döner kapı” marifetiyle Blob’ın eko-sistemi bu döngüyle tamamlanıyor.

Prof. Porter’ın makalesinde vurguladığı gibi Donald Trump da ilk Başkanlık döneminde büyük ölçüde “Blob”ın kadro havuzuna yaslanmak durumunda kalmıştı. Trump’ın  üst düzey atamaları çoğunlukla “Blob”ın onayına ve güvenine sahip isimler arasından gerçekleştirildi. Bunlar arasından ABD’nin NATO’ya sürekli desteğini garanti eden emekli general James Mattis Savunma Bakanı olmuştu. Mattis Savunma şirketlerinde üst düzey yöneticilik yapmasının yanı sıra “Hoover Enstitüsü”nün eski üyeleri arasındaydı. Trump, Mattis ile aynı kulvarda olan General HR McMaster‘ı ise ulusal güvenlik danışmanı olarak atamıştı. “Brookings Enstitüsü”nde Kremlin analisti olan ve Trump’ın aksine Rusya-ABD uzlaşması olasılığına şüpheyle yaklaşan Fiona Hill, Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi’nde Avrupa ve Rusya Kıdemli Direktörü olarak görevlendiriliyordu. Yine bir Blob şahini olan Mike Pompeo ise “CIA Direktörlüğü”ne getiriliyordu. Trump yönetiminde görev alan daha birçok üst düzey görevlinin Trump’ın seçim öncesinde taahhüt ettiği dış politika değişiklikleriyle uyumsuz olduklarıysa zaten biliniyordu.

Porter’a göre Blob’ın ve geleneğin gücü Trump yönetimini kısıtladı ve ABD’nin küresel taahhütlerine yönelik duruşunu, tarz olarak değilse bile içerik olarak beklenenden daha ortodoks hale getirdi. Öte yandan Blob’un yekpare bir blok olmadığını belirten Porter, anlaşmazlıklarınsa büyük stratejik düzeyin altındaki konularda zuhûr ettiğini vurguluyordu.

 

“ÖNCE AMERİKA” İLE “HER YERDE AMERİKA” KARŞI KARŞIYA

Prof. Porter’in makalesi 2018’de yayınlandığı için kullandığı veriler sadece bu yıla kadar olan dönemi kapsıyordu. Sonraysa James Mattis,  HR McMaster ve Fiona Hill istifa ederek Trmp Yönetiminden ayrılmıştılar. Trump,  Mcmaster’ın yerine kaşarlanmış bir Neocon ve azılı bir Blob şahini olan John Bolton’ı Ulusal Güvenlik Danışmanı yapmıştı.  Trump bir süre sonraysa Bolton’ı kovmuştu. ”Vox” yazarı Alex Ward’un belirttiği gibi Trump’ın “Önce Amerika”sı ile Bolton’un “Her Yerde Amerika”sı bir arada olamazdı. Sıkı İsrail yanlısı olan Bolton, Trump’ın ABD’yi “İran Nükleer Anlaşması”ndan çıkarmasında önemli rol oynamıştı. ABD için sorun olarak görülen her ülkeyi bombalama konusunda tutkulu bir Neocon olan Bolton, Trump’a yeni bir savaş yaptıramamıştı. Bolton kovulduktan sonra yazdığı bir kitapla Trump’a çok sert eleştiriler yöneltmişti. Trump  “X”(Twitter) hesabından paylaştığı bir mesajda “onu dinleseydim şimdiye kadar Altıncı Dünya Savaşı’na girmiş olurduk” diyecekti.

Trump’ın ilk başkanlık döneminde Suriye ve Afganistan’dan Amerikan askerlerini çekme kararı Washington’da hem Demokratlar, hem de Cumhuriyetçiler tarafından kınandı. “Blob” bir blok olarak Trump’ın “Önce Amerika” söylemine savaş açtı.  Liberal enternasyonal Antony Blinken ve ünlü Neoconlar’dan tarihçi ve dış politika yazarı Robert Kagan 1 Ocak 2019’da “Washington Post” gazetesinde ortak bir makale yayınladılar. Makalenin başlığıysa “Önce Amerika  anlayışı dünyayı daha da kötüleştiriyor. İşte daha iyi bir yaklaşım” idi. Makalenin sonu, Prof. Christopher Fettweis tarafından sıralanan “Blob”ın temel inançlarını yansıtıyordu. Blinken ve Kagan, makalelerini şu sözlerle noktalıyorlardı:

“Dünyanın kendi kendini yönetmediğini öğrendik. Eğer Amerika Birleşik Devletleri uluslararası kural ve kurumların şekillendirilmesindeki öncü rolünü terk eder ve bunları savunmak için başkalarını harekete geçirirse, o zaman iki şeyden biri gerçekleşecektir: Başka bir güç ya da güçler devreye girecek, dünyayı bizim değil kendi çıkar ve değerlerini ilerletecek şekilde hareket ettirecektir. Ya da daha büyük bir olasılıkla dünya kaosa ve çatışmaya sürüklenecek ve 1930’larda olduğu gibi orman bizi ele geçirecektir. Bu hatayı ikinci kez yapmamıza gerek yok. Günümüz dünyasının tüm kusurlarına ve ulusumuzun hatalarına rağmen, neleri başardığımızı ve ABD’nin basiretsizce geleceği kaybetmesi halinde dünyanın neye benzeyeceğini gözden kaçırmamalıyız.”

Blinken 2020 seçimlerinden sonra Biden tarafından Dış İşleri Bakanlığına getirildi. Robert Kagan’ın eşi Victoria Nuland ise Politikadan Sorumlu Dış İşleri Bakan Yardımcısı oluyordu. Nuland,  George W. Bush’tan bugüne kadar, Trump hariç tüm dönemlerde Dış İşleri Bakanlığında üst düzey görevler yaptı.  Nuland, George W. Bush döneminde Başkan Yardımcısı olan Neocon Dick Cheney’nin Ulusal Güvenlik Danışmanlarındandı. Nuland, Trump 2017’de Başkanlık koltuğuna oturduğunda  Dış İşleri Bakan Yardımcılığı görevinden ayrılmıştı.  Nuland diğer Neoconlar gibi, Trump’ın ABD Başkanı seçilmesine karşıydı.

 

“BLOB” BİDEN’LA GERİ DÖNDÜ

Trump’tan sonra iktidara gelen Demokrat Partili Joe Biden da üst düzey dış politika, güvenlik ve savunma takımını “Blob havuzu”ndan seçti. Bazı gözlemciler “Biden’ın  bu tercihini “Blob geri döndü” cümlesiyle vurguladılar.  Biden’ın ilk iş olarak Trump’tan bunalan Avrupalılara “Amerika geri döndü”  cümlesiyle seslenmesi Blob’ın dönüşüyle ilişkilendiriliyordu.

“New York Şehir Üniversitesi”nde gazetecilik ve siyaset bilimi profesörü olan Peter Beinart ise 2 Haziran 2022’de “New York Times” gazetesinde  “Biden’ın dış politika ekibi ‘Blob’ın en iyisi mi?” başlıklı yazısında  Blob’ın, Amerikan dış politikasını askeri çözümler gerektiren bir dizi askeri meydan okuma olarak görme eğiliminde olduğuna dikkat çekiyordu.

Beinart’a göre Biden’ın üst düzey yardımcılarının çoğu, Blob’ın bu bakış açısını savunan kurumlardan geliyordu. Biden yönetimi Amerikan askerlerini Afganistan’dan çekerek yerleşik görüşe meydan okusa bile, bunu Blob’un daha çok değer verdiği bir projeye hizmet etmek için yapmıştı.  Bu hizmet,  Amerika’yı büyük güç rakiplerine, özellikle de Çin’e karşı güçlendirmekti. Beinart’a göre Biden’ın en etkili danışmanlarının, Amerikalıların gerçekte karşı karşıya olduğu tehditler göz önüne alındığında bunun doğru öncelik olup olmadığını sorguladıklarına dair bir kanıt da yoktu.

Beinart, Ulusal Güvenlik Konseyi’nin “Asya çarıKurt Campbell ve Pentagon’un “Çin görev gücü”nü yöneten Ely Ratner dahil olmak üzere en az 11 üst düzey Biden dış politika yetkilisinin savunma şirketlerinden Washington’daki diğer tüm düşünce kuruluşlarından daha fazla fon alan şahin bir liberal düşünce kuruluşu olan “Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi”nden (CNAS) geldiklerine vurgu yapıyordu.

Öte yandan Beinart,  Savunma Bakanı Lloyd Austin’in daha önce büyük silah şirketlerinden “Raytheon”da yönetim kurulu üyesi olarak çalıştığına dikkat çekiyordu. Beinart’a göre bu arka planlar göz önüne alındığında, Biden Yönetiminin ABD’nin Vietnam Savaşı’nın zirvesindeki askeri bütçesinden daha yüksek bir askeri bütçe önermesi hiç de şaşırtıcı değildi. Beinart ‘ın dikkat çektiği bir diğer husus “Gallup” tarafından yapılan bir ankette Demokrat seçmenlerin sadece yüzde 17’sinin askeri harcamaların artmasını istediğiydi. Beinart halk ile yönetim arasındaki bu çelişkiye bilhassa vurgu yapıyordu.

 

İYİ NİYETLERİN CEHENNEMİ

Ben Rhodes,  Washington’da yerleşik iki partili dış politika sınıfını “The Blob”  olarak betimlemişti. Ancak daha sonra bir röportajında geri adım atarak kendisini de kısmen Blob ile ilişkilendirmişti. Susan B. Glasser tarafından Ocak 2018’de gerçekleştirilen bir röportajda Rhodes, “benim bazı yönlerden insanların düşündüğünden daha fazla Blob ile ortak noktamız var, ama aynı zamanda söylediklerim yanlış okunabilir. Orta Doğu’da askeri güç kullanımı konusunda çok spesifik bir noktaya değiniyordum ve bir şekilde seçeneklerin daraltılmasına yol açan bir grup düşüncesi damarı vardı” diyordu.  Rhodes’in bu manevrasının “Blob”ın aşağılayıcı, alaycı ve küçümseyici şekilde yerleşik dış politika elitlerine yönelik eleştirilerde sıklıkla kullanılması sebebiyle olduğu anlaşılıyordu. Rhodes  nüfuzlu “The Blob cemaati”nin veya ayrıcalıklı “Blob sınıfı”nın dışına itilmekten çekinmişti.

Ne ki “Blob” nitelemesi “Realist” dış politika okulunun önde gelen isimlerinden Harvard Üniversitesi profesörü Stephen Walt başta gelmek üzere birçok akademisyen tarafından itibar edilen bir tabir oluyordu. Prof. Walt’a göre “Soğuk Savaş”ın sona ermesinden bu yana Amerikan dış politikasının başarısız olduğu ve bunun nedenlerininse Amerikan iç siyasi sisteminden kaynaklandığıydı. Prof. Walt bu başarısızlığı “Blob”ın tam bir görüş birliği içerisinde olmasına bağlıyordu.

Walt’un 2018’de yayınlanan  “İyi Niyetlerin Cehennemi: Amerika’nın Dış Politika Elitleri ve ABD’nin Üstünlüğünün Gerilemesi” başlıklı kitabı da Blob tartışmalarını alevlendirdi.  Walt’a göre Amerikan dış politikası son otuz yılda tam bir felaketti. Bu otuz yıl ABD için kasvetli bir sicilden ibaretti.

Walt, Amerikan büyük stratejisinin sistemik başarısızlığını, ABD politikasını ulusa zarar veren ancak kendilerine fayda sağlayan yönlere sürükleyen küçük bir grup çıkarcı ulusal güvenlik ve istihbarat yetkilisi, dışişleri ve savunma bürokratları, lobiciler ve düşünce kuruluşu çalışanlarından  oluşan “Blob”a bağlıyordu. Walt’a göre “Liberal hegemonya” peşinde koşmak Birleşik Devletleri daha güvenli, daha güçlü, daha müreffeh ve daha popüler yapmadı. Aksine, Amerika’nın dünya siyasetini yeniden düzenlemeye yönelik hırslı girişimi kendi konumunu zayıflattı, çeşitli bölgelerde kaos yarattı ve bir dizi başka ülkede önemli ölçüde sefalete neden oldu.

Keza Walt’a göre “Blob” bir Amerikan büyük stratejisi olarak “liberal hegemonya”yı destekliyordu. “Blob” üyeleri liberal hegemonyayı en iyi büyük strateji olduğunu düşündükleri için değil, kariyerlerini ilerletmede daha fazla fırsat sağladığı için benimsemiştiler.  Walt  adı geçen kitabında “Blob” üyelerinin özel veya kamusal kurum ve kuruluşlar arasındaki döner kapılardan  girip çıkarak kariyer yapanları da anlatıyordu.

Çeşitli kurum ve kuruluşlara yayılan karmaşık geniş yapısıyla “Blob”, politikaları ve öngörüleri yanlış çıktığında hiçbir sonuçla karşılaşmıyordu. Bedeli ödeyenler başkaları oluyordu. Başkanlar değişiyor, Blob ise “dokunulmaz” olarak kalıyordu.

Walt’un dikkat çektiği bir diğer husus ise Blob’un inançlarına aykırı stratejilerin tartışmalarda sistematik olarak bir kenara itilmesiydi.  Yeri gelmişken, Walt’un Prof. John Mearsheimer ile birlikte kaleme aldıkları “Amerika’daki İsrail Lobisi”yle ilgili kitap yüzünden “Blob”ın liberal ve Neocon kanatları tarafından adeta linç edildiklerini hatırlatmak gerekiyor.

Bir muhalefet ve eleştiri terimi olarak “Blob sadece ABD’nin askeri müdahalelerinin kısıtlanmasını isteyen dış politika düşünürleri tarafından değil,  ABD’nin sonsuz savaşlarına muhalefet eden Trumpçı bazı Cumhuriyetçiler tarafından da kullanılıyor. Bu Cumhuriyetçilerden birisi de Senatör J. D. Vance idi.  5 Kasım 2024’te ABD Başkan Yardımcısı olarak seçilen Senatör Vance, Şubat 2012’de Biden Yönetimi’nin Ukrayna’ya 60 milyar dolarlık acil dış yardım tasarısına şiddetle karşı çıkmıştı.  Vance Cumhuriyetçiler’den bu tasarıya oy vermemelerini isteyen muhtıra niteliğinde bir yazılı açıklama yapmıştı. Bu açıklamasında Vance tasarıyı Trump’a karşı “Dış politika Blob’u” ile “Derin Devlet”in bir işbirliği olarak niteliyordu.  Trump’ın öfkeli dille hep eleştirdiği “Derin Devlet” ile Blob arasındaki farksa bir kağıt inceliğindeydi.  Trump’ın “Derin Devlet”i ile “The Blob“ neredeyse aynı şeydir.

 

“THE BLOB” BİR KOMPLO TEORİSİ Mİ?

Bazı dış politika yazarları, akademisyenler  siyaset bilimciler  “Blob’ın yekpare bir blok olduğunu kabul etmiyorlar.  Bu yazarlara göre homojen ve tek kültürlü bir politik sınıftan söz edilemez. Amerikalı yazar Robert Wrigth  “Blob”ın Amerikan dış politika kuruluşlarının tüm sakinleri anlamına gelmediğini belirterek, “Blob bu kurumlarda yaşayan insanların büyük ve baskın bir alt kümesidir. Üyeleri bazen aynı fikirde olmasa da Amerika’nın dış politikasını şekillendiren belirli eğilimleri paylaşan bir alt kümedir” diyordu. Blob’ın NATO konusundaki tutumu yazarın bu görüşünü destekleyen bir örnek olarak gösterilebilir. Blob’ın bazı üyeleri NATO’nun Doğu’ya doğru genişlemesini, diğer bazı üyeleriyse genişlememesi gerektiğini savunuyorlar. Ancak “Blob”  bir bütün olarak NATO’nun varlığını sürdürmesi konusunda ittifak halindedir.

Benzer bir diğer örnekse Çin Halk Cumhuriyeti’yle ilgilidir. “Blob”  Çin’in ABD için “öncelikli tehdit” olduğu konusunda hemfikirdir. Hatta Çin “varoluşsal” bir tehdittir. Bu konuda ABD’deki her iki parti mutabakat halindedir. Ancak bu tehditle baş etmek konusunda Blob içinde farklı yaklaşımlardan söz edilebilir. Diğer bir yandan “Blob”ın Neoconlar’ı da,  Liberal Enternasyonalistleri de ABD’nin Ukrayna’ya askeri ve malî yardımlarını devam ettirmesi konusunda ittifak halindeler. Farlılık Ukrayna’ya gönderilen silahların nitelikleriyle ilgiliydi.

“Blob” içinde yer alanlar, biçimde bazı farklılıklar gösterseler bile, hepsi “Amerikan küresel hegemonyası”nı savunuyorlar. – “Blob”, ABD’nin küresel hakimiyetini sürdürmenin Amerikan güvenliği ve uluslararası barışı sağlamak için gerekli olduğuna savunan iki partili, Washington merkezli dış politika elitleridir.

Londra Kraliyet Koleji”nde Savunma Çalışmaları alanında öğretim görevlisi olan Dr. Kevin Blachford ise “The American Conservative” derginde 4 Ekim 2024 tarihinde yayınlanan “Büyük Strateji’ Asıl Meseleyi Gözden Kaçırıyor” başlıklı yazısında “Büyük stratejiye olan saplantının dış politikanın siyasetin bir ürünü olduğu gerçeğini göz ardı ettiğini vurgular.

Dr. Blachford  ABD’nin Büyük Stratejisi üzerine yapılan tartışmaların  devleti toplumdan soyutladığını, “ulusal çıkarı” basitleştirdiğini, gerçekteyse her biri farklı koalisyonlar ve savunuculuk ağları tarafından şekillendirilen çok sayıda rakip çıkar olduğunu belirtiyordu.   Blachford’a göre “İkili devlet” ya da “Blob” uyarıları “derin devlet” komplo teorileri değil, koalisyon ağlarının ve savunucu grupların ABD dış politikasını etkileyebildiği, şekillendirebildiği, özel geçmişlere ve kariyer yollarına sahip elitler tarafından yönlendirilen bir devlet aygıtının varlığının kabulüdür. Blob eleştirmenlerin hatasıysa, onun tek bir sesle konuştuğuna ve aynı şekilde hareket ettiğine inanmaktı. Blachford “Soğuk Savaş”ın sona ermesinden bu yana ABD dış politikasının büyük ölçüde Amerikan hegemonyasını uluslararası güvenliğin temel taşı olarak gören Blob savunucuları tarafından domine edildiğini belirtiyordu.  Keza Blachford’a göre “büyük strateji revizyonları” devletin üniter doğasını abartan ve ABD siyasetindeki çatışan çıkarları büyük ölçüde hesaba katmayan “hüsnükuruntu” stratejileridir. Amerikan dış politikasının oluşturulması, açık görüşlü bir başkan ve onun strateji geliştiren ulusal güvenlik danışmanı tarafından değil, rekabetçi bir politika pazarı tarafından yönetilmektedir. Blob filmindeki şekilsiz yaratık gibi sürekli genişleyen bu pazar, ulusal çıkarı değil, kurumsal büyümelerini genişletmek için prestij ve finansman arayan planlama personeli, araştırma kurumları ve lobicilerden oluşan bürokrasiyi içermektedir.

“CATO Enstitüsü” ile “Quincy Sorumlu Devlet Yönetimi Enstitüsü” gibi düşünce kuruluşlarıysa “Blob” muhalifleridir. “Quincy Enstitüsü”nün  bünyesinde barındırdığı “Sınırlamacılar” veya “Kısıtlayıcılar” Amerika’nın dış politikasının on yıllardır çok militarist olduğunu düşünen insanlardan oluşan bir ‘Sağ-Sol koalisyonu’dur. Bazı muhafazakarlar, bazı cumhuriyetçiler ve Bernie Sanders gibi Demokratlar’ın İlerici Sol kanatları da “Blob”ın ABD dış politikasında yegane söz sahibi olmasına karşılar. İlerici Demokratlar’ın bir kısmıysa “daha hafif” veya “daha küçük Blob”(Blob-lite) istiyorlar. Bu çevrelere göre ABD dış politikasının ulusun genelinden ziyade kendi çıkarlarına hizmet etmeye kararlı, ayrıcalıklı bir grup tarafından kontrol ediliyor. Blob muhalifleri ABD savunma harcamalarının kısılması gerektiğini de savunmaktadırlar.  Onlara göre, keyfi ulusal güvenlik gerekçelerine dayanılarak yapılan savunma bütçelerindeki devasa artışlar “Askeri Endüstriyel Kompleks”in özel çıkarlarının ilerletilmesine hizmet ediyor.

 

TROÇKİSTLER, NEOCONLAR  VE BLOB

Blob karşıtı çevrelere göre Amerikan dış politikasına “Sağ-Neoconlar” ve “Sol-Neoliberaller” hakimdir.  Kimi zaman Neoconlar’la Neoliberaller arasındaki farklılıklar bir hayli incelmekteydi. Blob sert, kötü yüzünü göstermek istediğinde Neoconlar’ını öne çıkarıyor, ‘şirin görünmek’ istediğindeyse Neoliberallerini sahneye çıkarıyordu. Örnek vermek gerekirse Neocon düşünce kuruluşu olarak bilinen “Amerikan Girişim Enstitüsü( AEI)” ile Sol Neoliberal eğimli “Brookings Enstitüsü”  adeta bir madalyonun iki yüzü gibiydiler. Öte yandan biribirinin karşıtı olarak nitelenen bu iki düşünce kuruluşunun sıklıkla işbirliği yaptıkları, hatta aynı programlara sponsor oldukları da dikkatli gözlerden kaçmıyordu.

Kendisi de Yahudi kökenli şöhretli bir Neocon olan Norman Podhoretz 1990’lı yıllarda “Yeni Muhafazakârlık – Bir Övgü” başlıklı bir konferans vermişti. 1930 doğumlu olan Podhoretz bir zamanlar ABD’de “Yeni Sol” olarak etiketlenen düşünce hareketinin en önemli isimlerinden biriydi. 1970’lerdeyse Neocon hareketin önde gelen isimleri arasında yer alıyordu.

Yukarıda değindiğim konferansında Podhoretz  “Yeni Muhafazar(Neocon)” hareketin köklerine ilişkin  çok önemli bilgiler veriyordu. Podhoretz’e göre Neocon hareket New York’ta yaşayan, çoğu Yahudi olan entelektüeller tarafından kurulmuştu. Podhoretz “Yahudi” veya değil birçok liberal entelektülelinse ‘gerçeklik’ tarafından “Neocon” olmaya itildiklerini söylüyordu. Neocon hareketin öncülerinin çoğuysa “eski Troçkistler” yahut “Neo-Troçkistler”di.  Podhoretz’in dikkat çektiği ayrıntılardan bir diğeriyse Yahudi kökenli olmayan Neoconlar’ın kahir ekseriyetinin “Katolik” olduklarıydı.  Yeri gelmişken “Neoconlar”ın ve “Blob”ın diğer kanatlarının sıkı İsrail yanlısı olduklarını hatırlatmak gerekiyor.

1917’deki Bolşevik Rus Devrimi’nin öncüleri arasında yer alan Leon Troçki, Josef Stalin ile anlaşmazlığa düşerek Rusya’dan ayrılmış, birkaç yıl İstanbul Büyükada’da sürgün yaşamış, daha sonraysa Meksika’da uğradığı suikastle hayatını kaybetmişti. Troçki ne kadar uzağa kaçsa da Stalin’den kurtulamamıştı.

Stalin’den kaçan bir çok Troçkist ise Amerika’ya yerleşmişti. Stalin karşıtı Troçkist aydınlar için ABD bir sığınak olmuştu. Öyle anlaşılıyor ki Amerikan müesses nizamı Stalin muhalifi Troçkistler’in Sovyet Yönetimine ilişkin bilgi ve eleştirilerinden istifade etmek istemişti. “Stalin kültü” etrafında belirginleşen Sovyet ideolojisinin dünyadaki Sol hareketler üzerindeki etkisini kırmanın bir yolu olarak Troçkistler’i himaye etmeleri anlaşılır bir şeydi. Troçkistler de giderek Amerikanlaşacaktılar.

Troçki’nin “dünya devrimi” veya “sürekli devrim” teorisiyle Neoconlar’ın “sonsuz savaşlar”a duydukları tutku arasında bir bağlantı kurulması boşuna değil. Podhoretz’in ‘gerçeklik’ dediği koşullar eski-yeni Troçkistler’i Neoconlaştırmış, ancak Neoconlar da Troçkistler tarafından dönüştürülmüştüler.

Johann Wolfgang von Goethe “Faust” adlı başyapıtında büyülü güçler elde etmek ve bilinmeyenleri öğrenmek için ruhunu “Mephistopheles” adındaki şeytana satan gezgin hokkabazın öyküsünü anlatıyordu. Troçkistler’in güç ve başarı elde etmek amacıyla önce Neoconlaşarak hakim dış politika sınıfına(Blob), oradan da ABD hükümetine etkili bir erişim sağlamaları bir “Faustyan sözleşme” olarak görülebilir. Sonuçta, “Blob” içerisinde eriyip diğerleriyle kaynaşarak Troçkist olmalarını sağlayan tüm değerlerini kaybettiler.

 

İYİ, KÖTÜ VE ÇİRKİN

Blob’ın ideolojisi “Amerikan vazgeçilmezliği teorisi” üzerine bina edilmişti. Soğuk Savaş sonrasında “bir numara” olma fikri Amerika’nın dış politika elitinin karar alma süreçlerine egemen oluyordu. Eleştirmenlerine göreyse “Blob” gerçekte “Amerikan İmparatorluğu”nu yönetenlerdir.  “Blob” dış politikada, ulusal güvenlik ve savunma stratejilerinde hangi görüşlerin kabul edilebileceği konusunda da nüfuz sahibiydi. Yani Amerika’nın dış politikasıyla veya büyük stratejisiyle ilgili reçeteler “Blob”tan geçiyordu. Diğer formüllerse “Blob” tarafından “sağlığa zararlı reçeteler” muamelesi görüyordu.

Kısa sürede dış politika eleştirilerinde niteleyici bir tabir olarak öne çıkan “Blob”  Amerikan ana akım medyasındaki yazarlar tarafından da sıklıkla kullanılıyor. Bu terimin aşağılayıcı nitelemesinden son derece rahatsızlık duyanlara göreyse “Blob” diye bir şey yok. Ancak “Blob” dış politika  tartışmalarında artık yerleşik bir terim olarak, hem karşıtları, hem de savunucuları tarafından rahatlıkla telaffuz ediliyor. Hatta Neoconlar  ve Liberal şahinler “Blob”ı  ‘olması gereken’ bir yapı olarak tasvir ediyorlar.  Şöhretli Neoconlar’dan John Bolton “Blob” üyesi olarak nitelenmesini reddetmiyor, tam tersine gururla kabulleniyordu. Amerikan Blob’ı  “iyi, kötü ve “çirkin”den oluşan kalabalık bir vitrinse, bu vitrinin “kötü adamı”  John Bolton gibi Neoconlar’dı.  Vitrinin’ iyi adamlar’ı Liberal şahinler, çirkinleriyse şahin Cumhuriyetçilerdi.

Bolton  ve diğerlerinin olumlayıcı  yaklaşımlarının, “Blob”ın dış politika sınıfı için küçümseme ve hakaret içeren bir terim olarak yerleşik hale gelmesini engellemeye yönelik olduğu anlaşılıyor. Öte yandan “Blob” tanımlamaları veya “Blob” eleştirileri, ABD dış politikasının ne olduğundan ziyade, “ne olmaması” gerektiğine dair bir vizyon olarak da önemliydi.

Gideon Rachman ‘ın “Financial Times” gazetesinde 10 Nisan 2017’de “Washington Blob’ı Donald Trump’ı nasıl yuttu?” başlıklı yazısına göre Obama’nın Beyaz Saray’ında Ben Rhodes tarafından alaycı bir şekilde “Blob” olarak adlandırılan Washington dış politika kurumu askeri güç kullanma isteğinin hem Amerika’nın küresel konumu hem de dünya düzeninin istikrarı için çok önemli olduğu inancında birleşmişti.

Obama’nın 2013’te Suriye’deki Esed rejimimin kimyasal silaha başvurmaması konusunda Amerika’nın “kırmızı çizgisini” desteklemek için güç kullanmamasıysa Blob’ta  yaygın bir huzursuzluk sebebiydi. Trump’ın “İzolasyonist”(Kısıtlayıcı dış politika) seçim söylemi de Blob’ı  umutsuzluğa ve ABD’nin gücünden tamamen feragat edeceğine dair bir korkuya yol açmış görünüyordu. Bu yüzden Trump’ın Beyaz Saray’ının Suriye’ye askeri müdahaleye ani dönüşü bir dönüm noktası olarak selamlandı. Ancak bu ani dönüş,  Trump’ın en ateşli savunucularını bile dehşete düşürmüştü.Nitekim  “Trump’a  Güveniyoruz” başlıklı kitabın sıkı Trumpçı yazarı Ann Coulter üzüntüsünü “X” hesabından paylaştığı, “Neden başka bir Müslüman felaketine dahil olalım?” diye ifade ediyordu.

Gideon Rachman  Financial Times” gazetesinde 2 Aralık 2019’da “Trump, Obama ve ‘Blob’ ile muharebeleri ” başlıklı yazısındaysa dış politikada ‘ihtiyatlı’ davranmanın kaçınılmaz olarak “Blob” ile çatışmalara yol açtığına dikkat çekiyordu.  Obama’nın “zayıflık” , Trump’ın ise “izolasyonizm” nedeniyle Blob tarafından eleştirildiğini belirten Rachman şöyle diyordu:

“ Afganistan’la ilgili tartışma bu noktayı göstermektedir. Hem Sayın Obama hem de Sayın Trump göreve geldiklerinde askeri müdahalenin devamına şüpheyle yaklaşıyorlardı. Her iki başkan da daha sonra daha fazla asker göndermeye ikna oldular – ancak başkanlıklarının ilerleyen dönemlerinde askerleri tekrar geri çekmeye başladılar.”

Obama ve Trump’ın ABD’yi Orta Doğu’dan çekmeye niyetlendiklerini söyleyen Rachman’a göre bu politika “Blob” diye adlandırılan Washington müesses nizamında çok fazla dudak bükülmesine neden oluyordu. Bu iki başkan ABD’nin Asya-Pasifik’te Çin’e karşı odaklanmasından yanaydılar. Blob ise ABD’nin Ortadoğu dahil olmak üzere birden fazla cephede rakiplerle, hasımlarla veya düşmanlarla baş edebileceğini savunuyordu. Bu yüzden Obama ve Trump’ın ABD’nin küresel askeri taahhütlerini azaltma girişimleri hem Blob’ı, hem de Amerikan müttefiklerini endişelendirmeye yetiyordu.

 

BLOB ‘SORUN’ MU, ‘ÇÖZÜM’ MÜ?

Karşıtları ve savunucuları arasındaki “Blob tartışmaları” hız kesmeden devam ediyordu. Akademi camiası da kaçınılmaz olarak bu tartışmalara iştirak ediyordu. Johns Hopkins Üniversitesi’nde Küresel İlişkiler Profesörü ve “Kamu Politikası Araştırmaları için Amerikan Girişim Enstitüsü’nün (AEI) üyelerinden Prof. Hal BrandsDuke Üniversitesi‘nden Siyaset Bilimi ve Kamu Politikası Profesörü Peter Feaver ile Texas Üniversitesi’nde Doçent olan William InbodenDış İlişkiler Konseyi”nin(CFR )çıkardığı “Foreing Affairs” dergisi’nde 29 Nisan 2020’de ortak makale yayınladılar. Makalenin başlığı “Blob’u Savunurken” idi. Stephen Walt’u hedef alan yazarlara göre Blob yekpare değildi. Blob’ın Son birkaç on yıldaki dış politika siciliyse büyük ölçüde başarılıydı.

Yazarlar, Barack Obama yönetimi sırasında Ulusal Güvenlik Danışman Yardımcısı Ben Rhodes’ın dış politika kuruluşuyla  “Blob” diye alay ettiğini ve Blob’ın katı şahinliğiyle dalga geçtiğini belirtiyor,  bu koroya daha sonra Cumhuriyetçiler’in de eşlik ettiğini söylüyorlardı. Yazarlar,  Trump’ın ana akım dış politika ve ulusal güvenlik uzmanlarına savaş ilan ettiğini ve bu uzmanların güçlerini korumak isteyen başarısız “Washington elitleri” olarak nitelediğini belirtiyorlardı. Üstelik Trump’ın akademideki en sert eleştirmenlerinden bazıları da bu konuda Trump’la hemfikirdiler. Makalenin ortak yazarları akademi camiasının seçkin isimlerinden gelen Blob eleştirilerinden rahatsız olduklarını belli ediyorlardı. Camia içinden gelen bu eleştiriler Washington’da yerleşik dış politika elitlerinin saygınlığına ve güvenilirliğine gölge düşürüyordu.

Hal Brands ve arkadaşlarına göre Blob’un kolektif bilgeliğini reddetmek uzmanlığı reddetmek anlamına geliyordu. ABD Başkanı Donald Trump’ın dış politikaya amatörce yaklaşımının da gösterdiği gibi, uzmanlığı reddetmek feci sonuçlar doğuruyordu.  Yazarlar  Amerikan dış politikasının  ulusun genelinden ziyade kendi çıkarlarına hizmet etmeye kararlı, alternatif fikirleri ve muhalif sesleri dışlayarak kendi özel pozisyonlarını koruyan ayrıcalıklı bir kabile(Blob) tarafından kontrol edildiği şeklindeki eleştirileri şiddetle reddediyorlardı.

Keza bu yazarlar göre Blob’u eleştirenler onun sadece iç çeşitliliğini değil, aynı zamanda başarılarını da hafife alıyorlardı. Keza Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana Washington’un “büyük angajman stratejisi”, Irak’ta ve başka yerlerde “yanlış düşünülmüş ve yanlış yönetilmiş”  askeri müdahalelerle zaman zaman kesintiye uğrasa da istikrar, barış ve refah üretmişti. Liberal enternasyonalizm sayesinde “uzun barışın devam ettiği” ve dünyanın “genel olarak olumlu bir yolda” kaldığı sonucuna varan Brands ve arkadaşlarına göre “Dış politika kuruluşu olarak Blob çözümdür, problem değil.”

Hal Brands, Barack Obama döneminde Savunma Bakanlığı’nda Stratejik Planlama Özel Asistanı, Trump dönemindeyse  Ulusal Savunma Komisyonu’nda baş yazarlık yapmıştı. Peter Feaver  George W. Bush döneminde Ulusal Güvenlik Konseyi’nde  Stratejik Planlama ve Kurumsal Reform Özel Danışmanı, Bill Clinton dönemindeyse  Savunma Politikası ve Silah Kontrolü Direktörü olarak,  William Inboden ise George W. Bush döneminde Dışişleri Bakanlığı ve Ulusal Güvenlik Konseyi’nde Stratejik Planlama Kıdemli Direktörü olarak görev yapmıştı. Her üç yazar da Dış Politika, Strateji ve Savunma konularında yayınladıkları kitaplar ve makalelerle de tanınan isimlerdi.

Hal Brands, “Bloomberg”de 31 Ekim 2018’de “Blob’dan nefret eden entelektüellerin Trump ile pek çok ortak noktası var” başlıklı yazısında da profesörler Stephen Walt, John Mearsheimer ve Barry Posen gibi Blob eleştirmenlerini hedef almıştı. Blob eleştirmenlerinin askeri müdahalelerden, genişleyen ittifaklardan ve Amerikan değerlerinin yurt dışına empoze edilmesinden hoşlanmadıklarını belirten Brands, “Tanıdık geliyor mu” diye soruyordu. Blob politikalarını  eleştiren realist akademisyenleri Trump ile bağdaştıracak kadar hiddetlenen Brands bu yazısında şöyle diyordu:

 “Son zamanlarda çıkan kitap ve makaleler bir gösterge niteliğindeyse, Başkan(Trump) ve profesörler Amerika’nın dış politika elitini küçümseme konusunda birleşmiş durumdalar. Bu beklenmedik ittifakın ortaya koyduğu argüman – dış politika elitinin ülkeyi felaketten felakete sürükleyen yozlaşmış bir çete olduğu – günümüzün düzen karşıtı havası göz önüne alındığında yeterince moda. Aynı zamanda yanlış da.”

Washington’daki  düşünce kuruluşlarından “Stimson Center”ın ”ABD Büyük Stratejisini Yeniden Hayal Etmek Programı”nın kıdemli üyelerinden Emma Ashford ise daha çok Blob savunucularıyla Blob muhaliflerinin arasını bulmaya çalışıyordu.  Ashford, “Foreign Affairs” dergisinde 29 Mayıs 2020’de “Daha iyi bir ‘Blob’ oluşturun” başlıklı makalesinde  “dış politika Trumpizm ile itibarsız elitler arasında ikili bir seçim değildir” diyordu.  Ashford hem Prof. Stephen Walt ve diğer eleştirmenlerin haklı olduğu yönlere dikkat çekiyor, hem de Blob’ın bazı kötü huylarının iyileştirilmesi gerektiğini savunuyordu. Ashford, ‘İyi huylu bir Blob’ öneriyordu.

Hal Brands ve meslektaşlarının uzmanlıktan uzaklaşmanın kötü bir fikir olduğu konusundaki düşüncelerini haklı bulan  Ashford, “Blob’u şehirdeki tek oyun olarak savunmak, onun fikir birliğine katılanlar için uygundur, ancak tehlikeli bir ikilem yaratır: uzmanlık ve şahin liberal müdahaleciliğin bir ve aynı olduğunu iddia etmekse, alternatif olarak Trump’ın beceriksizliğinden başka bir şey bırakmaz” diyordu.

Ashford’a göre Amerikan dış politikasında reform yapmak isteyenler için en iyi yol “Blob” teriminin emekli edilmesiydi. Bu terim artık kullanılmamalıydı. Diğer yandan reformcularsa Blob’u eleştirmek yerine onun yerini almak için çalışmalıdırlar.

 “Johns Hopkins Üniversitesi”nde “Henry A. Kissinger Küresel İlişkiler Merkezi”nin Direktörü, ömür boyu “CFR” Üyesi, tarihçi ve uluslararası politika profesörü Francis Gavin de Stephen Walt ve arkadaşlarının Blob eleştirisini şiddetle reddediyordu. Ağustos 2020’de “Suçu Blob’a mı atalım? Amerikan Büyük Stratejisi Nasıl Değerlendirilir?” başlıklı bir yazısında Hal Brands ve arkadaşları gibi Blob’ı savunuyordu.

Gavin’in makalesi Prof. Stephen Walt’ın “İyi Niyetlerin Cehennemi”başlıklı kitabının bir reddiyesi niteliğindeydi. Gavin dış politika sınıfının(Blob’ın) ortak bir dünya görüşünü, yani liberal hegemonya stratejisini paylaşan bireyler ve kurumlardan oluşan, karşılıklı olarak birbirini güçlendiren bir topluluk olarak tanımlanmasına itiraz ediyordu. Gavin’e göre “Blob” açık fikirli ve kendini işine adamış profesyonellerden oluşan, entelektüel çeşitliliğe ve yüksek standartlara sahip,  yalnızca ülkenin ve dünyanın çıkarlarını düşünen bir gruptur.

 

THE BLOB VE DIŞ DÜŞMAN

Blob’ın sırtını dayadığı Amerikan-Askeri Endüstriyel Kompleksi ile “dış düşman” peydahlama arasında güçlü ve karşılıklı bir ilişki var. Kompleks ve bileşenleri dış düşmanları üretme ve bu düşmanlarla ilgili tehdit algılarını şekillendirme konusunda önemli bir rol oynamaktadırlar. Bu strateji, hem askeri bütçelerin artırılması hem de büyük savunma şirketlerinin ekonomik çıkarlarının korunması açısından çok önemlidir. Askeri harcamaların artmasını meşrulaştırmak için baş edilmesi güç bir büyük düşmanın sahnelenmesi gerekiyor. İki okyanus tarafından ihata edilen ABD’ye askeri olarak zarar veremeyecek nitelikte bir küçük düşman ikna edici olamazdı.

Bununla birlikte, dış düşmanların yaratılması, yalnızca askeri harcamaların artmasına değil, aynı zamanda uluslararası gerginliklerin ve savaşların da tetiklenmesine yol açabiliyor. Ancak gerçek bundan daha fazlasıydı.  Eleştirmenleri Blob’ın çetrefilli dilini bilmeyenler için kolaylık sağlayan bir cümle kullanıyorlar: “Blob demek, ‘sonsuza kadar savaşlar’ demek”.

“Sonsuz savaşlar”, kesintisiz olarak ‘düşman’ peydahlamakla mümkün. Blob için ‘Düşman’  hem içeride, hem de dışarıda yararlı, kullanışlı bir önermeydi. İçerde iki partili dış politika nizamının devamı için, dışarıdaysa ‘dış düşmanlar’a karşı savaşların meşrulaştırılması için gerekli bir peydahlamadır.

Soğuk Savaş döneminde “düşman” Sovyetler Birliği’ydi. Soğuk Savaş’tan sonraki dönemde, 2000’lerdeyse düşman ‘Teröre karşı küresel savaş’la hedef alınan devlet dışı aktörlerdi. Neredeyse bütün dünya savaş alanıydı. Blob, hiçbir koşulda düşmansız yapamıyor. “Düşman”, Blob’ın varlık sebebidir.

Alman hukuk profesörü ve siyaset kuramcısı Carl Schmitt 1932 tarihli “Siyasal Kavramı” başlıklı makalesinde siyasal eylem ve saikleri açıklamakta kullanılabilecek en özgül ayrımın, “dost-düşman ayrımı” olduğunu savunmuştu. Schmitt’e göre “dost ve düşman ayrımı”, diğer tüm ahlaki, estetik, ekonomik, ya da diğer ayrımların kullanılmasına gerek kalmadan pratik ve teorik olarak varlığını sürdürebilir. Siyasal düşmanın ahlaki açıdan kötü, estetik açıdan çirkin ya da ekonomik anlamda rakip olması bile gerekmez; hatta siyasal düşmanla iş yapmak avantajlı bile gözükebilir. Önemli olan, siyasal düşmanın “öteki”, “yabancı “ olmasıdır. Siyasal düşmanın varoluşsal anlamda en yoğun haliyle başka bir varlık ve yabancı olması yeterlidir.  Düşmanın tehditkar olup olmamasının ise pek bir önemi yoktur.

Hitler döneminde Nazi yanlısı bir hukukçu olarak bilinen ve uzun süre akademik tartışmaların dışında tutulan Schmitt’in  1980’lerden sonra Amerikan siyasi düşünce çevrelerinde sıklıkla başvurulan bir kaynak olduğunu hatırlatmalıyız.

Öte yandan ‘Teröre karşı küresel savaş’tan sonra “Amerikan Blob”ı yeni büyük düşmanın “Çin” olduğunu çoktan ilân etti bile.

 

HEY, MİLLET, ‘BLOB’A DİKKAT EDİN!

ABD Başkanlarından Dwight Eisenhoower 1961’deki veda konuşmasında Amerikalıları “Askeri-Endüstriyel Kompleks” hakkında uyarmıştı. Eski ABD Başkanlarından John Quincy Adams ise Dış İşleri Bakanıyken 4 Temmuz 1821’de ABD Kongresi’nde yaptığı konuşmada Amerikalıları başka bir konuda uyarmıştı. Bu konuşmasında Adams, Amerikalıları  yurt dışındaki savaşlardan kaçınmaları konusunda ikaz ediyordu. Adams konuşmasında Amerikalıların yok edecek canavarlar aramak için yurt dışına çıkmamaları gerektiğini savunuyordu. Adams yabancı savaşlara bulaşmaları halinde Amerikalıların kimliklerini kaybedeceklerini  vurgulayarak, “Politikasının temel ilkeleri özgürlükten zorbalığa doğru değişecek…. dünyanın diktatörü haline gelebilecektir. Artık kendi ruhunun hükümdarı olmayacaktır” demişti.

Gerek Adams’in, gerekse Eisenhoower’ın bu uyarıları “kendi kendini gerçekleştiren kehanet”  örnekleri arasında yer alıyor. Diğer Amerikan başkanlarıysa okyanuslara çıkarak yok etmek için canavarlar aradılar. Bulamadıklarında, yok edecek canavarları peydahladıklarını gayet tabi çok iyi biliyorlardı.

Blob, “işte canavarımız budur” diyor, ABD peşine düşüyordu. Canavarın “gerçek” olup olmamasınınsa hiçbir önemi yoktu. Önemli olan tek şey, kalıcı çatışmalar ve sonsuz savaşlardı. Blob’ın medyasıyla, kanaat önderleriyle, uzmanlarıyla, asker ve sivil bürokratlarıyla,  siyasetçileriyle Amerikan kamuoyunu ikna etmek için etmek için kullandığı argüman şuydu: Blob için iyi olan, ABD için iyidir. Amerika için iyi olan, dünya için iyidir.

Avustralyalı bağımsız gazeteci-yazar Caitlin Johnstone bir keresinde Amerikan imparatorluğunun kesintisiz askeri operasyonlar yürüten bir ulusal hükümet değil, ulusal bir hükümeti yöneten kesintisiz bir askeri operasyon olduğunun anlaşılmasının kafa karışıklığını gidereceğini söylemişti. Buna göre “savaşlar” ABD’nin çıkarlarına hizmet etmek için değil, ABD savaşların çıkarlarına hizmet etmek için tasarlanmıştır.

Diğer bir yandan 5 Kasım 2024’teki seçimlerde ABD Başkanı seçilen Donald Trump’ın “Blob” ile ne yapacağı konusunda kafalar bir hayli karışık görünüyor. Trump’ın en üst düzey ulusal güvenlik, savunma ve dış politika takımının “Blob” ve diğerleri arasında yapılan bir “karma” olduğu anlaşılıyordu.

Trump kendisini ABD’yi yeni bir savaşa sokmamış bir Başkan olarak göstermeyi seviyor. Trump seçimlerden önce “Rusya-Ukrayna Savaşı”nı bitireceğini vaat etmişti. Blob’a rağmen bunu yapabilecek mi? Suriye’deki Amerikan askerlerini evlerine döndürebilecek mi? Trump’ın “Önce Amerika”sı ile Blob’ın “Her yerde Amerika”sı uzlaşacak mı, uzlaşmayacak mı? Bütün bu sorular 20 Ocak’tan sonra yanıtlarını bulacak.

1958’de ABD’de gösterime giren “The Blob”ın başrol oyuncusu Steve McQueen,  filmdeki “Steven” rolüyle küçük bir kasabanın halkını, sürekli büyüyen ve insanları tüketen şekilsiz, kırmızı renkli peltemsi canavar konusunda uyarmaya çalışıyordu. McQueen “The Blob” filmdeki rolü için “Bu filmdeki ana oyunculuk mücadelesi, etrafta patlak gözle koşup ‘Hey, millet, Blob’a dikkat edin!’ diye bağırmaktan ibaretti ” demişti. Amerika’nın gerçek Blob’ı için yapılan uyarılarsa  Steven’ın yaptığı uyarılardan pek farklı değil.

Amerikan-Askeri Endüstriyel Kompleks’i daha çok kürekle yüzdürülen,  yüzyıllar önce “Kadırga” veya ondan da büyük “Baştarda” adı verilen harp gemilerine benzetirsek, “The Blob” bu militarist geminin sabit kürekçileridir. Kürekçiler olmadan gemi yüzdürülemez. Kürekçilerinin ziyadesiyle nemalandırıldığı modern Baştardalar sıradan Amerikalıların vergileriyle okyanuslarda yüzdürülüyor. Amerikalılar için harcanması gereken trilyonlarca dolar baştardanın kaptan köşkünde saltanat ve keyif süren bir sınıfın kasalarına giriyor.

Blob, sıradan Amerikalılara faydası olmayan, ancak sonsuz savaşlarla birçok ülkede milyonlarca insanın ölümüne,  daha fazlasının sakat kalmasına ve ülkelerinin mahvına sebebiyet veren politikalar üretiyor ve bu politikaların uygulanmasını sağlıyor. “Blob”a muhalefet eden az sayıdaki Amerikalı entelektüel ise sağır kulaklara hitap ederek “Steven” gibi “Hey millet, Blob’a dikkat edin! Blob’a dikkat edin!” diye bağırıyor.

 

SOSYAL MEDYA