‘Arap NATO’su, Körfez ülkeleri için bir ABD güvenlik tuzağıdır

Arap ülkeleri, dış güçlerin istikrarsız desteğine bel bağlamak yerine, kendi kendine yeterliliği öncelemeli ve ortak bölgesel çıkarlara odaklanan sürdürülebilir mekanizmalar geliştirmelidir. Bu tür bir yaklaşım, yalnızca mevcut gerilimleri azaltmakla kalmayacak, aynı zamanda bölgede uzun vadeli istikrar ve güvenliğin temelini de atacaktır.
Mart 22, 2025
image_print

Son yıllarda diplomatik çevrelerde giderek daha fazla gündeme gelen “Arap NATO’su” girişimi, Arap ülkeleri ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ilişkilerde bir kez daha sıcak bir başlık haline geldi. Washington ve Tel Aviv, bu planın Arap ülkelerinin güvenliğini garanti altına alabileceğini öne sürüyor; ancak bu iddialara ne ölçüde güvenilebilir?

Gerçekte, Arap NATO’su önerisi Körfez ülkelerinin güvenliğini sağlamaktan çok, bu ülkelerden taviz koparmayı amaçlayan bir araç niteliğindedir. Bu durum, NATO’nun ABD açısından oynadığı geleneksel rolü anımsatıyor: Avrupalı müttefikler üzerinde baskı kurmak ve onlardan çıkar sağlamak için kullanılan bir mekanizma.

Arap NATO’su da benzer bir kaderi paylaşacak gibi görünüyor; zira bu yapı, gerçek bir güvenlik sağlamaktan ziyade, Amerikan ve İsrail çıkarları doğrultusunda Arap ülkelerini gereksiz düşmanlıklar ve gerilimlere sürükleme potansiyeli taşıyor. Sonuç olarak, istikrarlı ve bağımsız bir ittifak inşa etmek yerine, Arap ülkeleri Washington ve Tel Aviv’in jeopolitik oyununda yalnızca birer piyon haline gelebilir ve Orta Doğu’daki stratejik hedeflerini gerçekleştirmek üzere ön cephede kullanılabilirler.

Arap NATO’su girişimi, daha en başından itibaren hem doğası hem de hedefleri nedeniyle yoğun eleştirilere maruz kalmıştır.

Bu planla ilgili en önemli sorunlardan biri, Orta Doğu’daki mevcut gerilimleri azaltmak yerine, yeni rekabet dinamiklerini körükleyecek olmasıdır. Arap ülkeleri, bu koalisyon kapsamında ABD ve İsrail gibi küresel güçlerle aynı safta yer aldığında, bölgede yeni jeopolitik blokların oluşması ve tansiyonun tırmanması riskini üstlenmektedir. Uygulamada ise bu girişim, güvenlik sağlamaktan çok, rakip ülkeler arasında tehdit algısını artırarak bir silahlanma yarışına ve askeri güçlerin büyümesine neden olabilir. Bu da, bir “kolektif güvenlik örgütü” oluşturmaktan ziyade, bölgede daha fazla çatışma riski yaratacağı anlamına gelir.

Bu plana yönelik bir diğer temel eleştiri ise, odak noktasının İran karşıtı bir ittifak oluşturmak olmasıdır.

İran’la doğrudan bir çatışmayı önceleyen bu yaklaşım, diplomasiye ve diyaloga çok sınırlı bir alan tanırken, bölgede artan düşmanlık ve savaş kışkırtıcılığına zemin hazırlamaktadır. Bu tarz bir strateji, Orta Doğu’nun temel sorunlarını oluşturan içsel anlaşmazlıkları, ekonomik sıkıntıları ve toplumsal zorlukları göz ardı etmektedir. İran’a karşı ortak bir askeri koalisyon oluşturmak, barışa hizmet etmekten çok, bölgesel rekabeti ve istikrarsızlığı daha da derinleştirme riskini beraberinde getirir.

Plan aynı zamanda, Arap ülkelerinin güvenlik çıkarlarını kolaylıkla uyumlaştırabilecekleri varsayımına dayanmaktadır. Oysa gerçekte, bu ülkeler özellikle siyasi ve ekonomik alanlarda derin köklere sahip farklılıklara ve süregelen rekabet ilişkilerine sahiptir. Örneğin, Suudi Arabistan ile Katar ya da Birleşik Arap Emirlikleri ile Bahreyn arasında tarihsel olarak çeşitli anlaşmazlıklar ve iç gerginlikler yaşanmıştır. Bu tür bölgesel gerilimler göz önüne alındığında, birleşik ve işlevsel bir askeri ittifakın kurulması oldukça düşük bir olasılık olarak değerlendirilmektedir.

Sonuç olarak, bu girişim Arap ülkelerinin doğrudan çıkar sağlayacağı bir ittifaktan çok, ABD ve İsrail’in bölgedeki nüfuzunu artırmaya yönelik bir araç gibi görünmektedir. Özellikle Körfez bölgesindeki Arap ülkeleri, bu süreçte kendi ulusal çıkarlarına hizmet etmektense, başkalarının stratejik hedefleri doğrultusunda birer araç haline gelebilir. Bu durum, Arap ülkeleri arasında hem birbirlerine hem de Batılı güçlere karşı artan bir güvensizlik ve kuşku ortamı yaratabilir. Dolayısıyla, bu plan bölgesel güvenlik sorunlarını çözmek bir yana, yeni krizlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlayabilir.

ABD’nin, Avrupalı müttefikleri de dahil olmak üzere, tarihsel olarak izlediği güvenlik politikalarına dair deneyimler, Amerikan çizgisini takip etmenin çoğu zaman sürdürülebilir güvenlik sağlamadığını göstermektedir. ABD, ulusal çıkarlarını çoğu zaman müttefiklerinin güvenliğinin önüne koymakta ve koşullar değiştiğinde güvenlik taahhütlerinden kolaylıkla vazgeçebileceğini defalarca kanıtlamıştır. Bunun çarpıcı örneklerinden biri Vietnam Savaşı’dır: Güney Vietnam rejimini uzun yıllar boyunca desteklemesine rağmen, ABD bölgeden tek taraflı olarak çekilmiş ve Güney Vietnam’ı, Kuzey Vietnam’ın işgaline karşı savunmasız bırakmıştır.

Orta Doğu’da, ABD’nin 2018 yılında İran nükleer anlaşması’ndan (JCPOA) tek taraflı olarak çekilmesi, Washington’un uluslararası taahhütlerini nasıl kolaylıkla göz ardı edebileceğini ve bunun bölgesel düzeyde nasıl gerilim ve güvensizlik doğurabileceğini bir kez daha ortaya koymuştur. Anlaşmaya taraf olan Avrupa ülkeleri yalnızca sürecin dışına itilmekle kalmamış, aynı zamanda artan düşmanlığın olumsuz sonuçlarına da katlanmak zorunda kalmıştır.

NATO içinde dahi, ABD ittifakın 5. Maddesini — yani bir üyeye yapılan saldırının tüm üyelere yapılmış sayılacağına dair hükmü — yeniden yorumlamıştır.

Tarihsel olarak kolektif savunmanın garantisi olarak görülen bu madde, son yıllarda Amerikan yetkililer tarafından ABD’nin askeri müdahalede bulunma yükümlülüğünü otomatik olarak doğurmadığı şeklinde ele alınmıştır. Donald Trump, NATO üyelerinin savunma harcamalarına yeterince katkı sunmadığı takdirde — önerdiği oran GSYH’nin %5’i idi — ABD’nin askeri yükümlülüklerini yerine getirmeyeceğini sık sık ve açıkça dile getirmiştir.

Bu durum, tarihsel olarak en güçlü kolektif güvenlik ittifakı olan NATO’nun içinde bile, ABD’nin müttefiklerinin güvenliğini riske atabilecek politikalar benimseyebileceğini göstermektedir. Tüm bu örnekler, Washington’un güvenlik taahhütlerini her an terk edebileceğini ve kısa vadeli çıkarlar uğruna bu yükümlülükleri kolayca gözden çıkarabileceğini ortaya koymaktadır. Bu da müttefikleri arasında artan bir güvensizlik ve istikrarsızlık duygusunu beslemektedir.

Sonuç olarak, özellikle Orta Doğu’da ABD’nin güvenlik politikalarını takip etmek, Arap ülkeleri açısından uzun vadeli güvenlik sağlama konusunda bir garanti sunmamaktadır. ABD, kriz anlarında taahhütlerinden geri çekilerek, kendi ulusal çıkarlarını önceleyip müttefiklerini riske atabileceğini defalarca göstermiştir.

Bu nedenle, bölgesel güvenliğe ulaşmanın tek geçerli yolu, gerilimi azaltmayı hedefleyen çabalarla birlikte iş birliğine ve güven inşasına dayalı bir bölgesel güvenlik mimarisi oluşturmaktan geçmektedir.

Arap ülkeleri, dış güçlerin istikrarsız desteğine bel bağlamak yerine, kendi kendine yeterliliği öncelemeli ve ortak bölgesel çıkarlara odaklanan sürdürülebilir mekanizmalar geliştirmelidir. Bu tür bir yaklaşım, yalnızca mevcut gerilimleri azaltmakla kalmayacak, aynı zamanda bölgede uzun vadeli istikrar ve güvenliğin temelini de atacaktır.

 

Kaynak: https://www.middleeastmonitor.com/20250318-the-arab-nato-is-a-us-security-trap-for-gulf-countries/

SOSYAL MEDYA