Trump’ın ilk başkanlık döneminde de sıklıkla görüldüğü gibi meslekten diplomatlara pek güvenmiyor. İşleri kendi bildiği usüllere göre yürütmek istiyor. Trump bu ilk döneminde Dış İşleri Bakanlığını dışarda bırakmakla itham edildi. Birçok diplomat bu yüzden görevlerinden ayrılmıştı. Trump’ın en iyi bildiği iş ise pazarlığa dayalı gayrimenkul geliştiriciliği. Trump diplomasiye de buradan bakıyor. Trump siyasete atılmadan önce “Çırak (The Apprentice)” başlıklı bir şov programının sunuculuğunu yapmıştı. Trump bu programı sadece en iyilerin hayatta kaldığı “Survivor” programlarından esinlenmişti. Trump için iş dünyası da, politika dünyası da “Survivor”den farklı değildi. Trump emlak geliştiricisi bir iş adamı olarak sıkı pazarlıklarda püf noktalarını dürtüsel olarak keşfetmeye eğimliydi. Trump’ın dürtüleriyle hareket ettiği hep söylenir.
Trump’ın ilk döneminde bir süre Ulusal Güvenlik Danışmanlığı yapan Robert O’Brien birkaç gün önce “Hindustan Times” gazetesine verdiği röportajda Trump hakkında anlaşılması gereken ilk şeyin emlak geliştiricisi bir iş adamı olduğuydu. O’Brien, Trump’ın bu yönünün ABD’deki dış politika dünyasında bile anlaşılmadığına ve yeterince takdir edilmediğine dikkat çekiyordu. Trump Başkan seçilmeden önce kamu görevinde bulunmamıştı, ancak 50 yılını sadece New York’ta değil, dünyanın dört bir yanında gayrimenkul geliştiricisi olarak geçirmişti. Çok seyahat etmişti, pek çok farklı ülkede anlaşmalar yapmıştı. Dolayısıyla anlaşmaların nasıl işlediğini ve dünya çapında ticaretin nasıl yürüdüğünü çok iyi biliyordu. O’Brien’a göre Trump, insanların ona atfettiğinden çok daha anlayışlı ve çok daha geniş bir dünya görüşüne sahipti. Trump’ın 2016’da Başkanlık koltuğuna oturduğunda politika danışmanları ona dış politika öğretmeleri gerektiğini düşünüyorlardı ya da uygulamak istedikleri bir politikaları vardı. Dış politika sınıfı (Blob) Trump’ın istediği politikaları uygulamak istemiyorlardı. Trump ilk başkanlık döneminde ABD medyasında profesyonel olarak nitelenen “Odadaki yetişkinler” ve yerleşik bürokrasi tarafından kısıtlanma girişimleriyle defalarca karşılaştı.
Robert O’Brien Trump’ın ikinci Başkanlık döneminde büyük ölçüde işleri kendi bildiği usüllerle ve kısıtlanmadan yürüteceğini belirtiyordu. O’Brien, Trump’ın seçmenlerine vaat ettiği gibi ABD’den dışarıya, bilhassa Çin’e kaçan imalat işlerini Amerika’ya geri getirmek suretiyle orta sınıf refahını geliştireceğini söylüyor. Trump’ın yapmak istediği bir diğer şey ise Çin’in devre dışı kalacağı yeni tedarikçiler bulmaktı. O’Brien Hindistan’ın ABD ile iyi bir anlaşma yapması ve yüksek gümrük tarifelerini aşağılara çekmeyi kabul etmesi halinde Amerikan işlerinin büyük bir kısmının Çin’den Hindistan’a kayacağından emin olduğunu söylüyordu. O’Brien’a göre gelecekteki 50 yıl boyunca Amerikan dış politikasını Çin’in yükselişi ve Çin Komünist Partisi’nin ABD ve müttefiklerine karşı oluşturduğu tehdid belirleyici olacaktır. Amerika, Hindistan, İngiltere, Batı Avrupa, Avustralya, Yeni Zelanda, Japonya ve Singapur ‘un “Çin Komünist Partisi”ne karşı bir araya gelmek zorunda kalacaklarını savunan Robert O’Brien ”Bence bu, önümüzdeki dönemde Trump için ABD dış politikasının en temel motive edici faktörü olacak” diyordu.
Robert O’Brien ABD, Hindistan, Avustralya ve Japonya arasındaki “Dörtlü Diyalog Anlaşması(QUAD)” henüz diplomatik bir grup olduğunu, ancak gelecekte çok önemli olacak bir ittifakın tohumlarını taşıdığını söylüyordu. O’Brien ABD için en önemli bölgenin “Hint-Pasifik” olduğunu vurguluyordu. Bu bölgedeki tehdit de “Çin”di. Dolayısıyla ABD için ilk coğrafi öncelik bu bölge olacaktır. Trump yönetiminin ikinci önceliğinin Ukrayna’daki durumun çözüme kavuşturulması olduğunu belirten O’Brien, “Çok fazla Ukraynalı ölüyor ve Ukraynalıların savaşı sürdürecek, kendilerini savunacak insanları tükeniyor. Dolayısıyla Ukrayna’ya barış getirmenin çok önemli olacağını düşünüyorum” diyordu. Trump’ın üçüncü önceliğininse Ortadoğu olduğuna dikkat çeken O’Brien şöyle diyordu:
“Ne zaman Orta Doğu’dan uzaklaşmaya çalışsanız, Orta Doğu ortaya çıkıyor ve dünyayı boynundan yakalayıp bizi geri çekiyor. Ve tabii ki Orta Doğu’da başlıca kötü aktör İran’dır ve İran bugün zayıflamış durumdadır. Zayıflamış olsalar da hala ABD ve İsrail’e yönelik faaliyetlerde bulunuyorlar. Bu nedenle Suudi Arabistan’ı ve diğer bazı Körfez ülkelerini bir araya getiren İbrahim Anlaşmaları’nın genişletilmesinin ve en azından bu ülkeler arasında barış sağlanmasının İran’la yüzleşirken çok önemli olacağını düşünüyorum. Bu nedenle İbrahim Anlaşmaları’nın genişletilmesinin Trump yönetiminin önemli bir önceliği olacağını düşünüyorum.”
“Hindustan Times”ın muhabiri ABD’nin Çin politikasının Hint-Pasifik’teki bazı başkentlerde bazı endişelere yol açtığını belirtiyordu. Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak Michael Waltz’u, Dış İşleri Bakanı olarak Marco Rubio’yu seçmesinin Çin konusunda güçlü bir duruş sergileyeceğini gösteriyordu, ancak bazı teknoloji endüstrisi liderlerinin varlığı, Wall Street’ten bazı kişilerin kabinede yer alması ve kendi anlaşma yapma becerileri, bazı insanları Çin ile büyük bir pazarlık ya da taktiksel bir sıfırlama olasılığı konusunda endişelendiriyordu. O’Brien bu konuda ne düşünüyordu?
O’Brien muhabirin bu sorusuna verdiği cevapta Waltz, BM Büyükelçisi Elise Stefanik, Dışişleri Bakanı Rubio ve CIA direktörü John Ratcliffe’in Çin konusunda çok şahin olduklarını teyit ederek, “Bu konuda uzun bir sicile sahipler ve onay oturumlarında da bu konudan bahsettiler” diyordu. O’Brien “anlaşma yapıcı” olarak Trump’ın güçlü bir pozisyondan anlaşmalar yapmak istediğini belirtiyordu. Trump Çin ile büyük anlaşma peşinde değildi ve Çin ile dünyanın bir tür paylaşımını istediğini zannetmiyordu. Yani Hint-Pasifik’teki ‘dostlar’ için endişe edilecek bir durum sözkonusu değildi. Trump, Çin ile adil bir ticaret ve gümrük anlaşması yapmak istiyordu. Trump’ın sıcak baktığı tek konu buydu. O’Brien, ABD Ticaret Temsiclisi Jamieson Greer’in de Çin şahini olduğunu ve Çin’in tüm pazarlık hilelerini bildiğini vurguluyordu. O’Brien’a göre Trump Çin’le ülkeleri böldüğü bir büyük anlaşma peşinde değildi ve bölgedeki ülkelerin bu anlaşmalara uymaları konusunda karışmayacaktır. (Hindistan Times muhabirinin aktardığı endişe gerçek bir endişe olabilir.)
O’Brien “Foreign Affairs” dergisinde yer alan bir yazısındaysa, gelecekteki Trump dış politikasının ana hatlarını “Güç yoluyla barışın Trumpvari bir restorasyonu” olarak yorumluyordu. O’Brien’a göre, Trump kendi içgüdülerine ve son on yılların küreselci ortodoksilerinden daha derinlere inen geleneksel Amerikan ilkelerine bağlıydı. Trump “Washington dış politika kuruluşu”nun (Blob) yararına bir “Trump Doktrini” ilân etmeyi asla amaçlamamıştı. Bu noktada illa birleştirici bir temadan söz etmek gerekecekse, Trump neoliberal enternasyonalizmin eksikliklerine bir tepki olarak görülmeliydi.
O’Brien, “Foreign Affairs” dergisinin Temmuz-Ağustos 2024 tarihli sayısında yayınlanan “Güçle Barışın Geri Dönüşü” başlıklı makalesinde Trump’ın ulusal güvenlik politikasının nasıl olması gerektiğini de ayrıntılı olarak anlatıyordu.
O’Brien yazısına şu sözlerle başlıyordu:
“Si vis pacem, para bellum, dördüncü yüzyılda ortaya çıkan ve ‘Barış istiyorsan, savaşa hazırlan’ anlamına gelen Latince bir deyimdir. Kavramın kökeni daha da eskiye, ikinci yüzyılda yaşamış Roma İmparatoru Hadrianus’a dayanır; Hadrianus’a atfedilen aksiyom şudur: Güç yoluyla barış ya da bu mümkün değilse tehdit yoluyla barış.”
O’Brien yazısında ABD’nin nükleer gücünün artırılmasını da savunuyordu. O’Brien, “Washington 1992’den bu yana ilk kez yeni nükleer silahları güvenilirlik ve güvenlik açısından gerçek dünyada test etmeli – sadece bilgisayar modellerini kullanarak değil” diyordu. Eğer Çin ve Rusya silah kontrolü görüşmelerine katılmayı reddetmeye devam ederlerse, ABD nükleer silahların temel bölünebilir izotopları olan uranyum-235 ve plütonyum-239 üretimine yeniden başlamalıydı.
“Amerikan Bilim Adamları Federasyonu”na göre, ABD’nin şu anda toplam 5,044 nükleer başlıklı füze envanteri var. Rusya’nın 5,580 ve Çin’in ise 500 savaş başlığı bulunuyor.. O’Brien, ABD’nin Çin ve Rusya’nın toplam nükleer stoklarına karşı teknik ve sayısal üstünlüğünü koruması gerektiğini savunarak nükleer cephaneliğinin genişletilmesini öneriyor. Biden Yönetimi’nin Çin ve Rusya’nın nükleer silahlanmasına zayıf tepki verdiğini savunan O’Brien’a göre yeni patlayıcı testleri Amerikan cephaneliğini güçlendirecek ve böylece ABD’nin düşmanlarını caydırmaya yardımcı olacaktır.
O’Brien Amerikan deniz piyadelerinin Hint-Pasifik’e konuşlandırılmasını, bir uçak gemisinin bu bölgedeye aktarılması dahil olmak üzere Çin’e karşı kaslı bir duruşu savunuyor. Zira Çin ABD için en öncelikli odak noktasıdır.
Trump’ın “Önce Amerika” doktrinine bağlılığıyla bilinen O’Brien’ın yeni yönetimde bir görevi bulunmuyor. O’Brien Washington merkezli butik stratejik danışmanlık hizmeti veren “American Global Strategies(AGS)” adlı bir firmanın başkanlığını yürütüyor. “AGS” yönetiminde Trump’ın CIA Direktörlüğüne aday gösterdiği John L. Ratcliffe, Savunma Bakan Yardımcılığına aday gösterdiği Elbridge A. Colby ile Trump’ın ilk Başkanlık döneminde ekonomi başdanışmanlığını yapmış olan Larry Kudlow da yer alıyor. Bu isimlerin ABD’deki en sert, en acilci Çin şahinleri olduğunu belirtmek gerekiyor.
‘AMERİKAN SEZAR’I MI OLACAK?
Trump’ın kilit atamalarında iki Sağ kuruluş önemli mevkiler elde etti. Bu kuruluşlardan birisi “Miras Vakfı (Heritage Foundation)”, diğeriyse “Önce Amerika Politika Enstitüsü(America First Policy Institute-AFPI)”.
Bu iki kuruluş Trump’ın “Amerikayı Yeniden Büyük Yap (MAGA)” hareketinin unsurları arasında yer alıyorlar. “Miras Vakfı” daha radikal, “AFPI” ise müesses nizama daha yakın ve daha reformcudur. Miras Vakfı oyunu açık oynarken, “AFPI” radikal bir görüntü vermekten kaçınmayı seçti.
“Miras Vakfı, İdari Devletin veya Federal Bürokrasinin yeniden yapılandırılması için hazırlanan 920 sayfalık “Project-2025” isimli çalışmanın da ana merkeziydi. “Project-2025” İkinci Trump dönemi için bir politika yol haritası olarak görülüyor. Amerikan medyasında yer alan bilgilere göre bu proje, Trump yönetimi ve federal bürokrasi için insan kaynağı da oluşturuyordu. “Muhafazâkâr Linkedin” ‘derin devlet’in kökünü kazımak ve federal çalışanları “MAGA” sadıklarıyla değiştirmek için bir personel makinesi olarak tasarlanmıştı. Keza Demokratlar’a göre “Project 2025” ABD’yi otokrasiye doğru yönlendirecek Hıristiyan milliyetçi bir plândır. “Otorite” ve “gücü” yoğunlaştırma, merkezileştirme ve hükümet mekanizması üzerinde başkanlık yetkisinin kapsamlı bir şekilde genişletmeyi amaçlıyordu. Hatta Project-2025’in yasal dayanağı üniter yürütme teorisinin maksimalist versiyonudur. Bu hukuki teori, hükümetin biribirini kontrol etmek ve dengelemek için örtüşen yetkilere sahip üç ayrı koldan oluştuğu fikrini de reddediyordu. Bu teorinin taraftarlarına göre Anayasa’nın 2. Maddesi Başkana yürütme organının tam kontrolünü veriyor. Dolayısıyla “Project 2025’”in Trump’ı “Sezar” ya da bir tür “Kral” yapacak bir program olarak nitelendiriliyordu. Sezarist bir siyasi lider, gücünü kişisel yetkinliğine ve karizmatik çekiciliğine dayandırarak, kitle nüfusunu mevcut bir elitin kurumlarını, geleneklerini ve gücünü zayıflatmak için kullancak ve kendisini izleyen kitlenin bir bölümünüyse yeni bir elit konumuna yükseltecektir.
Trump’ın ilk döneminde Beyaz Saray Başstratejisti olan Steve Bannon, Project-2025’de ifade edilen yeniden yapılandırmayı “idari devletin yapı sökümü” olarak etiketleyen bir isim. Kendisini “Lenin’in Sağ versiyonu” olarak gören Bannon federal bürokrasinin tepeden tırnağa değiştirilmesi gerektiğini savunuyor. Bannon, ‘Trump’a rağmen Trumpizm’in fikir babalarından biri olarak niteleniyor. Bannon’un “Savaş Odası” başlıklı podcast programına katılan “Miras Vakfı”nın başkanı Kevin Roberts “Project-2025’i anlatırken “Sol izin verirse kansız gerçekleşecek ikinci Amerikan Devrimi sürecindeyiz” demişti. Bu cümle Amerikan ana akım medyasında geniş yankı bularak tartışmalara yol açtı. Trump’ın “Project-2025” ile arasına mesafe koymasıysa bu yayından sonraydı.
Trump, Temmuz ayında” Truth Social”da paylaştığı gönderide “Bu projenin arkasında kimin olduğu hakkında hiçbir fikrim yok. Söyledikleri bazı şeylere katılmıyorum ve söyledikleri bazı şeyler kesinlikle saçma ve berbat. Ne yaparlarsa yapsınlar, onlara şans diliyorum ama onlarla hiçbir ilgim yok” demişti. Trump rakibi Kamala Harris ile yaptığı münazarada “Project-2025” ile ilgisinin olmadığını savunmuştu. Keza Trump Michigan’daki bir mitingde yaptığı konuşmada “Project-2025 ile ilişkilendirilmesinin kendisini aşırılık yanlısı olarak göstermeyi amaçladığını belirterek, “Proje 25’i ortaya attılar ve ben bile bilmiyorum, yani, bazılarının kim olduğunu biliyorum, ama onlar çok, çok muhafazakarlar, tıpkı sizin gibi – onlar radikal solun tam tersi, tamam mı? Radikal solunuz var, radikal sağınız var ve onlar da bu -ne olduğunu bilmiyorum- Project 25 ile ortaya çıkıyorlar” diyordu.
Yine Temmuz ayında, “Project 2025”de yer alan isimlerden Russ Vought’un kendilerini bağışçı Cumhuriyetçiler olarak gösteren gazetecilerle yaptığı bir konuşma medyada yer aldı. Bu konuşmasında “derin devlet”i ezen kişi olmak istediğini ve federal bürokrasilerde kontrolü ele geçirme planlarından söz ediyordu. Vought, Trump’ın kendisini Proje 2025’ten ayrı tutmasından endişe duymuyordu. Vought, Project-2025’in danışma kurulunda yer alan “Amerikayı Yenileme Merkezi’nin (Center for Renewing America) Başkanıydı. Vought, Trump’ın kuruluşunu çok desteklediğini söylüyordu. Ayrıca Vought, Cumhuriyetçi Parti’nin resmi platformunu hazırlayan komitede politika direktörü olarak görev yapmıştı. Dahası, Vought, Trump’ın ilk döneminde de Beyaz Saray’da “Bütçe ve Yönetim Ofisi”nin (OBM) direktörlüğünü yapmıştı.
Project-2025’in ortakları arasında “Demokrasileri Savunma Vakfı (FDD), “Claremont Enstitüsü”, “American Main Street Initiative” başta gelmek üzere 100’den fazla Sağ kuruluş yer alıyordu. “American Main Street Initiative”in başkanı Jeffrey H. Anderson “Claremont Enstitüsü” yayınlarından “Claremont Review Of Books” dergisinde “Project 2025 Yeniden Değerlendirildi: Sol’un nefret ettiği Anayasa’ya bir övgü” başlıklı yazısında eleştirilere cevap veriyordu.
Hemen hatırlatalım, “Wall Street” Amerikan finans sektörünün merkezini temsil ediyor, yani küreselcidir. “Main Street” ise küçük ve orta işletmelerinin tamamını ifade ediyor. Kendisini sıradan Amerikalılar için bir düşünce kuruluşu olarak niteleyen “American Main Sreet Initiative” Amerikan yönetimlerinin “Wall Street’” için daha fazla ayrıcalık tanıdığına dair sızlanmaların sesi olarak da öne çıkıyor. “Main Street Girişimi” Başkanı Jeffrey H. Anderson ‘ın Projecet 2025 savunmasına dönecek olur isek, projede yer alan öneriler büyük ölçüde sıradan Amerikalıların ve bizzat Trump’ın görüşlerini yansıtıyor ve Trump için çalışmış, ona sadık kalmış ve yine onun emrinde çalışabilecek pek çok kişi tarafından kaleme alınmıştı. Anderson, Project 2025’in idari devletin dizginlenmesi ve başkanın sadece yürütme yetkisini kullanması çağrısının ötesinde bir kaç yoldan anayasal formlarımıza geri dönülmesi çağrısında bulunduğunu savunuyordu. Buna göre Senato başkanlık atamalarını oylama konusundaki anayasal görevini, bu oylamaları aylarca ya da yıllarca ertelemeden yerine getirmeliydi. Kurucuların savaş yetkilerini akıllıca paylaştırdığı, en temsili ve müzakereci organ olan Kongre’nin savaşa girilip girilmeyeceğine karar vermesi gerekiyordu. En enerjik ve kararlı organ olan yürütmenin ise savaş başladıktan sonra bunun nasıl yürütüleceğine karar verdiği döneme geri dönülmeliydi.
Trump seçimi kazandıktan sonra “Project 2025”e katkı vermiş birçok ismi önemli görevlere getirdi. Eş başkanlıklarını Elon Musk ve Ramaswamy’nin yaptıkları “Hükümet Verimliliği Bakanlığı”nın kurulması da Project 2025 tarafından ana hatları çizilen daha küçük hükümet için muhafazakar vizyonun bir parçası olarak yorumlanıyor. Project-2025’in 40 ortak yazar ve editöründen 18’i ilk Trump yönetiminde de görev yaptı.
Trump “Proje 2025”in mimarlarından Russ Vought’u “Yönetim ve Bütçe Ofisi”nin direktörlüğüne aday gösterdi. Proje-2025’de imzası bulunan Brendar Carr “Federal İletişim Komisyonu”nun(FCC) Başkanlığına getirildi. Projenin katılımcılarından John Ratcliffe ise “CIA” direktörlüğüne aday gösterildi. Trump’ın Kanada Büyükelçisi olarak seçtiği Pete Hoekstra da “Proje 2025”e katkıda bulunanlar arasındaydı.
Project-2025 ile bağlantılı isimlerden, yıllarca “Fox News” kanalında siyasi yorumcu olarak öne çıkan Monica Crowley Dışişleri Bakanlığı Protokol Şefi olarak görevlendirildi; bu görev yabancı diplomasiyle ilgilenen ve rütbesi ABD büyükelçisine eşdeğer bir görev. Project-2025 yazarlarından Tom Homan ise Trump’ın yeni “Sınır Çarı” olacak. Homan, Trump’ın geniş kapsamlı sınır politikası önerilerinin ve kitlesel sınır dışı işlemlerinin uygulanmasında kilit rol oynayacak.
İşletme Profesörlerinden Peter Navarro ise Trump’ın ticaret ve üretimden sorumlu kıdemli danışmanı olacak. Çin karşıtı şahin görüşleriyle tanınan Navarro ABD’ye giren ithal ürünlere yüksek gümrük tarifelerinin ateşli bir taraftarı. Navarro’nun Trump’ın korumacı ticaret gündeminin hayata geçirilmesinde önemli bir rol oynaması bekleniyor. Navarro Trump’ın ilk döneminde de Beyaz Saray’da “Ulusal Ticaret Konseyi Başkanı” ve “Ticaret Başdanışmanı” olarak görev yapmıştı. Trump, Navarro’dan “Çin’e karşı sert adamım” diye söz etmişti. Bu dönemde Navarro ile Trump’ın Hazine Bakanı Steven Mnuchin ve Trump tarafından alaycı bir şekilde “Globalist Cohn” nitelenen “Ulusal Ekonomi Konseyi Direktörü” Gary Cohn arasında şiddetli ihtilaflar yaşanmıştı.
“Önce Amerika Politika Enstitüsü (AFPI)” ise “Heritage Vakfı”nın öncülük ettiği “Project-2025”in ortakları arasında yer almıyordu. AFPI daha dar odaklı çalışan bir kuruluş olduğu için hem tartışmalardan uzak durdu, hem dikkatleri kendisinden uzaklaştırdı. “Miras Vakfı” tartışmaların odağına yerleşirken da AFPI ise gemisini sessizce yüzdürüyordu.
“AFPI”, Trump’ın vergi indirimlerini kalıcı hale getirme ve federal işgücünü yeterince “MAGA” olmadığı düşünülen kamu hizmeti çalışanlarından arındırma planları dahil, Trump’ın iktidara dönüşü için ayrıntılı bir plâna sahip. AFPI ile bağlantılı birçok isim yeni Trump yönetiminde önemli görevlere getirildi. AFPI Yönetimi’nden Linda McMahon Trump’ın Eğitim Bakanı oluyordu. Trump’ın kampanyasının önde gelen bağışçılarından Mcmahon daha çok kamu eğitimini tasfiye etmek için özel destekli sözleşmeli okulların yaygın olarak kullanımını teşvik etmeye yönelik görüşleriyle tanınıyor.
“AFPI”de Dava Merkezi Başkanı ve Hukuk ve Adalet Merkezi Eş başkanı olarak görev yapan Florida eski Başsavcısı Pam Bondi ise “Adalet Bakanı (Başsavcı) olarak yer alacak. “AFPI Amerikan Güvenliği Merkezi”nin Eş Başkanı emekli general Keith Kellogg, Trump’ın Ukrayna Özel Temsilcisi olarak görev yapacak. “Amerikan Güvenliği Merkezi”nin diğer Eşbaşkanı John Ratcliffe ise Trump tarafından “Merkezi İstihbarat Kuruluşu”nun (CIA) direktörlüğüne aday gösterildi. AFPI’nın “Akademik Danışmanlar Kurulu” Başkanı Kevin Hasset ise Trump’ın Ulusal Ekonomi Konseyi Direktörü ve Başdanışmanı oldu. Hassett, Neoconlar’la ilişkilendirilen “Amerikan Girişim Enstitüsü”nde (AEI) mali politika uzmanı olarak da yer almıştı. AFPI Başkanı ve CEO’su Brooke Rollins Tarım Bakanı, Lee Zeldin “Çevre Koruma Ajansı Başkanı (EPA), Prof. Michael Faulkender Hazine Bakan Yardımcısı, Doug Collins ise Gazi İşleri Bakanı olarak yeni Trump yönetiminde yer alacaklar.
“İYİ, KÖTÜ VE ÇİRKİN”
Trump’ın ulusal güvenlik, savunma ve dış politika atamaları bir paket olarak değerlendirilir ise Sağ’ın neredeyse biribiriyle şu şekilde veya bu şekilde rekabet veya çelişen tüm kanatları bu paketin içinde yer alıyorlar. İsim ve eğilimlerine göre ayrıştırıldığında her kanadın ‘iyi adamları’ ve ‘kötü adamları’ var. Bu bakımdan nitelemelere, 1966’da gösterime giren, başrollerini Clint Eastwood, Lee Van Cleef ve Eli Wallach’ın paylaştıkları “İyi, Kötü ve Çirkin” filmindeki gibi bir manzara hakim. Nereden bakıldığına göre “İyi”,”Kötü” ve “Çirkin” karakterleri değişiyor. Nitelemeler hem Cumhuriyetçiler’in, hem de Demokratlar’ın tüm kanatları için farklılık gösteriyor.
Marco Rubio’nun Dışİşleri Bakanlığına, Mike Waltz’un ise Ulusal Güvenlik Danışmanlığına, Elise Stefanik’in ise BM Büyükelçiliğine getirilmeleri Cumhuriyetçi Parti’nin merkez Sağ kanadı, “Neocon’lar” ve “uluslararası müdahaleciler” için olumlu görevlendirmelerdir. Stefanik, Waltz ve Rubio – iki partili Washington D.C konsensüsünün en kötü uçlarıyla tamamen uyumlu savaş şahinleridir. Rubio ve Waltz ABD’nin rakiplerine karşı sürekli olarak askeri tırmanışı savundukları için “klasik muhafazar şahinler” olarak da niteleniyorlar. Stefanik ise daha önce Washington’daki sıkı İsrai yanlısı Neocon düşünce kuruluşlarından “Demokrasileri Koruma Vakfı”ndan (Foundation for Defense of Democracies) yetişmişti. Keza Mike Waltz, George W. Bush’un başkanlığı döneminde Neocon Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin ‘terörle mücadele danışmanı’ olarak çalışmıştı. Rubio ise İsrail yanlısı milyarder Sheldon Adelson ve diğer büyük Neocon bağışçılara yakınlığıyla bilinen bir isim. Rubio, Batı Şeria’daki yasadışı yerleşimleri desteklemiş ve ABD’nin nükleer programı nedeniyle İran ile savaşa girmesi gerekebileceğini de öne sürmüştü. Öte yandan Rubio,”Gazze Soykırımı” dahil olmak üzere İsrail’in her koşulda desteklenmesini savunan bir isim.
Marco Rubio’nun, Trump’ın popülist veya izolasyonalist tabanını rahatsız ettiği de biliniyor. Nitekim Rubio, Trump 2018’de Suriye’deki Amerikan askerlerini çektiğinde bir açıklama yapmış ve Trump’ın büyük bir hata yaptığını söylemişti. Rubio Ukrayna konusunda da Trump’la çelişen görüşlere sahipti. Yorumlara göre Rubio’nun daha müdahaleci ve küresel liderliği savunan yaklaşımı, Trump’ın sözde izolasyonist eğilimleriyle de çelişecektir. Keza birçok analiste göre bu atama, Cumhuriyetçi Parti içindeki ideolojik farklılıkları gün yüzüne çıkarabilir ve Trump’ın siyasetteki tabanını etkileyebilir. Ancak, bu aynı zamanda Trump’ın dış politikada daha geniş bir seçmen kitlesine hitap etme çabası olarak da görülebilir. Diğer yandan liberal şahinler Rubio’nun Dışişleri Bakanı olmasını olumlu karşılıyorlar. Liberal şahinler de müdahaleci dış politikayı ve ABD’nin küresel liderliğini sürdürmesi gerektiğini savunuyorlar. Trump’ın Rubio’yu Dışişleri Bakanı olarak seçmesi, dış politikada daha müdahaleci bir çizgi benimseme ve Cumhuriyetçi Parti’nin sağ kanadıyla daha uyumlu bir politika izleme anlamına gelebilir. Rubio’nun dış politika vizyonu, Trump’ın izolasyonist duruşundan farklı olsa da, iki figürün parti içindeki farklı kanatları dengeleme amacını taşıyan bir strateji bile olabilir. Trump, Rubio’yu bu göreve atayarak parti içindeki farklı dış politika anlayışları arasında bir denge kurmak istiyor olabilir.
Trump daha fazla harcama yapmamaları durumunda NATO ittifakı üyelerine “ne halleri varsa görsünler” kabilinden sözler sarfetmişti. Trump’ın ABD’yi NATO’dan bile çekilebileceğine dair cümleler sarfetmesi Avrupa’da endişeyle karşılanmıştı. ABD Kongresi ise NATO üyelerini yatıştırmak için 2019’da bir tasarıyı onaylamıştı. Marco Rubio’nun da desteklediği Tasarı, ABD’nin NATO’da çekilebilmesini Kongre’nin onayını zorunlu kılıyordu. Tasarı gelecekte Donald Trump dahil olmak üzere izolasyonist bir başkanın elini kolunu bağlamayı amaçlıyordu.
Ancak son zamanlarda Rubio’nun bazı görüşlerini Trump’ın görüşlerine yaklaştırmaya çalıştığı gözlerden kaçmıyordu. Rubio, Nisan 2024’te Kongre’den geçen Ukrayna’ya yardım paketine karşı oy kullanan 18 senatörden biriydi. “NBC News” kanalına yaptığı bir açıklamada Rubio, “Bence Ukraynalılar Rusya’ya karşı dik dururken inanılmaz derecede cesur ve güçlüydüler. Ancak günün sonunda, burada finanse ettiğimiz şey bir çıkmaz savaş ve bunun bir sonuca ulaştırılması gerekiyor” diyordu. Rubio, 15 Ocak 2025’de Dış İşleri Bakanlığı için Senato’da gerçekleştirilen onay oturumunda Trump’la çelişmediğini gösteren açıklamalar yapıyordu.
Trump’ın en sert eleştirmenlerinden şöhretli Neoconlar’dan John Bolton ile Marco Rubio’nun arası da her zaman iyi olmuştur. Trump ilk döneminde Bolton’ı Ulusal Güvenik Danışmanı yaptığında Senatör Rubio bir açıklama yaparak, “John Bolton’ı iyi tanıyorum ve Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak harika bir iş çıkaracak mükemmel bir seçim olduğuna inanıyorum” demişti. Şimdi de Bolton, Senatör Rubio’nun ve Ulusal Güvenlik Danışmanlığına getirilen Waltz için aynı hisleri taşıyor. Trump’ın Ulusal İstihbarat Direktörü olarak seçtiği Tulsi Gabbard’ı ise son derece güvenilmez addeden Bolton, Rubio ve Waltz’un Trump’a kesin itaat biçiminde itaatkar olmamalarını ve doğru tavsiyeler vermelerini umut ediyor.
8 Ocak 2025’teki yazısında Bolton, Trump’ın Rubio’nun liderliğine ve yönetimin dış politikasını başarılı şekilde uygulama becerisine ciddi zorluklar getirebilecek atamalar yaptığına dair endişelerini dile getiriyordu. Bolton Rubio’nun güçlü bir NATO savunucusu olduğunu, Trump’ın ise NATO’ya iyi duygular beslemediğini belirterek, “NATO Büyükelçisi Matt Whitaker doğrudan Trump’a mı yoksa Rubio’ya mı rapor verecek ve bunun etkisi ne olacak” diye soruyordu.
Bolton, Trump’ın özel temsilcilerinin baş diplomat olarak Dış İşleri Bakanının oynayacağı rolü zayıflatabileceği uyarısında bulunuyordu. Trump’ın dünürü Massad Boulos’u Arap ve Orta Doğu işlerinde kıdemli danışmanı, yakın bir dostu olan Steve Witkoff’u ise “Orta Doğu Özel Temsilcisi” yapması bu kabilden atamalardı. Oysa Henry Kissinger ve Jim Baker’dan bu yana bu görevler bizzat Dış İşleri Bakanına aitti. Yine Bolton’a göre Trump’ın Richard Grenell’i “Venezuella ve Kuzey Kore dahil” özel misyonlar için başkanlık elçisi, Mauricio Claver-Carone’u Dışişleri Bakanlığı’nın “Latin Amerika Özel Temsilcisi”, Keiht Kellogg’u ise “Ukrayna Özel Temsilcisi” olarak ataması da Rubio’nun işini zorlaştırabilirdi. Bu türden atamaların Ulusal Güvenlik Konseyi’nin kurumlar arası sürecini karmaşık hale getirebileceğine dikkat çeken Bolton, “Rubio muhtemelen ‘İlk kim?’ diye merak eden tek üst düzey Trump yetkilisi olmayacaktır. Daha fazlası da olabilir: Donald Trump henüz göreve başlamadı bile” diyordu. Diğer bir yandan Bolton, erken bir ticaret savaşının küresel bir ekonomik krize dönüşmesinden, Ukrayna’daki savaşın Kiev ve NATO için kötü olacak şekilde hızlı bir şekilde sona ermesinden endişe ediyordu. Bolton’a göre bu krizler çok erken gelecektir.
Bolton’ın yazılarında dile getirdiği bir diğer endişesiyse, Trump’ın Savunma Bakanlığına getirdiği Pete Hegseth ile lgiliydi. Bolton’a göre, Hegseth’in Trump’a sadakati abartması Pentagon’da kaos yaşanmasına yol açabilir. Keza Bolton, benzer bir durum derin devletin kalbi olarak kabul edilen istihbarat topluluğunda da önemli krizlere sebebiyet verebilir. Bolton, ABD’nin BM Büyükelçisi olarak görevlendirilen Elise Stefanik’ten ise umutluydu. Zira Stefanik BM’nin kusurlarının farkındaydı. Stefanik, Trump’ın ilk başkanlık döneminde İsrail aleyhindeki kararları sebebiyle ABD’yi “BM İnsan Hakları Konseyi”nden çektiğinde, Filistinliler için daimi mülteci kuruluşu olan “BM Yardım ve Çalışma Ajansı’nı(UNRWA)” feshettiğinde ya da Temsilciler Meclisi’ndeki Cumhuriyetçileri “Uluslararası Ceza Mahkemesi”ne(UCM) yaptırım uygulanması yönünde oy kullandıkları için alkışlamış ve övmüştü. Bolton ABD Başkanlarından George W. Bush’un “UCM”yi kuran anlaşmadan Amerika’nın imzasını çekme kararında kendisinin rol oynadığını, Bush’a İnsan Hakları Konseyi’nin kurulmasına karşı oy kullanmasını tavsiye ettiğini, BM’nin “Siyonizm ırkçılıktır” kararını yürürlükten kaldırma çabasına öncülük ettiğini de hatırlatıyordu. Bolton 2018’de, Trump’a İnsan Hakları Konseyi’nden çekilmesini ve UNRWA’yı feshetmesini de tavsiye etmişti. Yani Bolton Bush ve Trump yönetiminde oynadığı uğursuz rolünü şimdi Stefanik’ten bekliyor. Öte yandan Trump’ın Hint-Amerikalı Kash Patel’i FBI Direktörlüğü’ne aday göstermesini eleştiren Bolton, “Senato, Patel’i onaylarsa, tarih onları yargılacayacaktır” diyordu. O kadar ki Bolton, Patel’i eski Sovyetler Birliği’nin en korkulan gizli polis şeflerinden Lavrentiy Beria’ya bile benzetti. Yani Patel, “Trump’ın Lavrentiy Beria’sı” olmaya namzettir.
‘İYİLEŞMEKTE’ OLAN BİR NEOCON!
Trump’ın Savunma Bakanlığına aday gösterdiği Pete Hegseth çok !daha “değişik” bir figür. Amerikan ordusundan Binbaşı rütbesiyle emekli olan Hegseth katıksız bir Trumpçı olarak biliniyor. En görünen özelliğiyse kendisini 11. Yüzyıldaki Haçlı şövalyeleriyle özdeşleştirmesi. O kadar ki Hegseth bütün vücudunu Haçlı seferlerinin sembollerini çağrıştıran dövmelerle kapladı. Hegseth, İslam’a olan nefretini 2020’de yayınlanan “Amerikan Haçlı Seferi(American Crusade)” başlıklı kitabında sergilemişti. Hegseth kitabında, “İçinde bulunduğumuz an 11. Yüzyıla çok benziyor. Savaşmak istemiyoruz ama bin yıl önceki Hıristiyan dostlarımız gibi savaşmak zorundayız. Kendinizi silahlandırın – mecazi olarak, entelektüel olarak, fiziksel olarak. Bizim savaşımız silahlarla değil. Henüz!” diyordu. Amerikan ana akım medyada yer alan yorumlara göre Hegseth Trump’ın aradığı türden bir savunma bakanıydı, az deneyim, tam bir sadakat ve dar bir Sağcı toplum vizyonu dışındaki her şeye karşı derin bir kişisel kin. Keza 1 Aralık 2024’te “New Yorker” dergisinde yer alan bir makaleye göre, 2015 yılında Ohio’da bir barda sarhoş olan Hegseth “Tüm Müslümanları öldürün!” diye bağırmıştı.
6 Aralık 2024’te “Politico” dergisinde yer alan bir başlık ise “Pete Hegseth’in Orduyu Hristiyan Silahı Haline Getirmeye Yönelik Haçlı Seferi” şeklindeydi. Jasper Craven imzalı yazıda İslam, Hıristiyan ve Yahudi Araştırmaları Enstitüsü’nde kıdemli bir akademisyen olan Matthew Taylor’ın görüşlerine de yer veriliyordu. Hegseth’in Hıristiyan egemenliğine dair çok ürkütücü, uğursuz ve karanlık bir vizyon çizdiğini belirten Taylor, “İhtiyacımız olan son şey bir Hıristiyan IŞİD’i” diyordu.
Amerikan medyasında yer alan bilgilere göre Hegseth, “Doug Wilson adlı şöhretli bir vaiz tarafından kurulan“Reformcu Evanjelistler Cemaati’nin(CREC)”klise ve okullarıyla da bağlantılıydı. CREC takipçilerine göre Amerika eski İncil hukuku üzerine inşa edilmiş bir Hristiyan ulusu olarak yeniden yapılandırılmalıdır. Doug Wilson, Yahudilerin de katliamlara uğratıldığı Haçlı Seferleri’ni olumlu bir şekilde yeniden çerçevelendiren Hıristiyan liderler arasında yer alıyor.
Öte yandan Hegseth, ABD’nin Birleşmiş Milletler’e fon sağlamasını eleştirerek Birleşmiş Milletler’i “Amerikan karşıtı, İsrail karşıtı ve özgürlük karşıtı bir gündemi agresif bir şekilde ilerleten tamamen küreselci bir örgüt” olarak nitelemişti. İsrail’e verdiği desteği Haçlı Seferleri’ne benzeten Hegseth” İsrail devletini sevmeyi öğrenin” diyordu.
Hegseth 2018 yılında Kudüs’teki King David Oteli’nde gerçekleştilen etkinlikte yaptığı bir konuşmada Üçüncü Tapınağın yeniden inşa edileceğine yürekten inandığını söylüyor, İsrail’in Batı Şeria’yı ilhak etmesi çağrısında bulunuyordu. Hegseth iki devletli çözüm içinse “Bugün bu topraklarda yürüyorsanız, iki devletli çözüm diye bir şeyin olmadığını anlarsınız. Tek bir devlet vardır” diyordu.
Hegseth ABD’nin Neoconlar’ın ittirmesiyle Irak’ı işgalinin de ateşli bir savunucusuydu. Trump’ın şiddetle eleştirdiği savaşlar. Bu sebeple olsa gerek, Hegseth Neocon tutumunu değiştirdiğine dair bir imaj veriyordu. Katıldığı bir programda sunucunun “Irak’ta olmalı mıydık”sorusuna, “O zamanlar bunun büyük bir savunucusuydum, geriye dönüp baktığımda kesinlikle hayır” diye cevap veriyordu. Hegseth, “Altı yıldır iyileşmekte olan bir Neocon’um” diyerek devam ediyordu.
Donald Trump’ın görev verdiği isimlerden oluşan kalabalığın biribirine zıt eğilimlere sahip olduğunu belirtmiştik. Trump’ın yeni İsrail Büyükelçisi Mike Huckabee gibi “Hıristiyan Siyonistler” dahil olmak üzere bu kalabalık arasında yok, yok. Trump’ın bu çok sesli korodan nasıl bir tek ses çıkaracağı konusundaysa farklı yorumlar yapılıyor. Kimine göre bu koalisyon bir süre sonra çatlayacak, kimine göreyse Trump ne istediğini zaten bilen kişilere görev verdiği için, Trump hangi müziği çalarsa kalabalık da bu müziğe göre dans edecektir.