Eski Mossad Şefi Danny Yatom: Netanyahu Gitmeli

İsrail istihbaratı üzerine çalışmalarıyla bilinen Eldad Ben Aharon’un “Intelligence and National Security” dergisinde yayımlanan İsrail istihbaratına yön verenlerle yaptığı mülakatlar serisinde, daha önce yayımladığımız Moshe Ya’alon mülakatından sonra MOSSAD’ın sekizinci başkanı Danny Yatom da bulunuyor. Yatom bugün aktif bir Netenyahu muhalifi ve acilen istifa etmesi gerektiğini sokaklar dahil her ortamda belirtiyor: elbette en temel sebebi de 7 Ekim’de 230’dan fazla soydaşının esir alınması.
Aralık 9, 2024
image_print

Mossad Şefi Danny Yatom İle Röportaj

ÇEVİRİ ve TAKDİM: Cengiz Sözübek

İsrail istihbaratı üzerine çalışmalarıyla bilinen Eldad Ben Aharon’un “Intelligence and National Security” dergisinde yayımlanan İsrail istihbaratına yön verenlerle yaptığı mülakatlar serisinde, daha önce yayımladığımız Moshe Ya’alon mülakatından sonra MOSSAD’ın sekizinci başkanı Danny Yatom da bulunuyor.

Yatom bugün aktif bir Netenyahu muhalifi ve acilen istifa etmesi gerektiğini sokaklar dahil her ortamda belirtiyor: elbette en temel sebebi de 7 Ekim’de 230’dan fazla soydaşının esir alınması.

Danny Yatom, MOSSAD tarihinde atandıktan sonra kimliği ifşa edilen ilk MOSSAD başkanı. Aktif görevdeyken medyada ismi sadece bu şekilde değil, daha popüler bir şekilde de geçmişti: 1997 yılında Halid Meşal’i Ürdün’de zehirleyen MOSSAD ajanları yakalanınca, Ürdün’e panzehiri götürerek Meşal’i tedavi ettiren isim de kendisi olmuştu.

  1. MOSSAD Başkanı’nın Eldad Ben Aharon’la yaptığı mülakat Aksa Tufanı’nın arifesinde, Temmuz’2023’ye gerçekleşiyor. Yatom’un mülakata çocukluk yıllarını anlatarak başlamasıyla, İsrail’in kuruluşundaki ortalama bir Yahudi çocuğunun psikolojisini de okuyabiliyoruz. Adeta MOSSAD’da çalıştığı yılların motivasyonunu o yıllarda kazanıyor; “Ama Ben-Gurion dedi ki..” cümlesi belki de hayatının felsefesi oluyor. Psikoloji, antropoloji ve sosyoloji bilgisinin yeterince iyi olduğu kesin olan Yatom’un, bugün çadırlarda yaşayan yetim çocukların “Ama Haniye dedi ki…Ama Sinvar demişti ki..” diyerek büyüdüklerini bildiği de neredeyse kesindir. Babalarının “Seneye Kudüs’te” sloganının da artık Gazze’nin duvarlarından ABD üniversitelerinin kürsülerine taşacağını da görüyordur.

Mülakatta Mavi Marmara’dan Çin’e kadar geniş bir yelpazede ufuk turu yapılıyor; 90’larda Türkiye’ye sattığı tankın kullanımını şarta bağlayan Helmut Kohl Almanya’sından bir gecede nasıl savunma harcamalarında kullanmak üzere 880 milyon Alman markı alındığını ve aynı gece iki denizaltının İsrail’e doğru yola çıktığını okuyoruz. Moshe Ya’alon gibi Yatom da Almanya’nın “sadakati”ni sadece “mahcubiyet”le örtüyor. Bir başka Avrupa merkez ülkesi Fransa için ise 1960’larda “rotadan çıktığı”na ve yerine ABD’nin geçtiğine vurgu yapıyor.

Aharon’un “akademik” kariyeri İsrail istihbaratı üzerine olsa da, özel uzmanlık alanı da Dağlık Karabağ savaşı ve İsrail’in Kafkasya-İran hattıyla ilişkileri üzerine. Elbette mülakatta bu konuyu da gündeme getiriyor. 90’larda ABD’nin Türkiye’ye karşı kullandığı silahlardan “Ermeni soykırımı” konusunda İsrail’in bir “kurtarıcı” olarak yansıtılmasının İsrail’deki arka planını mülakatın ilgili bölümünde net okuyoruz:

“İsrail’in ilgisi daha ziyade Azerbaycan ve İran arasındaki ilişkilerden kaynaklanmaktadır ve İsrail’in bir taraf seçmesinin ana nedeni de budur.

Tahran’a 100 km uzaklıkta, 20 milyon Azerinin yaşadığı ve İran ile çok gergin ilişkileri olan bir dostu oldu.

İran ve İsrail arasında bir savaş çıkarsa, Azerbaycan bizim için önemli bir lojistik destek olacaktır.”

Yatom’un anlattıklarından diğer öne çıkan başlıklar ise şöyle:

  • İsrail, Uzak Doğu’da Çin ve ABD arasındaki mücadelede hâlâ bir taraf seçmedi
  • İstihbarat ise sadece Başbakan’a hesap vermekle yükümlüdür, halka değil.
  • Mossad size sürekli olarak alışılmadık olanı, standart olmayanı aramayı öğretir.
  • 1979’da Mısır ile yapılan barış anlaşması İran ve Türkiye’nin yer değiştirmesinin önemli bileşenlerinden biriydi. Barış anlaşması neredeyse aynı zamanda yürürlüğe girdi. Barış, İran faktörünün ortadan kalktığı ve Türkiye ile ilişkilerin değişken olduğu gerçeğini bir dereceye kadar dengeledi.
  • (Mavi Marmara) Bu olay çok farklı bir şekilde sonuçlanmalıydı. Ancak bu bizim kötü davranışımızdı ve bu nedenle de yüzümüzde patlayan bir balon oldu.
  • Yıllar boyunca bazı kurumlar arasında sadece gerilim değil, gerçek bir düşmanlık da vardı. MOSSAD başkanının AMAN başkanıyla konuşmadığı dönemler oldu. 

ÖZET

Bu makale Temmuz 2023’te Mossad’ın sekizinci başkanı Danny Yatom ile yapılan bir röportaja dayanmaktadır. İsrail Savunma Kuvvetleri’nde seçkin bir kariyere sahip olan Yatom, askerlik görevinin ardından 1996 yılında Mossad’a katılmıştır. Yatom’un katkıları 1980’ler ve 1990’larda, özellikle de İsrail ve Ürdün arasındaki diplomatik temaslarda ve barış görüşmelerinde çok önemliydi. Seçkin askeri birimleri, istihbarat teşkilatlarını, Başbakanlık ofislerini ve İsrail Parlamentosu’nu kapsayan deneyimiyle, görüşleri karmaşık konulara ilişkin kapsamlı bir anlayış sunuyor ve bu da Yatom ile röportaj yapmaya karar vermemin başlıca nedeni. Diğer konuların yanı sıra Yatom, İsrail’in Dağlık Karabağ çatışmasına katılımı, Azerbaycan ile ilişkileri, İsrail ile Almanya arasındaki özel bağlar ve 1979 İslam devrimi hakkında incelikli bakış açıları sundu. Ayrıca duyguların ulusal güvenlikte karar verme üzerindeki etkisini, Mossad’ın tarihsel yörüngesini ve İsrail’in Resmi Kamu İstihbarat İfşasına yaklaşımını sorguladım.

Giriş

Danny Yatom 15 Mart 1945 tarihinde doğdu. 1996-1998 yılları arasında sekizinci Mossad şefi olarak görev yapmıştır. Yatom, 1996 yılında Mossad’a katılmadan önce İsrail Savunma Kuvvetleri’nde (IDF) Tümgeneral (E) olarak seçkin bir kariyer yapmış, özel kuvvetler alanında uzmanlaşmış ve hizmeti sırasında Cesaret Madalyası kazanmıştır. IDF’deki 30 yıllık kariyeri boyunca Yatom, İsrail güvenlik güçleri ve istihbarat camiasında çeşitli önemli görevlerde bulundu. Ayrıca IDF’nin Planlama Müdürlüğü’nün başkanlığını ve Savunma Bakanları Moshe Arens ile Başbakanlar Yitzhak Rabin ve Shimon Peres’in askeri sekreterliğini yaptı. 1980’ler ve 1990’lar boyunca Yatom, İsrail ordusu ve istihbarat camiasında önemli bir rol oynadı. Ayrıca, İsrail ve Filistinliler arasındaki diplomatik girişimlerde ve barış görüşmelerinde ve 1994 yılında Ürdün ile barış anlaşmasının imzalanmasında önemli bir rol oynadı.

Yatom hem İbranice hem de İngilizce olarak kapsamlı bir otobiyografi yayımlamıştır. Otobiyografisi, barış görüşmeleri ve Hamas saldırılarının ilk dalgaları da dahil olmak üzere 1990’ların önemli anlarına özellikle odaklanarak kapsamlı askeri ve istihbarat kariyerini incelemektedir. Yatom’un otobiyografisi önemli dönüm noktalarının yanı sıra başarısızlık anlarını da vurgulamaktadır. İsrail’in istihbarat ve ulusal güvenlik alanlarına ilişkin derin anlayışı Yatom’un geniş ve çeşitli geçmişinden kaynaklanmaktadır. Kendisi askeri birliklerde, istihbarat kurumlarında, başbakanlık ofislerinde ve İsrail Parlamentosu’nda görev yapmış İsrailli seçkinlerden oluşan saygın bir grubun parçasıdır. Bu bakış açısı, bu karmaşık meseleleri daha iyi kavramamızı sağlayan kapsamlı bir anlayış sunmakta ve Yatom ile mülakat yapmaya karar vermemin başlıca nedeni olmaktadır.

Mülakat Bağlamı

Bu söyleşi 2023 yılının kavurucu yazında İsrail’ in Herzliya Pitu’ah kentinde gerçekleştirilmiştir. Ocak 2023’ten bu yana, Başbakan Benjamin Netanyahu ve Adalet Bakanı Yariv Levin’in yargı sistemini yeniden şekillendirmeyi amaçlayan tartışmalı bir yasa paketi sunmasının ardından İsrail toplumu ve siyasi ortamı önemli ölçüde kutuplaştı. Gerginlik devam ederken, 7 Ekim 2023’te Hamas’ın sürpriz saldırısının ardından İsrail’in çok daha ciddi bir krizle karşı karşıya kalacağını çok az kişi tahmin ediyordu.

Bu saldırı büyük kayıplara yol açtı: 1.400’den fazla İsrailli öldü, binlercesi yaralandı, 230’dan fazla İsrailli erkek, kadın ve çocuk rehin alındı. Bu satırların yazıldığı tarih itibariyle (Şubat 2024), İsrail’in Gazze’deki ‘Demirden Kılıçlar’ operasyonu devam etmekte ve görünürde bir ateşkes belirtisi bulunmamaktadır. Çatışmalar devam ederken, İsrail’in Gazze savaşındaki eylemleri uluslararası alanda geniş çaplı kınamalara yol açtı. Sivil ölümleri ve İsrail’in Filistinlilere karşı soykırım ve savaş suçu işlediği iddiaları yaygın bir şekilde gündeme getirilmiştir. 29 Aralık 2023’te Güney Afrika, İsrail’in Gazze’de Filistinlilere karşı soykırım yapıp yapmadığının araştırılması için Uluslararası Adalet Divanı’na (UAD) başvurdu. 16 Şubat 2023 tarihinde UAD, soykırım iddialarını kısmen reddetmiş ve geçici tedbir kararı almıştır. Bununla birlikte, Gazze Savaşı’nda soykırım ve kitlesel şiddet meselesine ilişkin kamuoyunda ve akademik çevrelerde yoğun tartışmalar devam etmektedir.

Yom Kippur Savaşı’ndaki başarısızlıktan 50 yıl sonra 7 Ekim 2023’te meydana gelen istihbarat fiyaskosu, İsrail’in 1948’deki kuruluşundan bu yana yaşadığı en ağır fiyasko gibi görünmektedir. 1973’teki Yom Kippur Savaşı’nda İsrail istihbaratının başarısızlığı hakkında, bir kısmı yakın zamanda Intelligence and National Security ‘de (INS) olmak üzere kapsamlı araştırmalar yayımlanmıştır. Ekim 2023’teki başarısızlığın gelecekteki araştırmalarda çok daha fazla dikkat çekeceği kesindir. Ayrıca Yatom ve diğerleri gibi kişilerle sadece istihbarat ve askeri başarısızlığı analiz etmeye odaklanan bir dizi röportaj yapılmasını da gerektiriyor.

Yatom ile yapılan mülakatı iki temel sınırlama etkilemiştir. Açıkçası, 7 Ekim’deki istihbarat başarısızlığını o dönemde tartışmak mümkün değildi çünkü Yatom ile yapılan görüşme üç ay önce gerçekleşmişti. Ayrıca, görüşme bir saatle sınırlı olduğu için, otobiyografisinde ayrıntılı olarak incelenebilecek veya araştırma projelerimle doğrudan ilgili olmayan konuları sorarak Yatom’la değerli zamanımı boşa harcamak istemedim.

Bu söyleşi öncelikle İsrail’in dış politikası, istihbarat tarihi ve ulusal güvenliği konularına odaklandı. Bu konular, İsrail’in Dağlık Karabağ (DK) çatışmasındaki rolü, İsrail’in Azerbaycan’la ilişkileri, İsrail ile Almanya arasındaki özel bağlar ve 1979 İslam devrimi gibi yakın zamanda üstlendiğim birkaç araştırma projesiyle iç içe geçmiş durumda. Yatom’a yöneltilen ek sorular, istihbarat ve ulusal güvenlik alanlarındaki güncel önemli tartışmaları irdeledi. Bu konulardan biri ulusal güvenlik ve demokrasinin kesiştiği noktayı irdeliyordu. Örneğin, Yatom’un atandıktan sonra kimliği açıklanan ilk Mossad şefi olarak benzersiz konumu, bu özelliğin rolünü nasıl etkilediğini anlama konusunda ilgi uyandırdı. Ayrıca, Yatom’un İsrail’in genellikle ‘ifşa ikilemi’ olarak adlandırılan Resmi Kamu İstihbarat İfşası (OPID) stratejisine ilişkin görüşlerini araştırdım. İsrail güvenlik kurumları ve diplomatik aygıtlar arasında etki ve karar alma konusundaki rekabetle ilgili ilk elden deneyimlerini sordum. Ayrıca Yatom, Mossad’ın tarihini tartışmanın yanı sıra ulusal güvenlik ve istihbarat alanında karar almada duyguların rolü hakkındaki görüşlerini paylaştı.

 

Eldad Ben-Aharon (EBA):

Daha önce sayısız kez yanıtlamış olabileceğiniz bir soru ama bana devlet güvenliği ve istihbarat alanında kariyer yapmaya karar vermenize neyin neden olduğunu anlatabilir misiniz? Bunun sizin mesleğiniz olduğuna nasıl karar verdiniz?

Danny Yatom (DY):

1945 yılında, İsrail Devleti kurulmadan önce (1948) doğdum. Evdeki atmosfer bugünkünden çok farklıydı. O dönemde yaşamayanlar bunun ne anlama geldiğini gerçekten anlayamazlar. Arkadaşlık, dostluk ve birbirimizi düşünmek gibi bir atmosfer vardı. Çok basit bir hayat yaşıyorduk ama İsrail Devleti’nin gelişimine, başarısına ve güvenliğine katkıda bulunmamız gerektiğini biliyorduk. Shelah ve Gadna gibi sınıflar aracılığıyla güvenlikle ilgili her türlü şeye maruz kaldık. İlk yıllarda ülke küçüktü, [1967 öncesi] sınırlar içindeydi ve sayısız güvenlik olayı vardı. Güvenlik her zaman manşetlerde ve gündemin en üst sıralarında yer alıyordu. Bu nedenle küçük yaşlardan itibaren paraşütçüler için gönüllü olacağım benim için kesinlikle açıktı. Sayeret Matkal‘ın varlığından haberimiz yoktu. (SM). Bu birim sadece kulaktan kulağa yayılan bir söylentiydi. Gerçekten de öyle. Bu birlik moshav ve kibbutz üyelerinden oluşuyordu ve ben öyle biri değildim; Netanyalı bir şehir çocuğuydum. Paraşütçüler tarafından gerçekleştirilen misillemeler hayal gücümü ateşledi. Bir savaş birliğine, tercihen paraşütçü birliğine yazılacağım çok açıktı. Atmosfer böyle olduğu için, sadece benim değil, kuşağımın pek çok üyesinin de aynı şeyi hissetmesi, aynı şeyi sezmesi şaşırtıcı değil. Sonuç olarak, herhangi bir strateji oluşturmadan ve sadece SM’ye gittiğim için – orada yaptığımız şeyler, tanıştığım insanlar ve bu kadar genç yaşta bir komutansanız, hiçbir ayrıntıya girmeden düşman hatlarının ötesinde görevlerle görevlendirilmeniz – tüm bunlar olgunluğumu muazzam bir şekilde artırdı. Bu da kariyerimin yönünün bu olacağına, bunun düşünmeye devam etmek istediğim bir şey olduğuna karar vermemi sağladı. Ve her yıl, daimi orduda ‘sadece bir yıl daha’ için imza attım. Bundan daha fazla değil, böylece her zaman ayrılma ve sivil hayata girme seçeneğim olacaktı. Yetiştirilme tarzım ve etrafımdaki atmosfer terazinin kefelerini eğdi. Evde bana her zaman ‘Ama Ben-Gurion dedi ki…‘ dendiğini hatırlıyorum, bu yüzden itaat etmek zorundaydın. Bu aynı zamanda kardeşlerimin ve benim İsrail’de yaşamamızın ve hepimizin kariyerimizi güvenlik alanında çalışarak geçirmemizin ana nedenidir. Ancak bu bir sonraki nesle aktarılmadı. Ve ben hiç kimseyi ikna etmeye çalışmadım. Herkes kendi yolunu seçer.

EBA:

Mossad’a komuta etmiş biri olarak örgütün tarihini özetleyebilir misiniz?

DY:

Bakın, bence hem birkaç cümleyle özetlemek hem de ayrıntılara girmek çok zor. Askeri sekreter olarak görev yaptığım dönemden beri Mossad’a aşinaydım. Bir askeri sekreterin işlevi Mossad şefi ile Başbakan arasındaki bağlantıyı sağlamaktır. Ben 1983 yılında dönemin Savunma Bakanı Moshe Arens’in askeri sekreteri olarak atandım. Mossad’ı ilk kez o zaman tanıdım ve bu ‘tanışma’ dönemi iki yıldan fazla sürdü. İkinci kez Merkez Komutanlığı görevim sona erdiğinde Yitzhak Rabin benden tekrar askeri sekreter olmamı istedi. Mossad’ı bu şekilde tanıdım. Ancak Mossad’ın başına geçtikten ve Mossad’ın bir parçası olduktan ve organizasyona gerçek anlamda dahil olduktan sonra ne kadarına aşina olmadığımı ve ne kadarını henüz bilmediğimi fark ettim. Sorunuza geri dönecek olursak: Mossad çok yönlü bir örgüttür, çok çeşitli yetenekleri vardır ve olaylara kutunun dışından bakma zekasına sahiptir. Mossad size sürekli olarak alışılmadık olanı, standart olmayanı aramayı öğretir. Oradaki insanlar harika. Cesaretleri ve resmin bütününü görebilme yeteneklerinin yanı sıra ısrarcılıkları, tek fikirlilikleri ve her gün göstermeleri gereken cesaretleri olağanüstüdür. Sonuç olarak Mossad, kuruluşundan bu yana, aksiliklere rağmen İsrail halkının ve devletinin insan manzarasında nadir bulunan bir mücevher olmuştur, çünkü her zaman aksilikler olacaktır. İnsan sermayesi bu örgütün temel niteliğidir.

EBA:

İsminin gizliliği kaldırılan ve medyaya açıklanan ilk Mossad şefiydiniz, böylece Mossad’ın gizemi bir ölçüde ortadan kalkmış oldu. Bu konuda ne hissettiniz?

DY:

Bakın, dönemin Başbakanı Yitzhak Rabin başka seçeneği olmadığını fark etti çünkü Yüksek Mahkeme, Shin Bet ve Mossad şeflerinin kimliklerinin açıklanmaması yönündeki tutumunun aksine karar verecekti. O zamana kadarki teamül, güvenlik kurumlarında görev alan liderlerin kimliklerinin ancak görev süreleri sona erdiğinde kamuoyuna açıklanmasıydı. Tüm sürece, Yüksek Mahkeme’nin baskısını uzak tutma çabasına tanık oldum. Sonunda, dönemin Başsavcısı Michael Ben-Yair (1993-1997) Rabin’e geldi ve ona ‘Bakın Sayın Başbakan, savaşı kaybedeceğiz. Argümanlarımız tükendi‘ dedi.

Rabin bunu kabul etmeye karar verdi. Bu, kimliğimi duyurmak için gazetelerden biriyle temasa geçmek anlamına geliyordu. Mossad şefi olarak görev yaptığım dönemde, kimliğimin kamuoyu tarafından biliniyor olmasının beni çok rahatsız ettiğini söylemeliyim, özellikle de yurtdışında faaliyet gösterirken. Yurtdışındaki faaliyetleri her denetlediğimde kostüm giymek zorunda kalırdım. Kimsenin beni teşhis edemeyeceğinden emin olmalıydım. Ama bakın, demokrasi bu. Mossad şefi olmadan önce bile kimliğim biliniyordu. Kamuoyunda tanınıyordum; çok yoğun barış süreci boyunca Rabin’in askeri sekreteriydim. Yani, her halükarda, İsrail’de pek de anonim bir figür değildim.

EBA:

Ulusal güvenlik ve demokrasi konusuna girmişken, sizin düşünce tarzınıza ve deneyimlerinize göre, bir Parlamento Üyesi (Milletvekili) ulusal güvenlik kararlarını etkileyebilir mi? Milletvekili olarak görev yaptığınız dönemde, özellikle ulusal güvenlikle ilgili konularda, parlamentonun felç olduğu hissini ne ölçüde yaşadınız? Yani İsrail Parlamentosu’nun (Knesset) hükümeti ve güvenlik kurumunu denetleme işlevini yerine getiremediği hissine kapıldınız mı?

DY:

Knesset zayıf bir organ ve neredeyse hiçbir etkisi yok. Sanki hükümete bağlıymış gibi, çünkü hükümeti Knesset seçiyor. Knesset’teki çoğunluk aynı zamanda hükümetteki çoğunluktur, böylece ikisi tek bir varlıktır. İsrail’in parlamenter demokrasisinde üç erk arasında bir denge olması gerekiyor: yürütme erkini yargısal denetime tabi tutan yargı erki ve Knesset, çünkü yasama erkinin hükümeti gerçek anlamda denetleyecek bağımsız bir kapasitesi yok. Örneğin, şu anda ulusal güvenlik bakanı Itamar Ben-Gvir’in idari gözaltıları kontrol etmek istediği bir durum var. Ben-Gvir bunu İsrail Arap toplumundaki suçlarla ilgili olarak idari gözaltılar yapabileceği şeklinde sunuyor. Ancak bu tamamen keyfi bir hal alabileceği için kaygan bir zeminde ilerliyor ve yarın hoşuna gitmeyen herkesin idari gözetim altında tutulmasına karar verebilir. Ve bu durumda, güvenlik konularında hükümeti denetlemekle yükümlü olan Knesset’in ne düşündüğü kesinlikle fark etmez. Ayrıca şu anda, yargıdaki karışıklığın kötü bir şey olduğunu anlayan ancak gelecekteki işlerinden endişe ettikleri için ağızlarını açmaya cesaret edemeyen koalisyon milletvekillerinin olduğuna da inanıyorum. Oturan hükümete karşı çıkmak istemiyorlar çünkü gelecekte rahat bir pozisyon elde etmeleri mümkün değil. Ayrıca Knesset hiçbir şeye karşı bir denge unsuru olarak işlev göremez. Knesset’teki siyasi kültür ve düşünceler hiç bir şekilde genele hitap etmiyordu: belirli bir parti, birey ya da grubun iyiliği için vardır. Herkesin iyiliği için değil, sadece belirli kesimlerin iyiliği için. Knesset’in işlevi yasaları geçirmek ve hükümetin çalışmalarını eleştirmektir. Mevzuat söz konusu olduğunda, iyi bir yasa olsa bile – hükümet istemiyorsa, geçmez.

EBA:

İsrail ile nükleer bir İran arasındaki düşmanlığı çevreleyen pek çok akademik, politik ve kamusal tartışma var. Bu düşmanlık aynı zamanda İran’ın bakış açısından İsrail’i ve Siyonist kimliğini yok etmenin gerekli olduğunu, Yahudiliğe ve temsil ettiği her şeye karşı bir nefreti yansıttığını açıkça ortaya koyuyor. Biraz 1970’lere ve İsrail’in Şah yönetimindeki İran ile hâlâ nispeten iyi ilişkilere sahip olduğu döneme geri dönebilir misiniz? Soğuk Savaş’ın biçimlendirici bir anı olarak, İsrail’in güvenlik kurumları Şah’ın kötüleşmesini, düşüşünü ve 1979’da İran’da gerçekleşen devrimi nasıl deneyimledi?

DY:

O zamanlar İsrail ve İran arasındaki ilişkilere dahil değildim ya da bu ilişkilerle bağlantım yoktu. Elbette 1979 devriminden önce İsrail’in İran’daki son büyükelçisi olan Uri Lubrani’nin ve Humeyni yönetimi ele geçirmeden önce kıl payı kaçmayı başaran diğerlerinin anlattığı hikayeleri hatırlıyorum. Ancak Mossad’a geldiğimde ve daha önce Rabin’in askeri sekreteri olarak bu konuyla zaten ilgilenmiştim; çünkü hiç unutmam Rabin ne zaman bir dünya lideriyle – bir başkan, başbakan ya da benzerleriyle – karşılaşsa hep şöyle derdi: ‘İran’ın nükleer bir güç olmasını engellemek şart, çünkü İran bombaya sahip olduğu anda Müslüman ülkelerle asla barış anlaşmaları imzalayamayız çünkü İran onları tehdit eder. Dolayısıyla İran’ın nükleer güç olmasını engellemek için elimizde bir fırsat penceresi var’. Devrim zamanını hatırlıyorum ama 1979’da konuyla ilgili gerçek bir bağlantım yoktu ve istihbarattan haberdar değildim. İlk başta endişelenmedim. Sonra yavaş ama emin adımlarla bu canavar İsrail için şu anki ana tehdit haline geldi. O zamanlar nükleer bombalar söz konusu değildi çünkü Ayetullah Humeyni, İran’ın lideri olarak selefi Şah’ın böyle bir düşüncesi olmasına rağmen hiçbir şekilde nükleer gelişmeyi kabul etmezdi. Bu tutumun değişmesi zaman aldı. Mossad şefi olarak bu konuyla oldukça önemli ölçüde ilgilendim. Genel olarak Mossad’ın iki ana görevi vardır: Birincisi, düşman ve hasım ulusların kimyasal, biyolojik ve atomik gibi geleneksel olmayan silahlarla silahlanmasını engellemek; ikincisi ise dünyanın dört bir yanında terörizme karşı savaş açmak. Bu iki temel misyon beni de bilgilendirdi. Bu nedenle, o zamanlar bile İran’ın girişimlerini engellemek için çaba, yöntem ve benzeri yatırımlar yapılıyordu. O zamanlar bile İran’ın her türlü hileye başvurmak, her türlü saman şirketi kurmak ve tüm dünyayı kandırmak gibi bir alışkanlığı vardı. Ve İran bugüne kadar faaliyetlerimizin büyük bir parçası olmaya devam etti.

EBA:

1979’da çöken İran ile ilişkiler, Soğuk Savaş dönemine kıyasla Ortadoğu’daki jeopolitik güç dağılımını nasıl değiştirdi? Ve bölgedeki bir diğer büyük Müslüman ülke olan Türkiye’nin İsrail için önemi?

DY:

O zamanlar İsrail’in dış politikası “çevre teorisi” üzerine kuruluydu, yani düşmanı çevrelemek ve düşmanın size zarar vermesini önlemek için düşmanınızı size dost olan uluslarla çevreleyen bir çevre (çember) inşa etmek. (Ben Gurion tarafından geliştirilen “Çevre Doktrini”, İsrail’e düşman olan kuvvetlerin çevresinde İsrail’e en azından düşman olmayan kuvvetlerden bir stratejik ittifak kurmak. –çn.) Dışişleri Bakanlığı (MFA) ve diğer kurumlarda bugüne kadar uygulanan politika bu olmuştur. Yani, dış çemberdeki iki ana unsur (İran ve Türkiye) yoktu. Afrika’da daha uzak ülkeler, özellikle de o dönemde gelişen Güney Afrika ile özel ilişkiler vardı. Bu krizden çıkmak için yönümüz Avrupa ve Uzak Doğu’daki dost ülkelere çevrilmişti. Dahası, Fransa’nın 1960’ların başında bu pozisyonu terk etmesinden bu yana ABD her zaman bizim destek dayanağımız oldu. İsrail kendisini her zaman tehdidi çevreleyen koalisyonların bir parçası olarak inşa etti. Haritaya baktığınızda bizi çevreleyen Lübnan, Suriye, Ürdün ve Mısır’ı gördüğünüzde bunun mantığını aramanız gerekir. Şimdi de bizi çevreleyen ülkeleri çevreleyen ülkelere bakın. Bu stratejinin dışında çok daha kapsamlı bir strateji vardı: Sizinle dost olmak isteyen ve olabilecek herkesle dost olun. Ve dünyada ne kadar çok dostunuz olursa, ulusal güvenliğiniz o kadar iyi olur.

Ayrıca 1979’da Mısır ile yapılan barış anlaşması İran ve Türkiye’nin yer değiştirmesinin önemli bileşenlerinden biriydi. Barış anlaşması neredeyse aynı zamanda yürürlüğe girdi. Barış, İran faktörünün ortadan kalktığı ve Türkiye ile ilişkilerin değişken olduğu gerçeğini bir dereceye kadar dengeledi. Ancak Mısır ile barış vardı, dolayısıyla orada bir şeyler inşa etmeye başlamak mümkündü. Ardından Fas ve diğer Kuzey Afrika ülkeleriyle ilişkilerin geliştirilmesi geldi ki bu hâlâ bir sırdı ve Mossad buna öncülük etti. Çözüm buydu. İran ile çökmüş olan temelin yokluğunda, aynı düzende olmasalar da, o kadar güçlü olmasalar da yerine yenilerini aradınız. Ama hiç yoktan iyiydiler.

EBA:

2010 yılında yaşanan filo olayı İsrail’in güvenlik yaklaşımını nasıl etkiledi ve resmi diplomatik bağlarla dost olarak algılanan bir ülkenin (Türkiye) böyle bir provokasyonla İsrail sınırlarına ve ulusal güvenliğine nasıl meydan okuduğunu açıklayabilir misiniz?

DY:

Hiç şüphe yok ki, en azından benim anlayışıma göre, böyle bir şey olduğunda acil durum planları hazırlamak mantıklıdır, çünkü o zaman gerçekten bir ikilemde kalırsınız. O filonun arkasında ‘Gazze’deki Filistinlileri rahatsız ederseniz savaş gemileri gönderirim’ diyen bir devlet de vardı. Erdoğan’ın bunu söylediğini hatırlıyorum. Bununla başa çıkmanın yolu, her şeyden önce, güvenlik açısından düşman olarak görülmeyen bir ülkeyi bile durduracak ve onunla başa çıkacak kapasiteler inşa etmektir. Benim düşünceme göre, o dönemde Türkiye ile [ilişkilerimizde] bir kopuş yaşanmazdı. Filo esasen Türk donanmasının sivil filonun ardından denize açılacağını düşünerek bizi korkutmaya yönelik bir girişimdi. Bana göre böyle bir şey olmayacaktı. O dönemde Türkiye, İsrail ile köprüleri atıp iki ülke orduları arasında bir çatışma çıkmasını istemiyordu. Niyet bu değildi. Erdoğan’ın X politikasından Y politikasına her seferinde yeniden atladığı düşünüldüğünde kesinlikle değildi. Gazze’de yaşananlar ve Mısırlılar yerine Gazze’nin sorumluluğunu üstlenme meselesi nedeniyle kendisini Mısır’la anlaşmazlık içinde buldu. Ve bu şimdi de oluyor (Temmuz 2023). Erdoğan aniden İsrail ve Türkiye arasındaki ilişkileri yumuşatıyor ve onları destekliyor ve sonra aniden onların yoluna çıkıyor.

İsrail’in bu tür senaryolara hazırlıklı olması gerektiği gerçeğinin ötesinde, yeni bir ordu inşa etmek ya da İsrail Donanmasını tamamen farklı bir şeye dönüştürmek gerekli değil. Ancak, örneğin 2010 yılında Marmara ‘nın kontrolünü ele geçirmek için bu tür planlara sahip olmak gereklidir. Shayetet 13 üyelerinin kendilerini döven kişiler tarafından yakalanması ve birinin yaralanması gibi çeşitli taktiksel hatalar yapıldı. Bu olay çok farklı bir şekilde sonuçlanmalıydı. Ancak bu bizim kötü davranışımızdı ve bu nedenle de yüzümüzde patlayan bir balon oldu. Diğer ve daha etkili olan faktör ise siyasi taraftır. Böyle bir şeyin olacağına dair işaretler ortaya çıktığı anda, tüm Avrupa’nın, Amerika Birleşik Devletleri’nin ve tüm demokrasilerin Türkiye’nin üzerine sert bir şekilde gitmeye hazır olmasını sağlamak çok önemlidir. Bu ülkeler tek tip bir tepki vermeli çünkü günün birinde bu onların da başına gelebilir.

EBA:

Güvenlik kurumlarında çeşitli görevlerde bulundunuz: askeri sekreter, Mossad şefi, eski Başbakan Ehud Barak’ın siyasi güvenlik ekibinin başı. Bu kurumlar arasındaki gerilimleri anlatabilir misiniz? Güvenlik kurumları ile diplomatik sistem arasında nüfuz ve karar alma konusunda gerçek bir rekabet olduğu hissine kapılıyorsunuz. Elbette bu durum bir başbakandan diğerine değişiyor ama yine de siyasi ve güvenlik konularında nüfuz sahibi olmak için yoğun bir rekabet olduğu hissi var.

DY:

Öncelikle, bugünkü durum benim askeri sekreter ya da Mossad şefi olduğum dönemden çok daha iyi. Yıllar boyunca bazı kurumlar arasında sadece gerilim değil, gerçek bir düşmanlık da vardı. Burada daha çok istihbarat ve güvenlik kurumlarından bahsediyorum: Askeri İstihbarat, Şin Bet, Mossad ve bugün bir de Milli Güvenlik Kurulu var. Ve her zaman yetişmeye çalışan ama hiçbir zaman bir gücü olmayan Dışişleri Bakanlığı. Kişisel kıskançlık ve düşmanlığın ve birilerinin kendi derebeyliğini koruma arzusunun farklı kurumlar arasında işbirliği ya da tamamlayıcı olması gereken çalışmalara zarar verdiği pek çok olay hatırlıyorum. İstihbarat kurumlarının her birinin ‘alanını’ belirlemek için bir tür ‘Magna Carta’yı yazılı hale getirmeye yönelik pek çok girişim oldu. Günün sonunda bu, bu kurumların başındaki kişilerin kişiliklerine bağlıdır, işte bu yüzden bugün durumun çok daha iyi olduğunu söylüyorum. Benim zamanımda bile durum, Mossad başkanının AMAN başkanıyla konuşmadığı önceki dönemlere kıyasla – isim vermeden – iyileşmişti. O kadar kötüydü. Bugünlerde çok daha fazla açıklık var. Herkesin topladığı istihbaratı ‘attığı’ bir tür ‘kova’ var ve herkes içine atılan istihbarat öğelerinden faydalanabiliyor. İyi bir istihbarat ve operasyonel işbirliği var. Ve tabii ki diğer ulusların ilgili kurumlarıyla da işbirlikleri var.

Resmi değiştiren şeyin açıklık ve anlayışın kritik önem taşıdığının, rekabete yer olmadığının [farkına varılması] olduğuna şüphe yok. Tam tersine. İşbirliğine ihtiyaç var; buna duyulan ihtiyaç çok şiddetli – bilmeye ihtiyacı olmadığını düşünseniz bile bildiklerinizin diğer adam tarafından da bilindiğinden emin olmak. Bilgiyi aktarın çünkü başka bir kurumun bilmeye çok ihtiyacı olabilir. Shin Bet ve Mossad arasındaki işbirliği, Mossad ve AMAN arasındaki işbirliği; bugünlerde işbirliği çabaları çok daha sorunsuz ve kimse tekerleğe çomak sokmuyor. Hâlâ çözülmesi gereken gerginlikler olabilir ama bu tür konuları gören Başbakan’ın müdahale etmesi önemlidir. Gerginlikleri görüp müdahil olmak istemeyen ve ‘kendi aranızda halledin’ diyen Başbakanlar oldu. Bu hiçbir şeyi düzeltmedi; sadece sorunu devam ettirdi.

EBA:

Almanya ile ‘özel ilişki’: Almanya ile olan tarihi bağa değinir misiniz? 1952 Tazminat Anlaşması’ndan bu yana, Alman bilim adamları olayı (‘Demokles Operasyonu’ olarak da bilinen ‘Alman Bilim Adamları Olayı’, Temmuz 1962’de Mossad tarafından düzenlenen gizli bir girişimdi. Amacı, özellikle roket geliştirmeyle uğraşan Alman bilim adamlarını Mısır’ın füze programına yardım etmekten caydırmak ve engellemekti. – Dipnot Çeviri), 1972 Münih Olimpiyatları terör saldırısında öldürülen on bir İsrailli ve Berlin Duvarı’nın yıkılması ve tabii ki Batı Almanya’nın Holokost’un sorumluluğunu kabul etmesi.

DY:

İsrail Devleti’nin kuruluşundan bu yana Almanya’dan şu ya da bu şekilde destek gördük. Adenauer ve Ben-Gurion bu ilişkinin başlangıcını oluşturdu. Mısır’daki bilim adamları ve Münih’teki ölümcül saldırı, ardından Mossad’ın bu olaya karışan herkesten intikam alması, bunun sonucunda Lillehammer olayının meydana gelmesi ve benzeri olaylar olmasına rağmen, İsrail ve Almanya arasındaki ilişki, kısmen sorumluluğu kabul eden Almanya’nın ahlaki yükümlülüğü nedeniyle benzersiz olmaya devam ediyor; mükemmel ilişkilerimiz var. Size bir örnek vereyim: Birinci Körfez Savaşı’nda İsrail’e füzeler atıldı. O dönemde Savunma Bakanı Moshe Arens’ti. Ben onun askeri sekreteriydim ve mükemmel bir kişisel ilişkimiz vardı. Bir gün beni aradı ve ‘Bir heyetle Almanya Şansölyesi Helmut Kohl ile görüşmeye gidiyorsunuz. Lütfen Ramat Gan’ı vuran füzelerin fotoğraflarını götür ve ona füzelerin yol açtığı hasarın örneklerini göster. Bu somut yöntemi kullanarak Şansölye Kohl’den sadece bir FOX – radyoaktif maddelerin yerini tespit eden ve izleyen bir araç – değil, aynı zamanda Almanlardan iki denizaltı için finansman da istiyorsunuz’. Arens’e “Bunu nasıl yapabilirim?” diye sorduğumda bana şu cevabı verdi: “Bunun stratejik bir silah olduğunu ve İsrail Devleti’nin buna ihtiyacı olduğunu söylemelisiniz, çünkü hem bir uyarı vermek hem de ihtiyaç anında düşmana karşı bir karar almak için gereklidir”. Bazı Savunma Bakanlığı personelinin de içinde bulunduğu bir heyeti yanıma aldım. Kohl ile bir araya geldik. Gece yarısı ilgili tüm bakanları topladı – maliye, savunma vs. O gece 880 milyon Alman markı ve iki denizaltının İsrail’e doğru yola çıkmasıyla sona erdi.

EBA:

Almanya, Soğuk Savaş sonrasından bu yana İsrail’in güvenliğini korumanın İsrail Parlamentosu’na (Knesset) yönelik ‘Staatsräson’unun (devlet aklı) bir parçası olduğunu ilan etti. (Merkel’in 2008’de Knesset’te yaptığı konuşmaya atıf – çn.) Sizin düşüncenize göre, İsrail’in güvenliğini korumak, Almanya’nın İsrail’in Filistinlilerle olan çatışmasına yönelik tutumunda ve İsrail’deki adli çalkantı ve demokratik dengenin sonuçlarına ilişkin endişelerinde nasıl tezahür ediyor?

DY:

Öncelikle, gelecekte İsrail-Almanya ilişkilerine ne olacağını değerlendirmek çok zor. Ancak iki ülke bu ilişkileri sürdürdüğü müddetçe Almanya’nın desteği sarsılmayacaktır. Olabilecek şey, ilişkilerin kimse farkına varmadan kademeli olarak değişmesi, bizim dikkatimizi çekmeden ilişkilerin kademeli olarak erozyona uğramasıdır. Neden mi? Çünkü eğer bu yargı darbesi girişiminden sağ salim çıkar ve yeniden tam teşekküllü bir demokrasi haline gelirsek, o zaman şu anda bozulmaya başlayan pek çok ülkeyle ilişkilerimiz yeniden düzelecektir. Buna Amerika Birleşik Devletleri de dahildir. Bana öyle geliyor ki Almanya ve İsrail arasındaki ilişkiler, Almanya’daki farklı bir siyasi ortamın sonucu olarak karaya oturabilir. Yani radikal sağ ya da radikal sol aniden iktidara gelirse – ki bu olabilir – bize karşı bir değişiklik olacaktır. Bunun ne zaman ya da ne şekilde gerçekleşeceğini bilmenin bir yolu yok. Her halükarda, oradaki siyasi sistem üzerinde hiçbir etkimiz yok, yapabileceğimiz şey ‘kötü yollarımızdan geri dönmek’ ve yargı kargaşasından önceki halimize geri dönmek ve bu ulusları kaybetmemek. Bu siyasi ara aşamada kaldığımız ve İsrail’de siyasi olarak ne olup bittiği belli olmadığı sürece, Almanya ve diğer ülkelerle ilişkilerimizin ters gitme riski artacaktır.

Bir başka sorunumuz daha var, odadaki fil: İsrail’in Batı Şeria’daki varlığı ve Filistinlilerle ilişkilerimiz. Oradaki varlığımız uluslararası ve bölgesel arenada işimizi çok zorlaştırıyor. İbrahim Anlaşması’nda (2020) çok umut gördüm, ancak Filistinlilerle aramızdaki çok gergin ilişkilerin bir sonucu olarak işler kötüye gidiyor. Ebu Mazen’in dönemi sona eriyor ve Filistin Yönetimi’nde onun yerine kimin geçeceği hiç belli değil. Onun yerine kimin geçeceği konusunda bir mücadele olacaktır. Ancak bu aşamada İsrail’in tüm bu adli kargaşayı çöpe atması ve İran’ın halihazırda yüzde 60 oranında nükleer zenginleştirmeye sahip olması gibi en önemli meselelerle ilgilenmesi gerekiyor. İran ayrıca günün birinde nükleer başlık taşıyabilecek uzun menzilli füzeler geliştirmektedir. İran ayrıca Ortadoğu’nun her köşesine burnunu sokmaya çok hevesli: Lübnan, Suriye, Irak, Yemen, Sina Yarımadası ve Gazze. Bu, İsrail’in durdurması gereken bir İran’dır. Ancak ABD ile ilişkilerimiz gerginleştiğinde, Avrupa ülkeleriyle de işbirliği içinde çalışma kabiliyetimiz azalıyor. Ne de olsa Avrupalılar liderliklerini Amerikalılardan alıyor. Sıklıkla onların ayak izlerini takip ediyorlar. Başkan Biden bunu söyledi ve hatta bizi uyardı: bu yasayı durdurun çünkü ABD’nin artık size yardım edemeyeceği bir duruma yol açabilir.

EBA:

İran, Türkiye, Rusya ve İsrail Dağlık Karabağ sorununa müdahil olmuş durumda. Size göre İsrail’in bu sorundaki etkisi ya da dahli nedir?

DY:

İsrail’in düşünceleri Ermeniler ve Azeriler arasındaki çatışmanın bir sonucu değildir. Ne de olsa Dağlık Karabağ’daki çatışma her şeyden önce Azerbaycan ve Ermenistan arasındadır. İsrail’in ilgisi daha ziyade Azerbaycan ve İran arasındaki ilişkilerden kaynaklanmaktadır ve İsrail’in bir taraf seçmesinin ana nedeni de budur. İsrail’in Ukrayna’daki savaşta bir taraf seçmediğini ve Uzak Doğu’da Çin ve ABD arasındaki mücadelede hâlâ bir taraf seçmediğini unutmayın. Çin’den muazzam miktarlarda mal almaya devam ediyoruz ve Çin İsrail’de yatırımlar yapıyor. Limanlar inşa ettiler ve Tnuva‘yı (İsrail’in en büyük gıda üreticisi – Dipnot Çeviri) satın aldılar. Bu örnekte, muhtemelen Amerikalılar yeterli baskı uygulamadığı için taraf seçmedik. Genel olarak İsrail bu tür çatışmalarda taraf seçme eğiliminde değildir; oturup beklemeyi tercih eder. Azerbaycan ve Ermenistan örneğinde İsrail bir taraf seçti çünkü bu yeterince önemliydi.

EBA:

Azerbaycan’la ilişkiler İsrail için daha çok İran’la olan çatışma ve Azerbaycan’ın jeopolitik konumu nedeniyle önemli. Size göre İsrail ve Azerbaycan arasındaki işbirliğinin ulusal güvenliğimiz açısından önemi nedir?

DY:

Öncelikle, Azerbaycan ile ilişkiler bizim için çok önemli. Daha önce bahsettiğimiz ‘çevre’ konsepti nedeniyle önemli. Birdenbire İsrail’in son derece hassas bir bölgede, Tahran’a 100 km uzaklıkta, 20 milyon Azerinin yaşadığı ve İran ile çok gergin ilişkileri olan bir dostu oldu. Bu durum İsrail’e, Azeri havaalanlarını yakıt ikmali için kullanmak ve koalisyon uçaklarının buraya inmesine izin vermekten, istihbaratı daha etkin bir şekilde toplamayı mümkün kılan bir yakınlığa kadar pek çok seçenek sunuyor.

EBA:

İsrail ve Azerbaycan’ın İran’a karşı birlikte savaşması düşünülebilir mi?

DY:

Eğer İran ve İsrail arasında bir savaş çıkarsa, Azerbaycan bizim için önemli bir lojistik destek olacaktır. Bu nedenle Azeri havaalanı ile Tahran arasındaki kısa mesafe, böyle bir saldırıda son derece önemli. Böyle bir savaş için süper güçlerin yeşil ışık yakması önemli. Eğer Azerbaycan yeşil ışık arayacak olsaydı, bunu ABD’den alırdı ve Washington’un kendisi böyle bir savaşa dahil olsaydı kesinlikle alırdı. Ancak, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO) liderleri olan Almanya, Birleşik Krallık, Fransa gibi ülkeler İran’a karşı savaşçı bir politikaya katılacaklarsa, önde gelen Avrupa ülkelerinin meşruiyeti önemlidir.

EBA:

Casusluk dünyası, popüler kültürde olduğu kadar akademik ve bilimsel mercekte de rasyonel, duygulardan arınmış karar verme mekanizmaları tarafından kontrol edildiği düşünülen bir alan. Duyguların ve içgüdüsel hislerin istihbarat çalışmalarında önemli bir rol oynadığı bir örneği anlatabilir misiniz?

DY:

Bakın, duygulara ve içgüdüsel hislere yer var. Ancak bunların hiçbir zaman bir istihbarat değerlendirmesinde ya da durum raporunda belirleyici faktör olduğunu düşünmüyorum. Yani, belirli bir istihbarat analizi ile farklı bir yöne işaret eden duygusal ya da içgüdüsel bir his arasında bir çatışma olması durumunda, ikincisi birincisine tercih edilmez. Böyle bir şey asla olmaz. Ancak sezgisel çekinceleri olan herkesi dinlemek ve nedenini, onları neyin rahatsız ettiğini ve ne ölçüde rahatsız ettiğini açıklamalarını sağlamaya çalışmak iyidir. Ve belki de bunların bir kısmı nihai değerlendirmede dikkate alınacak ve entegre edilecek kadar önemli olacaktır. Bu nedenle, içgüdüsel hislere de yer vardır. Örneğin, bir kişiyi 20 yıldır takip ediyorsanız ya da bir alanda çalışıyorsanız, onun hakkında bildikleriniz ve hissettikleriniz belli bir ağırlık taşır. Ancak sınırlı bir ölçüde. Genel olarak, geniş bir durum değerlendirmesinde, sezgisel sıçramalar için daha az yer vardır, nokta.

EBA:

Mevcut koalisyon da dahil olmak üzere İsrail hükümetlerinin Mossad’ın faaliyetlerini sistematik olarak ifşa ettiği son yirmi yılda artan eğilim hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Akademisyenler buna genellikle ‘ifşa ikilemi‘ adını vermektedir. İran’ın nükleer arşivinin bizzat Netanyahu tarafından ifşa edilmesi ya da Bennett’in Ron Arad’ın akıbetiyle ilgili yeni bir operasyonu ifşa etmesi gibi çeşitli örnekler mevcuttur. Güvenlik ve devlet sırrı konularında kamu söylemini şekillendirmek amacıyla İsrail’in daha önceki muğlaklık politikasındaki değişimin temel nedeni nedir?

DY:

Bence muğlaklığa geri dönmeliyiz. Mossad ve Shin Bet, ailelerin zorunlu askerlik hizmeti nedeniyle çocuklarını gönderdiği ve dolayısıyla IDF’yi hem ailelere hem de halka karşı belli bir ölçüde hesap vermek zorunda bırakan IDF’den farklıdır. İstihbarat ise sadece Başbakan’a hesap vermekle yükümlüdür, halka değil. Dolayısıyla bu meselelerin kamuoyuna açıklanması bir hataydı. Bunun bir kısmı kibirden, bir kısmı da caydırıcılık yaratma isteğinden kaynaklanıyordu. Örneğin İran arşivini ele alalım: İranlılar bizim olduğumuzu biliyorken böyle bir tiyatroya kimin ihtiyacı vardı? Dünyanın dört bir yanındaki devlet başkanları ve casusluk teşkilatı şefleri bizim olduğumuzu biliyordu çünkü onları bilgilendirdik. Peki bu tiyatro kimin içindi? Size oy versinler diye İsrail halkı için. Size siyasi olarak nasıl baktıklarını güvenlik kaygılarıyla karıştırmaya başladığınız an… bu iyi değildir. Gizli kalması gereken şeyleri kamuoyuna açıklamazsınız. Bu tür şeyler karanlıkta kaldığında çok daha etkili olur. Halk hiç olmamış şeyleri düşünebilir ve hayal edebilir. Halkın bunu James Bond’un yaptığını düşünmesine izin vermek daha iyidir.

Dr. Eldad Ben Aharon (Doktora Londra, 2019) Dublin Şehir Üniversitesi Hukuk ve Devlet Okulu’nda Uluslararası Güvenlik alanında İrlanda Araştırma Konseyi (IRC) Doktora Sonrası Araştırmacısı olarak görev yapmaktadır. “2020 Dağlık Karabağ Çatışması ve İsrail’in Dış Politikası” başlıklı araştırma projesini yönetmektedir: Güvenlikleştirme, Jeopolitik ve Silah Ticareti” başlıklı araştırma projesini yürütmektedir. Dr. Ben Aharon’un başlıca ilgi alanları arasında güvenlik ve hafıza, güvenlikleştirme teorisi, dış politika analizi, kamu ve dijital diplomasi ve elit mülakatları yer almaktadır. Son araştırmaları, aralarında European Journal of International Security, Intelligence and National Security, Studies in Conflict & Terrorism, Oral History Review ve Cold War History’nin de bulunduğu önde gelen akademik dergilerde yayımlanmıştır .

Cengiz Sözübek

Endüstri mühendisi. 20 yıldır özel sektörde çalışıyor. İngilizce ve Rusça biliyor.
Rusya siyaseti başta olmak üzere uluslar arası siyasetle ilgileniyor.
Muhalif, Yarın, karizma dergilerinde; Star Açık görüş'te yazıları yayımlandı.
Mail: [email protected]

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.