Arjantin Askerî Cuntası ve Kaybolanların Sessiz Çığlığı

Bugün hâlâ yaklaşık üç yüz kişinin kimliği kayıp; hâlâ açılmamış arşivler, sonuna kadar kazılmamış mezarlar, anlatılmayı bekleyen tanıklıklar var. Bu nedenle Arjantin’in hikâyesi, tamamlanmış bir geçmiş değil, devam eden bir fiil: Arıyor, soruyor, kazıyor, karşılaştırıyor, dava açıyor, tartışıyor, tartışırken de kendi demokrasisini yeniden kuruyor.
Kasım 25, 2025
image_print

DARBE GÜNLÜKLERİ-3

1976–1983 Arjantin Askerî Cuntası ve Kaybolanların Sessiz Çığlığı

Bir Cuma sabahı Buenos Aires’te, gündelik hayatın uğultusu ile kaybolmuş insanların yankısı birbirine karışır. Şehrin geniş caddelerinde akıp giden trafik, aslında 1976–1983 arasındaki karanlık yılların gölgesi altında ilerler. Bu dönem, Arjantin tarihine yalnızca “Kirli Savaş” olarak değil, aynı zamanda yokluğun kurumsallaşması olarak kazınmıştır. Zira cuntanın yarattığı rejim, yalnızca yaşayanları kontrol etmeye değil, kayıp bedenler üzerinden bir toplumu yeniden inşa etmeye çalışmıştır.

Buenos Aires’in sabahı, insanlara hep aynı şeyi hatırlatırdı: Rejim, gündelik hayatın tam ortasına yerleşmişti. Şehrin üzerindeki puslu gökyüzü yalnızca nehirden yükselen nemin değil, görünmezleşmiş bir şiddet makinesinin işaretini taşıyordu. Bu makine, devlet dairelerinden mahalle karakollarına, işkence merkezlerinden kilise şapellerine kadar uzanan geniş bir ağ kurmuştu. Arjantin’de kaybolmak bir anda gerçekleşmiyordu; devlet insanları önce görünmez, sonra sessiz, en son da varlıksız kılıyordu.

1-Kirli Savaş’ın Anatomisi: Görünmez Şiddetin Kurumsallaşması

1976 darbesiyle iktidara gelen askerî cunta, ülkeyi “Ulusal Yeniden Düzenleme Süreci” adlı steril bir söylemin içine yerleştirdiğinde, vaat edilen şey düzen, istikrar ve ulusal birlikti. Fakat Arjantin toplumu kısa sürede anladı ki rejimin kurmak istediği düzen, sokakların ışığını kısan, evlerin içine sessizce sızan, insanların kimliğini, bedenini ve zamanını bürokratik formlara dönüştüren bir devlet terörü mimarisiydi. Kirli Savaş’ın şiddeti yalnızca uygulanan değil; planlanan, haritalandırılan ve gündelik hayatın içine ustalıkla gizlenen bir şiddetti.

Bu dönemin en karanlık yüzlerinden biri, ülke genelinde 340’ın üzerinde gizli gözaltı merkezi kurulmuş olmasıydı. Bu merkezler bazen bir stadyumun altındaki dar bir koridorda, bazen sıradan bir apartman dairesinin kapı zili ardında, bazen de bir kilisenin arka odasında ortaya çıkıyordu. Amaç şiddeti merkezileştirmek değil, toplumsal dokunun her noktasına dağıtmaktı. Buenos Aires’in merkezinde sıradan bir apartmanın altından geçerken, kimse o dairenin bir zamanlar “görünmez kayboluş”un mekânsal başlangıç noktası olduğunu bilmiyordu. Cunta, “korkunun adresi”ni yok ederek korkunun kendisini sonsuza kadar dolaşır hâle getirmişti. 

Futbol Stadyumlarının Altında Bir Ülke

Arjantinlilerin tutkusu futboldur; ama Kirli Savaş yıllarında tribünlerin altında başka bir maç oynanıyordu. Boca Juniors ve Atlanta gibi kulüplerin bodrumları, resmî kayıtlarda “geçici gözaltı merkezleri” olarak geçer. Milyonların bağırışlarını bastıran gürültü, belki de bu nedenle cunta için ideal örtüydü: Sesin çokluğu, sessizliğin suçunu saklıyordu.

Katolik kiliseleri bile bu mimariden kaçamadı. Bazı askerî papazlar, işkenceyi “ruhani danışmanlık” adıyla örtmeye girişti. Bir günaha dönüşmeyen, ama günahı meşrulaştıran bir sessizlik…

Ve en çarpıcı olanı: sıradan apartman daireleri. Buenos Aires’in göbeğinde, sıradan bir kapı zili… Belki de o zil, bir insanın görünmez kayboluşuna açılıyordu. Devlet şiddeti bazen bir sarayda değil, sessiz bir dairede doğar.

Arjantin: Görünmez Kayıpların Ülkesi

Buenos Aires’in merkezinde sıradan bir apartman kapısı… Belki de zilini çaldığınızda içeriden gelecek yanıt, yalnızca bir ev sahibinin sesi değil, Kirli Savaş’ın hâlâ dolaşan hayaletlerinden birinin yankısıdır. Arjantin cuntasının yarattığı o görünmez şiddet mimarisinde en ürkütücü ayrıntı, şiddetin belirli mekânlarda yoğunlaşmaması; şehir dokusuna ince ince, sessizce yayılmasıydı. Güvenli görünen bütün alanlar  apartman boşlukları, köşe başları, sıradan daireler, kentin orta yerindeki sivil binalar  bir anda “kaybolmanın başlangıç noktası”na dönüşebiliyordu. Devlet, terörü merkezî bir aygıt olarak değil, toplumun gözeneklerine sızan bir ağ gibi örgütlemeyi seçmişti.

Bu ağın en karanlık şubelerinden biri, “transfer” adı verilen ölüm uçuşlarıydı. Bürokratik dille zararsız bir işlemi andıran bu kelime, gerçekte binlerce insanın Río de la Plata’nın karanlık sularına atıldığı cinayet zincirinin parolasıydı. Tutuklular uçaklara bindirilmeden önce askeri doktorların hazırladığı Penthotal-morfin karışımıyla yarı baygın hâle getirilir; böylece denize düştüklerinde hızla boğulmaları sağlanırdı. Cinayet, ölümün kendisinden çok bir prosedüre, bir iş akışına benzetilmişti.

ESMA pilotlarının her perşembe gecesi gerçekleştirdiği bu seferler için “Noches de los Vuelos” denirdi. Cuma sabahı kıyıya vuran cesetleri balıkçılar bulur; polis ise olağanüstü emirlerle sahayı hızla temizlerdi. Bu operasyonların arkasında, donanmanın hazırladığı hidrografik raporlar vardı: akıntılar, su sıcaklığı, cesetlerin yüzeye çıkma ihtimali… Cinayet yalnızca planlanmıyor, hesaplanıyordu.

İşkencenin, infazın ve yok etmenin merkezinde sadece yetişkin bedenleri yoktu. Cunta yıllarında hamile tutukluların kaçırılması ve doğuma zorlanması, rejimin en sessiz fakat en uzun ömürlü suçlarından biriydi.

ESMA, Campo de Mayo ve Pozo de Banfield gibi merkezlerde uygulanan “doğum protokolleri”, insanlığın en kırılgan anını sistemli bir yok ediş mekanizmasına dönüştürüyordu: Kadınlar doğuma yaklaştıklarında özel odalara alınıyor, askerî ebeler tarafından doğum yaptırılıyor, bebekler birkaç saat içinde rejime yakın ailelere teslim ediliyor, anneler ise çoğu kez aynı gün “transfer” edilerek öldürülüyordu.

Bu çocukların bir kısmı askeri komutanların sadakat ödülü olarak genç subaylara verilmişti. Bazı subayların evlerinde büyüyen “evlatlık” çocuklar, aslında kaybolan kadınların bebekleriydi. Bu, yalnızca bir aile yaratma pratiği değildi; bir soyun, bir hafızanın, bir geleceğin kırılmasıydı. İnsan hakları örgütlerinin bu politikayı “genetik soykırım” olarak adlandırması boşuna değildir. Bugün Arjantin’de 40’lı yaşlarına gelmiş birçok yetişkin, hayatının en temel gerçeğini yeni öğreniyor: “Ben kimim?”

1980’lerde büyüyen çocuklarda görülen “desasosiego identitario” — kimlik huzursuzluğu — yalnızca psikolojik bir tanım değil, biyolojik bir yarıktır. Bazıları doğum tarihinin tutmadığını fark eder, bazıları aile fotoğraflarında kendine rastlamaz, bazıları evraklarının eksik olduğunu keşfeder. Kimlik, kâğıt üzerinde yazan bir bilgi değil; bedenin, hatıranın ve sessiz bir iç şüphenin toplamı hâline gelir.

Arjantin’in dünyaya sunduğu en özgün adalet araçlarından biri, 1987’de kurulan Ulusal Genetik Veri Bankası’dır. “Büyükanne İndeksi” adı verilen DNA yöntemini geliştiren Arjantinli bilim insanları, kaybolanların çocuklarını biyolojik aileleriyle eşleştiren küresel bir model yarattı. Bugün kimliğine kavuşan 132 çocuk artık yetişkin bu bilimsel devrimin sessiz tanıklarıdır. Birçoğu, gerçeği öğrendikten sonra sahte ebeveynleriyle tüm bağlarını koparıyor; bazıları mahkemeye başvuruyor; bazıları yıllarca aradığı soyadına geri dönüyor. Fakat hepsinin ortak cümlesi aynı: “Kim olduğumu biliyorum, ama nasıl yaşayacağımı bilmiyorum.”

Arjantin’in sokaklarında dolaşırken sıradan görünen bir apartman kapısına, gri bir posta kutusuna, anıtsız bir ara sokağa rastladığınızda… hepsinin geçmişte bir kayboluşun mekânı olabileceğini bilirsiniz. Çünkü Kirli Savaş, yalnızca insanları kaybetmedi; şehirlerin hafızasını delik deşik etti. Şiddetin mekânları bugün sessizdir, ama sessizlik bazen bağırır. Arjantin’de bu sessizlik, hâlâ duyulabilen bir çığlıktır.

Ve belki de bu yüzden, ülke hâlâ kendi çocuklarını geri çağırmaya devam ediyor. Kaybolmuş bir kuşağın yarım kalan geleceği, bugün orta yaşlı yetişkinlerin yüzlerinde yeniden yazılıyor. Arjantin’in geleceği ile geçmişi yan yana yürümeye mahkûm; çünkü bu ülkede hakikat, yalnızca bulunacak bir şey değil, geri dönecek bir şeydir.

2-Kaybolanlar: Arjantin Toplumunun Kırılmış Zamanı

Arjantin’de “desaparecido” olmak, yalnızca bir insanın ortadan kaldırılması değil; bir toplumun zamanının, ritminin ve hafızasının kırılması demekti. Bir kişi yok olduğunda yalnızca o beden değil, o bedenin çevresindeki bütün ilişkiler ağı, bütün bir yaşam çizgisi askıya alınırdı. Bu nedenle Kirli Savaş’ın en ağır bilançosu ölümler değil, zamanı durduran bu kesinti, yani yokluğun kendisiydi. Kaybolanlarla birlikte aileler yemek masalarını, mahallenin yaşlıları pencerelere bakan gözlerini, çocuklar okul sıralarını, iş arkadaşları boşalan sandalye aralıklarını dondurdu. Hayatın akışı durmadı, ama hiçbir şey eskisi gibi akmadı.

Bu kırılmayı mümkün kılan şey, cuntanın belirsizliği bir devlet stratejisi haline getiren hukuki ve psikolojik mimarisiydi. Gözaltına alınan birinin izini sürmek için kapı kapı dolaşan ailelere verilen en yaygın yanıt hep aynıydı: “No consta.” Yani, “Kayıt yok.” Bu iki kelime, devletin yokluğa sahip çıkmayı reddetmesini sağlayan bir zırh, aileyi susturan bir tehdit, yargıyı işlevsiz kılan bir kilit işlevi görüyordu. Böylece kaybolmak yalnızca fiziksel bir yok oluş değil, hukuki olarak da bir silinme biçimine dönüşüyordu. Kaybolanı aramak bile risk haline gelmişti; kayıp ilanı vermek kimi zaman “örgüt bağlantısı” şüphesiyle yeni bir soruşturmanın başlangıcı oluyordu. Devlet, yokluktan suç üretmekte ustaydı.

Gözaltı merkezlerinin sessizliği, bu politikanın belki de en ürpertici boyutuydu. Tutuklular gözbağlarıyla karanlığa mahkûm edilir, günlerin birbirine karıştığı bir belirsizlikte tutulurdu. Zaman çözüldükçe kimlik de çözülüyor; kişi hayatta olduğundan bile emin olamadığı bir boşluğa düşüyordu. Konuşmak yasaktı ama sessiz kalmak da cezaydı; gardiyanların “Sessizlik, izinsiz konuşmaktır” sözü, iktidarın ses üzerinden kurduğu mutlak hakimiyetin ironik bir ifadesiydi. Bazı merkezlerde duyulan bebek ağlamaları bile çoğu zaman gerçek değildi; kaydedilmiş kasetler, annelik içgüdüsünü, korkuyu ve çaresizliği manipüle etmek için bilinçli bir işkence aracı olarak kullanılıyordu. Sessizlik ve sahte sesler, insan iradesini kırmak için tasarlanmış bir mühendisliğin parçalarıydı.

Sokakların Sessiz Haritası ve Evlerin İçindeki Boşluk

Ama kaybolma yalnızca kapalı kapılar ardında yaşanmıyordu. Buenos Aires’in sokaklarında korku, görünmez bir harita gibi dolaşıyordu. Kaldırımda uzun süre bırakılmış bir Ford Falcon, sokak lambasının altında bekleyen işaretsiz bir araç, gece boyunca açık kalan bir pencere… Bunlar şehir sakinlerinin kendi aralarında geliştirdiği birer uğursuz işaret sistemiydi. Herkes bu sembolleri sessizce okuyordu; çünkü yüksek sesle konuşmak, bir başka kayboluşun bahanesi olabilirdi. Bu nedenle en yaygın uyarı kısa ve kesindi: “No hables.” Konuşma.

Evlerin içinde ise yokluğun başka ritüelleri vardı. Mutfak masalarında boş bırakılan sandalyeler, geri dönüş beklentisinin hem bir dua hem de bir matem biçimi haline geldi. Okullarda bazı öğretmenler kaybolan öğrencilerin adını yoklamadan sessizce çıkarırken, bazıları onların adını bilerek okumaya devam ediyor, çocuklar hep birlikte “presente” — “burada” diye bağırarak yokluğa karşı bir varlık ilan ediyordu. Bir çocuğun adı söylendiğinde sınıfın hep bir ağızdan verdiği bu yanıt, Arjantin toplumunun sessizce ördüğü direnişin en dokunaklı sembollerinden biri oldu.

Tüm bu hikâyelerde ortak olan şu ki: Kaybolma bir kişinin değil, bir toplumun hafızasına işleyen bir kırılmaydı. Sessizlik bir savunma mekanizmasına, konuşamamak bir hayatta kalma stratejisine dönüştü. Ve bu strateji, demokrasi geldikten sonra bile kolay kolay ortadan kalkmadı. Kaybolanların aileleri yıllarca çocuklarının adını söyleyemediler; kelimeler boğazlarına bir tehdit gibi takıldı. Bu nedenle kaybolma yalnızca o yılların değil, sonraki kuşakların da üzerine çöken bir sessizlik mirası yarattı. Arjantin’in kırılmış zamanı hâlâ tamir olmadı; çünkü bazı zamanlar tamir edilmez, yalnızca taşınır.

  1. Plaza de Mayo Anneleri: İç Mücadeleler, Ayrılıklar ve Sessiz Çatlaklar

Plaza de Mayo Anneleri, Arjantin’in karanlık diktatörlük yıllarında yalnızca kaybolan çocuklarının izini süren bir yas topluluğu değildi; aynı zamanda devlet şiddetinin karşısında duran en güçlü ahlaki direniş biçimiydi. Beyaz tülbentleriyle her perşembe Casa Rosada’nın önünde yaptıkları o sessiz çember, bir ülkenin üzerine çöken korkuya karşı “biz buradayız” diyen bir hafıza alanıydı. Fakat dışarıdan bakıldığında yekpare bir direniş simgesi gibi görünen bu hareket, kendi içinde hiç de homojen değildi. Yıllar boyunca kamuoyuna yansımayan gerilimler, ideolojik ayrışmalar ve sessiz çatlaklar, hareketin iç dokusunu şekillendiren ikinci bir mücadele alanıydı.

Annelerin bir kısmı, mücadelenin yalnızca kaybolanları arayan, siyasal tavır almaktan uzak duran bir insan hakları hareketi olarak kalması gerektiğini savunuyordu. Onlara göre Plaza de Mayo, devlet şiddetine karşı tüm kayıp ailelerini bir araya getiren nötr bir platform olmalıydı. Ancak bir diğer kanat için kaybolmalar, kişisel trajedilerin ötesinde, devletin militarist-kapitalist düzeninin ürünü olan sistematik bir politik şiddetti. Bu anneler, mücadelenin doğası gereği siyasal bir özneye dönüşmesi gerektiğini düşünüyordu. İşte bu farklı perspektifler, 1980’lerin ortasında derin bir yarığa dönüşecek olan büyük ayrılığın ilk işaretleriydi.

Büyük Ayrılık: İki Hafızaya Bölünen Bir Hareket

1986’daki bölünme, hareketin tarihine kazınmış en kritik kırılma noktasıdır. Hebe de Bonafini’nin liderliğini yaptığı Asociación Madres de Plaza de Mayo, kaybolanların öldürüldüğünü kesin bir dille ilan ediyor, devleti doğrudan suçlayan radikal bir çizgi benimsiyor ve tazminatları “kanın satın alınması” olarak reddediyordu. Bonafini’nin söylemi yalnızca adalet talep etmiyor, devrimci bir toplumsal dönüşüm çağrısı yapıyordu. Buna karşılık Línea Fundadora daha kurumsal, daha müzakereci bir hatta ısrar ediyor; tazminatların aileler için bir adalet unsuru olduğunu, devletin açacağı arşivlerin hakikate giden yolu mümkün kılacağını, ceza yargılamalarının vazgeçilmez olduğunu savunuyordu.

Bu ayrışma yalnızca siyasal bir çatlak değildi; aynı zamanda annelerin kişisel hafızalarında ve duygusal dünyalarında açılmış bir yaraydı. Bonafini’nin siyasi örgütlere yakın durması, kimi radikal oluşumlara verdiği destek ve zaman zaman kamuoyunda tartışma yaratan açıklamaları birçok anne tarafından rahatsızlıkla karşılandı. Bazıları, onun yüksek medya görünürlüğünün sessiz çoğunluğun sesini bastırdığını, farklı görüşlerin görünmezleştirildiğini dile getirdi. Böylece Plaza de Mayo Anneleri, dışarıdan bakıldığında tek sesli bir hareket gibi görünse de içeride çoklu hafızaların, farklı politik okuma biçimlerinin ve sessiz gerilimlerin bulunduğu bir mozaik hâline gelmişti.

Bu sessiz gerilimlerin en çarpıcı olanı, “Benim çocuğum gerillaydı” ile “Benim çocuğum masumdu” diyen anneler arasındaki görünmez tartışmaydı. Bazı anneler, çocuklarının Montoneros gibi sol örgütlere bağlı olduğunu gururla dile getiriyor, kaybolmalarının politik bir mücadelenin parçası olduğunu vurguluyordu. Diğerleri ise çocuklarının tamamen siyasetten uzak olduğunu, kaybolmalarının bir “yanlış kimlik tespiti” sonucu gerçekleştiğini savunuyordu. Devlet şiddeti bütün bu gençleri aynı kategoriye yerleştirmiş olsa da aile hafızası bu kadar yekpare değildi. Bu farklılık, yıllar içinde hareketin iç dokusunda derinleşen, fakat çoğu zaman yüksek sesle konuşulmayan bir fay hattı yarattı.

Demokrasi Sonrası Sessizlik: Bir Ülkenin Hafızasında Açık Kalan Yarık

Demokrasi yeniden kurulduğunda, yeni bir soru ufukta beliriyordu: “Biz ne istiyoruz?” Hakikatin tüm detaylarıyla açığa çıkmasını mı? Faillerin yargılanmasını mı? Kaybolanların akıbetinin öğrenilmesini mi? Yoksa devletin sunduğu tazminat ve telafi mekanizmalarının kabul edilmesini mi? Bu sorulara verilen yanıtlar da iki farklı dünyayı işaret ediyordu. Bonafini’nin çizgisi, hukukun sağlayabileceği adaletin ancak sembolik olabileceğini savunuyor; gerçek adaletin ancak köklü bir toplumsal dönüşümle mümkün olabileceğini ileri sürüyordu. Línea Fundadora ise adaletin parçalı da olsa hukuki süreçlerle ilerleyebileceğini, devlet belgelerinin açılmasının hakikat arayışını mümkün kıldığını düşünüyordu.

Ve tüm bu tartışmaların ardından gelen en acı tablo şuydu: 1986’daki bölünmeden sonra bazı anneler aynı meydanda yürümeye devam etti; aynı çemberde döndü, aynı sessiz ritüeli sürdürdü, aynı fotoğrafları taşıdı, ama birbirleriyle bir daha konuşmadı. Arjantin’in kamusal hafızasında en derin ironi belki de budur: Diktatörlüğün çocuklarını elinden aldığı kadınlar, demokrasi içinde bu kez kendi içlerinde bölünmüş bir sessizliğin mahkûmu oldular. Bu çatlak, kayıpların yarattığı ikinci büyük kayıp olarak tarihe geçti.

Plaza de Mayo Anneleri’nin hikâyesi, yalnızca devlet şiddetine karşı direnişin değil, hafızanın, adalet arayışının ve siyasetin bir hareketi nasıl şekillendirdiğinin de hikâyesidir. Onların yürüyüşü hâlâ sürüyor; ama o beyaz tülbentlerin altında yalnızca yas değil, aynı zamanda bir ülkenin karmaşık, çoğul ve çoğu kez sessiz kalan hafızası taşınıyor. 

  1. Kaybolanların Ekonomisi: Sessiz Soykırımın Mali Mimarisi

Arjantin’in Kirli Savaşı yalnızca hücrelerde, stadyumların bodrumlarında ya da ölüm uçuşlarının gece karanlığında yaşanmadı. Bu karanlık dönem aynı zamanda ekonominin, hukukun ve mülkiyet düzeninin derinlemesine dönüştürüldüğü gizli bir laboratuvarı da içinde barındırıyordu. Çünkü diktatörlük, bir insanı ortadan kaldırırken onu yalnızca bedensel varlığından değil, ekonomik izlerinden, hukuki haklarından ve ailesine bırakacağı mirastan da silmeye girişmişti. Arjantin’de “desaparecido” olmak, bir bedenin kaybolması kadar bir mülkün, bir soyun, bir yurttaşlık hakkının da buharlaşması anlamına geliyordu. 

Hukuki Arafta Tutulan Hayatlar: “Ne Ölü Ne Diri” Rejimi

Cunta için kaybolanlar hukuken “ölü” değildi; ama aynı ölçüde “var” da değillerdi. Bu eşikte duran statü, askeri rejim için adeta bir fırsat penceresi yarattı. Bankalardaki hesaplar önce donduruluyor, ardından “hareketsizlik” gerekçesiyle devlete aktarılıyordu. “Falta de movimiento” — yani “işlem yokluğu” ifadesi, binlerce insanın birikiminin görünmez bir el tarafından sessizce silinmesini meşrulaştıran teknik bir perdeye dönüşmüştü. Bir zamanlar maaş ödemeleriyle, küçük tasarruflarla, sabırlı birikimlerle dolan hesaplar, ansızın devlet kasasının hayalet fonlarına karışıyordu.

İşyeri ve Emek Düzeninin Çöküşü: Sessiz El Koymanın Coğrafyası

Kaybolanların iş yerleri daha da karanlık bir akıbetle karşı karşıyaydı. Polis, “soruşturma” bahanesiyle dükkânlara, atölyelere ve ofislere el koyuyor; kısa süre içinde bu işletmeler “terk edilmiş mülk” statüsüne geçirilerek rejimle ilişkili kişiler tarafından kelepir fiyatına satın alınıyordu. Córdoba’nın fabrikalarında, Rosario’nun işçi mahallelerinde ve Buenos Aires’in ticaret merkezinde, tek bir kayboluş bir haneyi değil, bazen bütün bir işletmenin kaderini mühürlüyordu. Ekonomik gasp, yalnızca maddi değil, derin bir toplumsal tahribat yaratıyordu.

Mirasın Askıya Alınması: Hukukun Donduğu On Yıl

Miras hukuku da rejimin görünmez silahlarından birine dönüştürüldü. Kaybolan bir kişinin “yasal ölüm” ilanının yapılabilmesi için on yıl beklemek gerekiyordu. Bu süre boyunca aileler ne evi satabiliyor ne hesabı açtırabiliyor ne de hukuki bir düzenleme yapabiliyordu. Evin kapısı kilitli kalıyor, birikimler erişilemez hale geliyor, hayat askıda bir yasın içinde donup kalıyordu. Kaybolanların eşleri de benzer bir hukuki boşluğun içine sıkışmıştı: “Dul” değillerdi, çünkü eşlerinin öldüğü kanıtlanmamıştı; ama “evli” sayılacak kadar da bir hayata sahip değildiler. Bu durum, dünya literatürüne “duelo suspenso” — askıya alınmış yas olarak geçecekti; hem hukuki bir araftı hem psikolojik bir çöküntü.

Soyun Koparılması: Bebek Kaçırmanın Ekonomik Boyutu

Diktatörlüğün ekonomik gaspının en sinsi halkası ise hamile tutuklulardan doğan çocukların çalınmasıydı. Bir bebeğin kimliğini yok etmek, aslında yalnızca bir yaşamı değil bir soy çizgisini ortadan kaldırmak demekti. Bu çocukların her biri, biyolojik ailelerinin mirasçısıydı. Dolayısıyla, kimlikleri değiştirilip başka ailelere verildiklerinde, yalnızca kendi geçmişlerinden koparılmadılar; gerçek ailelerinin mal varlığıyla olan tüm hukuki bağları da kesildi. Arjantinli hukukçular bu nedenle bu politikayı “ekonomik soykırımın üçüncü halkası” olarak tanımlar. Bir soyun yok edilmesinin yalnızca biyolojik değil, aynı zamanda ekonomik bir hedefi de vardı. 

Gasp Edilmiş Evler: Şehrin İçine Gizlenmiş Kayıp Mekânlar

Kaybolanların evleri de askeri şiddetin sessiz tanıklarına dönüştü. Arjantin İnsan Hakları Sekreterliği tarafından 2005 yılında açılan bir dosyada, 110 evin en az altı ay boyunca ordu tarafından “geçici lojman” olarak kullanıldığı ortaya çıktı. Bugün Buenos Aires’in geniş caddelerinde yürürken dışarıdan sıradan görünen bu evlerin kapılarından içeri girildiğinde, duvarların bile hafızasında kaybolmuş insanların ayak sesleri dolaşmaktadır. Fakat şehir bu sessiz izleri konuşmaz; hafıza, duvarların içinde kalır.

Sınıfsal Kırılmanın Anatomisi: Orta Sınıfın Çöküşü

Kaybolmaların ekonomik boyutu, sadece bireysel değil, sınıfsal bir kırılma yarattı. Kaybolanların büyük bölümü öğretmenler, mühendisler, sendikacılar, işçi liderleri ve öğrencilerdi. Yani ülkenin omurgasını oluşturan orta sınıfın tam kalbi hedef alınmıştı. 1980’lerin sonunda yapılan sosyoekonomik araştırmalar, kaybolanların ailelerinde gelir seviyesinin ortalama yüzde kırk düştüğünü; bir sonraki kuşakta eğitim oranlarının gerilediğini ve işsizlik oranlarının arttığını gösteriyordu. Bir kayboluş, sadece bir insanı değil, bir sınıfın yükseliş yolunu da kesiyordu.

Toplumsal Hafızada Ekonominin Sessizliği

Tüm bunlara rağmen, Arjantin’in kolektif hafızasında ekonomi neredeyse hiç konuşulmadı. İşkence raporları vardı, tanıklıklar vardı, ölüm uçuşları üzerine sayısız araştırma yapıldı. Fakat ekonomik yağma hep gölgede kaldı. Belki de kayıpların aileleri hayatta kalabilmek için bu konuları açmaktan kaçındı. Belki de demokrasi sonrası devlet, önceliği yaşamı ve adaleti geri kazanmaya verdi, mülkü değil. Belki de acının en derin yerinde ekonomi konuşulamayacak kadar “soğuk” bir gerçeklikti.

Görünmeyen Hesaplaşmanın Eşiğinde: Gasp Edilmiş Dünyaları Geri Çağırmak

Ancak bugün dönüp bakıldığında, ekonomik kaybolmalar Kirli Savaş’ın en sessiz, en az araştırılmış, ama en derin iz bırakmış suçlarından biri olarak duruyor. Çünkü bir insanı ortadan kaldırmak, bedenini yok etmekle sınırlı değildir; hafızasını, soyunu, emeğini, evini, biriktirdiklerini ve ardında bıraktığı geleceği de silmek demektir. Arjantin, bu silinmişliklerin gölgesinde yürümeye devam ediyor. Ve belki de gerçek hesaplaşma, yalnızca kaybolanları değil, onların sessizce yağmalanmış dünyalarını da yeniden görünür kılmakla başlayacaktır.

  1. Post-Diktatörlükte Hafıza Politikaları: Belgelerin Açılması, Yeni İtirafçılar ve Toplumsal Unutuş ile Mücadele

1983’te demokrasi yeniden kurulduğunda Arjantin yalnızca siyasi bir rejim değişikliğine adım atmıyordu; ülke, kolektif hafızasının yıkıntıları arasından kendine yeni bir kimlik inşa etmenin zorunluluğuyla karşı karşıyaydı. Kirli Savaş’ın ardından binlerce kayıp insan, sessizliğe gömülmüş yüzlerce ev, açılmamış mezarlar ve yıllarca konuşamamanın ağırlığını taşıyan milyonlarca hayat vardı. Bu nedenle demokrasi sonrası tartışmalar yalnızca “Ne yaşandı?” sorusuna değil, daha zor bir soruya yöneliyordu: “Gerçeği ne kadar açığa çıkarmalıyız ve bu hakikat bize ne yapacak?”

Yeni hükümetin attığı ilk büyük adım CONADEP’in kurulmasıydı. “Nunca Más” raporu Arjantin tarihinin dönüm noktalarından biri sayılır; ancak raporun arka planında büyük boşluklar saklıydı. Askerî arşivlere erişim yasaktı; cunta çekilirken çok sayıda belgeyi imha etmiş, kalanları ise “ulusal güvenlik” bahanesiyle kilit altına almıştı. Komisyonun eline ulaşan dosyalar, kaybolmaların yalnızca görünen yüzünü belgeleyebildi. Ekonomik gasp, kamplarda gerçekleşen doğumlar, tecavüzler, yurtdışına kaçırılan siyasi sığınmacılar rapora tam anlamıyla dahil edilemedi. Bu yüzden “Nunca Más”, bir anlamda “Anlatmamıza izin verilen bu kadardı” diyen sessiz bir boşlukla yayımlandı. Üstelik ordu içinde “sessizlik paktı” işliyordu; subaylar kendi aralarında konuşmamaya yemin etmişti. Hakikatin kapısı aralanmıştı, ama aralığın ötesi hâlâ karanlıktı. 

Sessizlik Paktının Çözülüşü: İtirafçılar ve Açılan Arşivler

Demokrasi, her zaman adalet getirmedi. 1986 ve 1987’de çıkarılan Punto Final ve Obediencia Debida yasaları, Kirli Savaş’ın faillerini neredeyse tamamen yargılanamaz hale getirdi. Birçok subay hakkında açılmış dosyalar kapandı; bazıları ise demokratik dönemde devlet kurumlarında terfi ederek görevlerine devam etti. Arjantinli sosyologların bu döneme “cezasızlığın kurumsallaşması” demesi boşuna değildi. Devlet, geçmişin hayaletlerini yargılamak yerine onlarla aynı masada oturmayı tercih etmişti.

Sessizlik duvarı ilk kez 1990’ların ortasında çatladı. Televizyon ekranlarında konuşan bazı subaylar, yıllardır saklanan gerçekleri açıklamaya başladı. “Los Arrepentidos” olarak anılacak bu itirafçılar arasında en çok ses getiren, donanma subayı Adolfo Scilingo’ydu. 1995’te ölüm uçuşlarını tüm ayrıntılarıyla anlattığında Arjantin’in içinden yıllardır duyulmayan bir çığlık yükseldi. Bu tanıklık yalnızca ülke içinde değil, uluslararası alanda da büyük etki yarattı ve başka subayların da konuşmasına zemin hazırladı. Sessizlik paktı, içeriden çözülmeye başlamıştı.

2000’li yıllarda kirlenmiş tarih odalarının kapıları birer birer aralandı. Kirchner hükümetlerinin arşiv politikalarını değiştirmesiyle polis ve istihbarat birimlerinde yıllarca saklanan belgeler ortaya çıkarıldı. Buenos Aires’teki Informaciones binasında bulunan dört tondan fazla belge, kaybolanların fotoğraflarından sahte pasaportlara, sorgu protokollerinden işkence eğitim dosyalarına kadar geniş bir karanlık tarihi açığa çıkardı. Hatta ölüm uçuşlarında kullanılan uçakların yakıt tüketim raporları bile bu belgeler arasındaydı. Kilise arşivleri de kısmen açıldı; ancak Vatikan’ın bazı kayıtları hâlâ gölgede beklemeye devam ediyor.

Unutuşa Direnen Hafıza: Toplumsal Travma ve Geç Gelen Adalet

Toplumsal unutuşa karşı verilen mücadele yalnızca arşivlerle sınırlı değildi; hafıza mekânları da politik bir çatışma alanına dönüştü. ESMA’nın müze haline getirilmesi bile yıllarca süren tartışmaların merkezindeydi. Kimileri binanın yıkılmasını, kimileri ise “yıkmak unutmak olur” diyerek korunmasını savundu. Bugün ESMA, Latin Amerika’nın en kapsamlı hafıza komplekslerinden biri olsa da, binanın bazı odaları hâlâ kapalı; içerideki bazı belgeler ise tüm araştırmacılara tam olarak açık değil. Hafıza ile devlet arasındaki gerilim, mekânın duvarlarına bile sinmiş durumda.

Bu yıllarda üniversiteler ve araştırma kurumları, travmanın kuşaklar boyunca aktarıldığını gösteren çalışmalar yayımladı. Kaybolanların çocukları—bugünün yetişkinleri—derin güvensizlik duygusu, hukuka karşı şüphe, ani irkilmeler ve uykusuzluk gibi semptomları hâlâ taşıyor. Kirli Savaş’ın etkisi böylece yalnızca tarihsel bir olgu olmaktan çıkıp biyografik bir sürekliliğe dönüşüyor.

2003’te Punto Final ve Obediencia Debida yasalarının iptal edilmesiyle Arjantin nihayet yeni bir döneme girdi. Geriye dönük ceza yargıları başladı; binlerce fail mahkemeye çıkarıldı, yüzlercesi ağır cezalara çarptırıldı. Bu süreç, dünyanın en uzun soluklu geçiş dönemi adaleti örneklerinden biri olarak literatüre geçti. Fakat hakikat her zaman hayatta karşılık bulmadı. Bazı subaylar sessizce öldü; bazıları hiçbir şey söylemeden gözlerini kapattı. Adalet bazen mahkeme salonlarına değil, mezarların başına geldi.

Bugün Arjantin’in hafıza politikası tek bir cümlede özetlenebilir: “Geç olsun, ama susmasın.”
Hakikat geç kalmış olabilir, fakat artık geri dönmeyecek kadar açığa çıkmıştır. Ve belki de bu ülkeyi gerçekten iyileştirecek olan şey, açılan dosyalar, konuşan tanıklar ve unutuşa karşı direnen hafıza mekânlarında saklıdır; çünkü Kirli Savaş’ın asıl mirası, yalnızca kaybolanlar değil, gerçeğin kendisiyle verilen bu uzun mücadeledir.

  1. Kayıpların Çocukları: Kimlik Krizi, DNA Devrimi ve Büyükanne Hareketinin Gizli Arşivleri

Arjantin’in Kirli Savaşı’nın en sinsi suçlarından biri, insanların zorla kaybedilmesi kadar, henüz doğmamış ya da yeni doğmuş çocukların kimliklerinin silinmesi ve onlardan birer boş sayfa yaratılmasıydı. Bu çocuklar bugün 40–50 yaşlarına gelmiş yetişkinler; fakat içlerinde hâlâ kapanmayan bir boşluk taşıyorlar: “Ben kimim?” sorusu, Arjantin toplumunun en derin yaralarından biri olarak hâlâ orada duruyor.
Bu çocukların çoğu, askeri rejimin sessiz bir politik projesinin parçası olarak “temiz geçmişli” ailelere verildi. Hamile tutuklular gizli merkezlerde doğuma zorlanıyor; bebekler subayların evlerine, rejime yakın bürokratlara, muhafazakâr Katolik ailelere ya da sahte evlat edinme kurumları üzerinden dağıtılıyordu. Bazı bebekler genç subaylara “sadakat ödülü” olarak bile verilmişti. Bu mekanizma yalnızca yeni bir aile yaratmak değildi; kaybolanların soyunu kesmek, mirası dağıtmak ve toplumsal belleği köreltmek üzere tasarlanmış biyopolitik bir mühendislikti.

DNA Devrimi ve Büyükanne Adaleti: Bilimin Hafızayla Buluşması

1980’lerde ergenliğe yaklaşan birçok genç, kimliklerindeki çatlağı sezerek büyüdü. Doğum tarihleri tutmuyordu, evraklar eksikti, fotoğraflarda yer almıyorlardı, kardeşlerine benzemiyorlardı. Arjantinli akademisyenler bu duruma “kimlik huzursuzluğu” (desasosiego identitario) adını verdi. Bazı gençler, yıllar sonra “yanlış bir bedende büyüdüm” hissinden söz edecekti; bu ifade, travmanın yalnızca sosyolojik değil, biyolojik bir aktarım olduğunu gösteren en çarpıcı kanıtlardan biri olarak kabul edildi.
Arjantin bu karanlığın ortasında dünyaya bir adalet aracı sundu: Banco Nacional de Datos Genéticos. 1987’de kurulan bu kurum, kaybolanların çocuklarını biyolojik aileleriyle DNA eşleştirmesi yaparak bulmayı amaçlıyordu. Burada geliştirilen “büyükanne indeks testi” yalnızca Arjantin’i değil, tüm dünyayı değiştirdi; genetik bilimi ilk kez siyasal bir hakikat aracı haline geldi. Bu bilimsel devrim, Plaza de Mayo Büyükanneleri’nin yıllarca sessizce yürüttüğü arşiv mücadelesiyle birleşti. Sahte doğum belgeleri, şüpheli vaftiz kayıtları, gizli doğum defterleri ve hatta papazların koyduğu küçük nokta işaretleri… Hepsi birer hafıza parçasıydı; devletin susturduğu yerde büyükanneler hafızayı kendi yöntemleriyle büyütmeyi başardı.
Bugüne kadar 132 kayıp çocuk kimliğini geri kazandı. Bu insanların söyledikleri ilk cümle çoğu zaman aynıydı: “Bana gerçek soyadımı verin.” Bu geri dönüş her zaman bir mutluluk hikâyesi değildi. Kimileri sahte ebeveynlerini mahkemeye verdi, kimileri bağını tamamen kopardı; bazıları ise biyolojik ailesini bulduktan sonra dahi yaşamını yeniden kurmakta zorlandı. “Kim olduğumu biliyorum ama nasıl yaşayacağımı bilmiyorum” cümlesi, bu içsel kırılmanın en sade özeti haline geldi.

300 Kayıp Kimlik: Arjantin’in Geleceği Geçmişini Arıyor

Bu kimlik mücadelesi, Arjantin’de hukuk, biyoloji ve hafıza arasında üçlü bir çekişme başlattı. Hukuki kimlik, resmi kayıtların söylediğiydi; biyolojik kimlik, DNA’nın fısıldadığı bir gerçekteydi; hafıza kimliği ise çocuğun kültürünü, geçmişini, politik izlerini yeniden kurmaya çalışıyordu. Bu üç kimlik her zaman uyumlu değildi; fakat Arjantin’in çabası, hiçbirini yok saymadan yeni bir bütünlük inşa etme arayışıydı.
Bu süreç yalnızca bulunan çocukları değil, onları büyüten aileleri de sarstı. Bazı aileler yıllarca gerçeği inkâr etti; “Seni sokaktan kurtardık” gibi cümlelerle kendi kendilerine bir masal uydurdu. Bu durum Arjantin’de yeni bir kavramın doğmasına yol açtı: duygusal inkâr (negación afectiva). Bu inkâr, evlerin içinde sessizce büyüyen bir çatlağa dönüştü; bir taraf gerçeği bulmak isterken diğer taraf bütün bir hayatı kaybetmemek için gerçeği reddediyordu.
Bugün Arjantin’de hâlâ yaklaşık 300 kişinin kimliği kayıp. Bu insanlar orta yaşta, meslek sahibi, çocuklu… ve kim olduklarını bilmiyorlar. Bu nedenle Arjantin’in bugünü, geçmişiyle birlikte yürümek zorunda. Bir ülke, zamana yayılmış bir şekilde kendi çocuklarını geri çağırıyor; ve her bulunan çocuk, yalnızca bir aileyi değil, bir ulusun yarım kalmış geleceğini tamamlamaya biraz daha yaklaştırıyor.

Sonuç: Zamanı Geri İstemenin Siyaseti

1976–1983 arasındaki Kirli Savaş, Arjantin’de yalnızca bir askerî diktatörlük dönemi değil, varlığın ve yokluğun yeniden tanımlandığı bir laboratuvar oldu. İnsanlar işkence gördü, öldürüldü, uçaklardan nehre atıldı, kimlikleri silindi; ama bütün bunların ötesinde, bir toplumun zamana ve hakikate dair algısı parçalandı. Kaybolanlar, çocukları çalınan anneler, evleri yağmalanan aileler ve kimliğini kırk yaşından sonra bir DNA raporuyla öğrenen yetişkinler… Hepsi, aynı karanlık mimarinin farklı odalarında dolaşan figürlerdi.

Bu mimarinin en çarpıcı yönü, şiddetin kendisinden çok örgütleniş biçimiydi. Futbol statlarının bodrumunda, kilise koridorlarında, apartman dairelerinde kurulan gizli merkezler; “transfer” adıyla sıradanlaştırılan ölüm uçuşları; sahipsiz ilan edilen mallar; kayyıma devredilen işyerleri… Devlet, insan bedenini, mekânı ve mülkiyeti aynı anda hedef alan bütüncül bir şiddet rejimi inşa etti. Arjantin’de kaybolmak, bu yüzden sadece fiziksel bir yok oluş değil, hukuki, ekonomik ve biyografik bir silinme anlamına geliyordu.

Bu silme operasyonuna karşı en güçlü cevap ise sokakta, Plaza de Mayo’da verildi. Anneler ve Büyükanneler, beyaz tülbentleriyle devletin “No consta” dediği her dosyanın aslında yaşanmış bir hayat, bir çocukluk fotoğrafı, bir mutfak masası, bir boş sandalye olduğunu hatırlattı. Yine de bu direnişin kendisi bile çatışmasız değildi: Asociación ve Línea Fundadora arasındaki ayrılıklar, annelerin hafızasının da tek renkli olmadığını gösterdi. Kimi hakikat olmadan adaletin, kimi adalet olmadan hakikatin mümkün olmayacağını savundu; kimi için devrimci siyaset, kimi için hukuki süreçler öncelikliydi. Plaza de Mayo, bu açıdan sadece kayıpların değil, adalet arayışlarının da çatıştığı bir sahneye dönüştü.

Ekonomik boyut ise bu hikâyenin en az konuşulan, ama en yakıcı katmanlarından biri olarak karşımızda duruyor. Dondurulan banka hesapları, “işlem yokluğu” bahanesiyle devlete aktarılan birikimler, “terk edilmiş mülk” statüsüne sokulan evler ve işletmeler… Kaybolanlarla birlikte orta sınıfın bir kuşağı da yoksullaştırıldı. “Duelo suspenso” denen askıya alınmış yas hâli, yalnızca duygusal değil, ekonomik bir felce de işaret ediyor: Ne mirasını devredebilen ölüler, ne de hayatını planlayabilen yaşayanlar… Arjantin, bu anlamda, ekonomik adalet ile hafıza politikalarını birbirine eklemeyi hâlâ bütünüyle başarmış değil.

Bütün bu karanlığın içinde belki de en radikal kırılma, genetik kimlik mücadelesiyle geldi. Banco Nacional de Datos Genéticos ve Abuelas’ın gizli arşivleri, bilimi devlet şiddetinin hizmetinden çekip mağdurların hizmetine veren bir karşı hamle oldu. Büyükanne indeksiyle geliştirilen DNA teknikleri, bugün birçok insan hakları davasında küresel standart sayılıyor. Yani Arjantin, bir yandan Kirli Savaş’ın laboratuvarı olurken, diğer yandan hakikat arayışının da laboratuvarı haline geldi. Kimliğini kırk yıl sonra öğrenen bir yetişkinin “Bana gerçek soyadımı verin” cümlesi, bu sürecin hem en yalın hem en sarsıcı özetlerinden biri.

Peki bütün bunların ardından Arjantin ne öğrendi?

 

Birincisi, sessizliğin de politik bir tercih olduğu; konuşmamanın her zaman tarafsızlık değil, çoğu kez cezasızlığın devamına hizmet eden bir konfor alanı olduğu. Diktatörlük yıllarında “No hables” — “Konuşma” cümlesi hayatta kalma refleksiydi; ama demokrasi döneminde aynı suskunluk, adaletin önündeki en büyük engellerden biri haline geldi.

İkincisi, hakikatin hiçbir zaman tek bir kurumsal rapora, tek bir mahkeme kararına, tek bir anıta sığmadığı. CONADEP’in “Nunca Más” raporu, büyük bir eşikti; fakat eksik alanları, sessiz bırakılan kategorileri, ulaşılamayan arşivleriyle birlikte düşünülmedikçe kendisi de bir tür resmî hafıza üretme riskini taşıyor. Hafıza, devletle sivil toplum, hukukla sokak, bilimle tanıklık arasında süren bitmeyen bir müzakere aslında.

Üçüncüsü ise adaletin “zaman aşımı”yla ölçülemeyeceği. Punto Final ve Obediencia Debida ile kapatılan davalar, yıllar sonra yeniden açıldı; yüzlerce fail mahkûm edildi. Evet, geç kalındı; birçok sanık mahkeme salonuna çıkamadan öldü. Ama bu süreç, dünya hukuk tarihinde önemli bir cümleyi kalın harflerle yazdı: “Geç olsun, ama susmasın.”

Bugün hâlâ yaklaşık üç yüz kişinin kimliği kayıp; hâlâ açılmamış arşivler, sonuna kadar kazılmamış mezarlar, anlatılmayı bekleyen tanıklıklar var. Bu nedenle Arjantin’in hikâyesi, tamamlanmış bir geçmiş değil, devam eden bir fiil: Arıyor, soruyor, kazıyor, karşılaştırıyor, dava açıyor, tartışıyor, tartışırken de kendi demokrasisini yeniden kuruyor.

Belki de bu yüzden, Kirli Savaş’a dair en doğru cümlelerden biri şu olabilir:
Arjantin, yalnızca kayıplarını değil, zamanını geri istemek için de mücadele ediyor.
Çünkü zorla kaybetmenin gerçek karşıtı sadece bulunmak değil; adı konmuş bir hakikat, tanınmış bir adalet ve sahiplenilmiş bir gelecek.

 

 

Kaynakça / Bibliografía

Resmi Belgeler ve Raporlar

  1. CONADEP (Comisión Nacional sobre la Desaparición de Personas). Nunca Más: Informe de la Comisión Nacional sobre la Desaparición de Personas. Buenos Aires: EUDEBA, 1984.
  2. Secretaría de Derechos Humanos de la Nación. Archivos del Terror de la Dictadura. Buenos Aires, çeşitli yıllar.
  3. Banco Nacional de Datos Genéticos (BNDG). Informes Institucionales y Publicaciones Científicas. Buenos Aires, 1987–2024.
  4. ESMA Museo Sitio de Memoria. Documentos institucionales y archivos abiertos. Buenos Aires, çeşitli yıllar.

 

Akademik Çalışmalar

  1. Agosin, Marjorie. The Mothers of Plaza de Mayo. University of New Mexico Press, 1998.
  2. Crenzel, Emilio. La Historia Política del Nunca Más: La memoria de las desapariciones en la Argentina. Buenos Aires: Siglo XXI Editores, 2008.
  3. Feitlowitz, Marguerite. A Lexicon of Terror: Argentina and the Legacies of Torture. Oxford University Press, 1998.
  4. Guglielmucci, Ana. Memorias de la ausencia: Hijos de desaparecidos en la Argentina. Buenos Aires: Paidós, 2015.
  5. Guzmán, Ana María. Niñez Robada: Apropiación de menores durante la dictadura militar. Editorial Biblos, 2012.
  6. Jelin, Elizabeth. Los Trabajos de la Memoria. Buenos Aires: Siglo XXI Editores, 2002.

 

DNA, Kimlik ve Adli Bilimler Üzerine Kaynaklar

  1. Penchaszadeh, Víctor B. & Schuler-Faccini, Lavinia. “Genetics and Human Rights: The Case of the Grandmothers of Plaza de Mayo.” Journal of Community Genetics, 1(3), 2010.
  2. Penchaszadeh, Víctor B. “The Abuelas de Plaza de Mayo and the Struggle for Identity.” The Lancet, 364(9442), 2004.
  3. Tobin, Jacqueline. The DNA Detectives: How Science Is Solving Crimes, Saving Lives… and Unlocking the Secrets of the Past. Little, Brown, 2003. (Arjantin DNA veri bankası bölümü)

 

Tanıklıklar ve Sözlü Tarih

  1. Verbitsky, Horacio. El Vuelo. Buenos Aires: Editorial Planeta, 1995.
    (Ölüm uçuşlarını itiraf eden Donanma subayı Scilingo’nun tanıklığı)
  2. Carlotto, Estela de. La Lucha por la Identidad. Buenos Aires: Abuelas de Plaza de Mayo Yayınları, 2007.
  3. “Los Arrepentidos” belgesel röportajları. Canal 13 & Página/12, 1995–1998.

 

Uluslararası Kurum Raporları

  1. Inter-American Commission on Human Rights (IACHR). Report on the Situation of Human Rights in Argentina, Washington D.C., 1980.
  2. United Nations Working Group on Enforced or Involuntary Disappearances. Argentina Reports, çeşitli yıllar.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA