Hepimizin elinde bir akıllı cihaz, kâh yazıyor kâh konuşuyoruz. Akıllı cihaz tuşlarına basmak için işaret parmaklarımızı o kadar çok kullanıyoruz ki, beynimiz bu duruma şaşırıp kalmıştır. Muhtemelen yeni nesillerin beyinlerinde işaret parmağına daha büyük yer ayrılacaktır. Fotoğraf çekmek ve çektirmek, pek sıradan bir faaliyet haline geldi. En az olanımızın dahi, 20 yıl öncesinde hiçbir ünlünün albümünde görülemeyecek kadar fotoğrafımız var. Bizi uzaydan seyreden birisi, son yıllardaki halimizi tasvire kalksa “biyolojik uzuvları haricinde her birinin ellerinden bırakmadıkları sürekli ona baktıkları, arada kulaklarına götürüp konuştukları, her gördükleri şeyi kaydetmeye çalıştıkları bir aygıta sahipler” diye başlardı cümlesine…
Evet, çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın erkek hepimiz böyleyiz. Öyle ki, kimileri, “zengin yoksul arasında da bu görünüm açısından fark yok, hepimizin yaşam tarzları aynılaştı, benzeşti” diyecek kadar ileri gidebiliyor. Bir zamanlar medyanın bilginin eşit dağılımını sağladığı ve demokrasi bilincine katkı yaptığı şeklindeki savunuların benzerlerini teknoloji için yapıyorlar. Bakalım öyle mi, biz zengin Kuzey-Yoksul Güney arasındaki farkın uçurum düzeyinde açılmaya başladığını, zenginlerin ebediyen yaşamak uğruna yoksulları tamamen gözden çıkardığını sanır ve savunurken hata mı yapıyoruz?
Çalışkan yerli akademi gerekli!
Pek beğendiğim, takdirle izlediğim ve sosyoloji araştırmaları, özellikle toplumsal tabakalaşma alanında yaptığı çalışmaları ve kitapları olan Lütfi Sunar Hocanın İlem Yayınları’ndan çıkan, editörlüğünü yine kendisinin yaptığı, “Beğeniler: Gündelik Hayatta Toplumsal Değişimin Yansımaları” kitabının sunuşuna yazdığı şu satırları birlikte okuyalım:
“Son yıllarda teknolojiden dolayı kültürel tabakalaşma azalmış gibidir. Hala aydın, az kültürlü, kültürsüz şeklinde kültürel beğeni ayrımları var olmakla birlikte farklı kökenlerden veya sınıflardan insanlar internet ve bilhassa sosyal medya sayesinde bir araya gelebilmekte ve tüm tabakalardan insanlar aynı kültürel ürünlere veya bilgiye erişebilmektedir…”
İster istemez teknomedyatik dünyaya olumlu bir gönderme yapıldığı hissini uyandırıyor bu ifadeler. Ama iki nedenle öyle değil. Birincisi, gidiş iyiye değil kötüye doğru zira. Sunar Hocanın dediği gibi “Teknolojiyle irtibatın arttığı ve yaygınlaştığı bugün hemen herkesin dile getirdiği bu ‘değişim ve dönüşüm’ olgusunu vitrinlere bakan değil kendini vitrine taşıyan öznelerin dünyasında”yız artık. Tüketim toplumu hepimizi gösterinin bir parçası haline getiriyor. İkinci neden de sanıldığı gibi teknolojinin zengin-fakir ayrımını ortadan kaldırdığı falan yok. Sosyo-ekonomik statüyü belirleyen temel etmenler, eğitim, gelir ve meslek dün olduğu gibi bugün de aynı duruyor. Sözünü ettiğim kitaptaki makalelerde ve özellikle Sunar Hoca ile ekibinin 2014 yılında yaptıkları Türkiye’de Sosyo-Ekonomik Statü (SES) Endeksi geliştirmeye dönük araştırma sonuçlarına bakıldığında bu açıkça görülüyor.
Sunar ve arkadaşları yaptıkları araştırmada, Türkiye’de toplumsal tabakalar arasında sanılanın aksine, tüketim ve yaşama tarzları açısından belirgin bir ayrım olduğu sonucuna varıyorlar. Ailece yemeğe çıkma, sinema/tiyatro/spor veya konser etkinliklerine gitme, tatile çıkma, düzenli spor yapma açısından bakıldığında farklı toplumsal tabakalar arasında bariz bir farklılık olduğu görülüyor. Alt ve üst SES grupları daha aile biçimlerinde bile ayrışıyorlar, yoksullar geniş ailelerde yaşarlarken üst SES grupları çekirdek aileden tek kişilik hanede yaşamaya geçmeye başlamışlar.
Medya kullanım tercihlerine ve internet kullanımına bakıldığında da alt ve üst SES grupları arasında, teknolojinin yol açtığı benzeştirmeden ziyade bariz bir farklılık olduğu göze çarpıyor. Yoksullar, neredeyse tüm boş vakitlerini televizyon izlemekle geçiriyorlar. Arkadaşlarıyla da bir araya geliyorlar, akraba ve yaşlı ziyaretini de çok yapıyorlar ama orada da büyük ihtimal vaktin çoğunu ekran karşısında oturmak alıyor. Televizyonda dizilere bakıyorlar, haberleri izliyorlar. İlginç biçimde üst SES grupları daha çok radyo dinliyorlar. Bunda otomobillerinde vakit geçirmelerinin payı büyük olmalı. İnsanların sosyo-ekonomik tabakalaşmadaki yerleri yükseldikçe internet kullanma oranları da artıyor. Alt ve üst SES grupları arasında sosyal medya hesapları açısından bile fark var. Facebook kullanıcıları arasında bir fark görülmüyor ama Twitter (X) ve Instagram hesabına sahip insanların sayısı SES seviyesi arttıkça artıyor. Kısacası, araştırma, sosyo-ekonomik statünün beğenileri, kültürel eğilimleri ve yaşama tarzını belirlemeye devam ettiğini açıkça gösteriyor.
Daha cesur ve Bourdieu gibi sosyologlar lazım
Bu araştırma sınıf atlamaları, muhafazakârlık eğilimlerini, dindarlık düzeylerini pek hesaba katmadan yapılmış. Eğer onlar da dikkate alınmış olsaydı, hepimizin son çeyrek yüzyılda gördüğümüz gerçek gün yüzüne çıkar, dün eleştirdikleri yaşama tarzına üst sınıflara iktidar imkânlarıyla yeni katılanların küçük bazı dini değişikliklerin haricinde aynen sahip olduklarını ve tekrar ettiklerini görürdük. İnancını yaşama tarzını değil yaşama tarzının inanma biçimini belirlediğini, dini yorumlayışlarda inanılmaz hızlı dönüşümler ortaya çıktığını dehşet içinde fark ederdik. Aslında bunun için anket ve araştırma sonucu beklemeye gerek yok, görüyor ve fark ediyoruz. Üst sınıfların mensupları değişiyor, üst sınıf tavrı tamamen aynı kalıyor.
Bütün bunları konuşabilmek için, ekonomik sermaye ile sosyal ve simgesel sermaye bağlantılarını, sınıf ve yaşama tarzlarını, görünür ve görünmez tahakküm biçimlerini, devleti, okulu, dili, medyayı inceleyen sağlam bir sosyolojik bakışa ve araştırmalara ihtiyaç var. Mesela 1990’larda Fransa’yı baştan başa dolaşarak yaşanan sefaleti tama yakın resmetmeye çalışan Pierre Bourdieu ve ekibinin (“Dünyanın Sefaleti” kitabında yer verdiği) yaptığı türden çalışmalar lazım; tabii bunun için de teorik ve ideolojik önyargılardan arınmış, kendisini de masaya yatırabilen fenomenolojik bir yöntem ve bakış açısı…
Sosyolog Pierre Bourdieu, farklı toplumsal sınıfların farklı kültürel eğilimler göstereceğini, işçiler futbol ya da boksla ilgilenirken, burjuvazinin tenis oynamaya meyledeceğini söylerken haklıydı. Kanaatimce Bourdieu sadece beğenilerde toplumsal tabakanın önemine işaret derken değil bu durumda eğitimin ana rolü oynadığını söylerken de haklı. Okullardaki ders programları bile orta ve üst sınıfların kültürel kodlarına göre hazırlanıyor, alt sınıflar daima toplumun geri kalanından ayrıştırılıyor. Eğitim aracılığıyla sınıflar arasındaki eşitsizlikler sürekli olarak yeniden üretiliyor. Ve işin ilginç yanı, yoksulların neden böyle olduğunu sorgulamak gibi bir niyetleri yok…
Geçen yıl LGS (Lise Giriş Sınavı) sonuçları açıklandığında içim yandı. Sınav sistemi ve soru tarzı eleştirilebilir ama sonuçta birçok birinci çıktı. Birçok evladımız tüm soruları yapmış olduğu halde, devlet okullarından gelenler, okul başarı puanlarındaki küçücük farklar nedeniyle istedikleri okullara yerleşemediler. Maalesef bu inanılmaz eşitsizlik durumu küçük bir haber olarak geçti gitti. Oysa bu açıktan bir kıyamet habercisiydi ve adalet aranan bir dönemde, adı adalet olan bir partinin iktidarında gündeme gelmişti. Eğitim sistemimizdeki sınıf farklılıklarının giderek azıtması üzerine benim bildiğim tek bir bilimsel çalışma yok, devlet giderek “kimsesizlerin kimsesi” olmaktan çıkıyor.
Buraya kadar söylediklerimizi görünür, empirik araştırmalarla ulaşılabilir kesimlerden yola çıkarak ifade ettik. Daha henüz dilimin altındaki baklayı çıkarmadım. Yazımızın başlığında da yer alan “Teknoloji, zengin-fakir ayrımını ortadan kaldırıyor mu?” sorusunun cevabı galiba apaçık göründü. Tam tersi oluyor, zengin-fakir ayrımı giderek artıyor. İnsanlık tarihinde görülmedik biçimde yeni bir madun, işe-güce yaramaz, adeta “artık” bir kitle ortaya çıkıyor. Marx, lumpen proletarya için “toplumsal tortu” derdi. Bu yeni madunlar, bırakın tortu olmayı, bildiğin atık, safra atığı… Korkarım, artan teknoloji, robotlar ve AI imkanlarıyla en zenginler, tüm diğerlerini atık hale getirmeye, dünyayı (belki de uzayı) sadece kendileri için tasarlamaya çalışıyorlar. Hep söylüyorum, modernlik sanıldığı gibi insan-merkezli falan değil tamamen insan-karşıtı bir uygarlık…
