Çin’in Anı: Washington ve Moskova’nın Pekin’e Boyun Eğdiği An

Bir zamanlar ABD ile Sovyetler Birliği’nin rekabet eden güçleri arasında hayatta kalmaya çalışan bir ülke olan Çin, artık bu iki eski küresel güç merkezi — Washington ve Moskova — Pekin’in gücü ve etkisi karşısında sınırlanmış durumda.
Kasım 16, 2025
image_print

Trump’ın son geri adımının ardından, Çin bugün, uluslararası etki bakımından daha önce hiç ulaşmadığı bir yüksekliğe ulaşmış durumda.

Kısa süre önce Güney Kore’de düzenlenen Xi–Trump zirvesi büyük ilgi topladı. Zirvede kimin galip çıktığı konusunda çokça tartışma olsa da, bir şey kesin: Çin’in küresel sahnedeki etkisi eşi benzeri görülmemiş bir düzeye ulaştı.

On yıllar önce, Soğuk Savaş sırasında Çin, ABD ile Sovyetler Birliği’nin iki kutbu arasında sıkışmış bir ülkeydi ve hassas bir denge siyaseti yürüterek hayatta kalmak zorundaydı. Bugün ise zaman değişti. Çin artık hem Washington hem de Moskova üzerinde kritik bir etki gücüne sahip; öyle ki her iki tarafın da Pekin’den yön almasını sağlayacak bir kudreti elinde tutuyor.

Sovyet döneminde Çin, “Büyük Ağabey”ine hayranlık ve saygı duyarak, Sovyetler Birliği’ni sosyalist kampın güçlü lideri olarak görürdü. Amerika Birleşik Devletleri ve Batı tarafından dışlanan Çin, Sovyet ekonomik ve askerî yardımına büyük ölçüde bağımlıydı; Moskova ise Pekin’in siyaseti üzerinde önemli bir nüfuz sahibiydi.

Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra dahi, hâlâ dünyanın ikinci en güçlü askerî gücü olarak görülen Rusya, özellikle Pekin’in ordusunu modernize etmek için Rus silah ithalatına olan bağımlılığı aracılığıyla, Çin üzerinde kayda değer bir etki sürdürmeye devam etti.

Ancak Rusya’nın ekonomisi, uzun vadeli Batı yaptırımları altında kötüleşmeye devam ederken ve özellikle Ukrayna savaşının patlak vermesinden bu yana ulusal gücü gerilerken, ülke hem ekonomik hem de askerî açıdan eşi benzeri görülmemiş bir darbe aldı. Bunun sonucunda, Rusya sistemini ayakta tutabilmek için Çin’e giderek daha fazla bağımlı hale geldi.

Bu süreçte Çin, Rusya’nın hem ithalat hem de ihracat açısından en büyük ticaret ortağı olarak vazgeçilmez bir partner hâline geldi. 2024 yılında ikili ticaret 237 milyar ABD dolarıyla rekor seviyeye ulaştı ve Çin, artık Rus petrolü ve gazı için kritik bir alıcı konumunda. Dahası, Çin’in çift kullanımlı mal tedariki, Ukrayna’daki devam eden çatışma ortamında Rusya’nın savunma sanayisi için hayati bir can simidine dönüştü.

Batı, Kiev’e yönelik askerî yardımı artırıp Moskova’ya uygulanan yaptırımları sıkılaştırırken; Ukrayna toprakları üzerindeki hak iddialarından vazgeçmek istemeyen Rusya’nın Pekin’e daha da fazla yaslanmaktan başka seçeneği kalmadı.

Bu değişen güç dinamiği, Eylül ayında Çin’in askerî geçit töreni sırasında tüm çıplaklığıyla gözler önüne serildi. Uzun süredir siyasi bir güç figürü olarak görülen Vladimir Putin, Xi Jinping’in yanında saygılı bir tavırla duruyor; neredeyse Çin liderinin bir astı gibi görünüyordu.

Tek Taraflı Uygulayıcıdan İsteksiz Müzakereciye

ABD–Çin diplomatik ilişkilerinin kurulmasının ardındaki başlıca nedenlerden birinin, giderek daha düşmanca ve tehditkâr hâle gelen eski müttefiki Sovyetler Birliği’ne karşı denge unsuru olarak Washington’a güvenmek isteyen Pekin’in stratejisi olduğu iyi bilinmektedir.

Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından, Amerika Birleşik Devletleri dünyanın tek süper gücü olarak öne çıktı ve Çin üzerindeki etkisi inkâr edilemez hâle geldi. Çin’in reform ve dışa açılım süreci, birçok bakımdan küresel ekonomiye entegrasyonunu sağlayan ABD ile kurduğu ilişkilere dayanıyordu.

Yıllar boyunca Washington, insan hakları, Hong Kong ve ulusal güvenlik gibi gerekçelerle, ticaret kısıtlamaları, ihracat kontrolleri ve askerî ambargolar gibi tedbirler yoluyla Çin’e çeşitli yaptırımlar uyguladı. Buna karşılık Pekin, büyük ölçüde diplomatik protestolarla ve belirli ABD’li yetkililere yönelik sınırlı vize yasaklarıyla yetindi; bu önlemler büyük oranda sembolikti ve Washington’a gerçek anlamda kayda değer bir zarar vermedi.

Kısacası Amerika, uzun süredir yaptırımların tek taraflı uygulayıcısı, Çin ise tek taraflı hedefi olmuştu. Donald Trump’ın ikinci döneminde Washington, Çin’e karşı yeni bir ticaret savaşı başlattı. Ancak bu kez, Pekin yaptırımların pasif alıcısı olarak geçmişteki rolünden sıyrıldı.

Küresel tedarik zincirlerinde —özellikle kritik önemdeki nadir toprak elementlerinde— sahip olduğu baskın konumu ve ABD’nin büyük ölçüde bağımlı olduğu soya fasulyesi gibi kilit ihracat ürünleri üzerindeki etkisini kullanarak Çin, bir dizi hedefli karşı önlemle yanıt verdi. Bu karşı hamleler ABD ekonomisine gerçek zarar verdi ve Washington’u müzakere masasına geri dönmeye zorladı.

Güç dinamiklerindeki kayma, Ekim ayında yeniden alevlenen ticaret türbülansında daha da belirginleşti. Yaz boyunca yapılan çok sayıda görüşmenin ardından her iki taraf da bir ateşkes üzerinde uzlaşmış olsa da, sonbaharda gerginlikler yeniden tırmandı. Eylül sonunda Trump yönetimi, ihracat kontrol önlemlerini genişletti—Kuruluş Listesi (Entity List) ve Askerî Son Kullanıcı (Military End User, MEU) kısıtlamalarını, bu listelerde yer alan tarafların doğrudan ya da dolaylı olarak %50 veya daha fazlasına sahip olduğu ABD dışı kuruluşları da kapsayacak şekilde yaygınlaştırdı—ve Çin gemilerine yönelik yeni liman ücretleri getirdi.

Pekin hızlı ve kararlı bir biçimde yanıt verdi. ABD gemilerine uygulanan liman ücretlerini karşılıklılık esasına göre aynen yürürlüğe koymanın yanı sıra, nadir toprak elementleri üzerinde sınır ötesi etkiye sahip yeni ihracat kontrolleri getirdi. Bu hamle Washington’u hazırlıksız yakaladı ve Beyaz Saray’da gözle görülür bir hayal kırıklığına yol açtı.

Ancak, nadir toprak elementleri tedarik zincirinde Çin’in ezici üstünlüğü karşısında, ABD’nin geri adım atmaktan ve gerilimi düşürmeye çalışmaktan başka seçeneği kalmadı. Kısa süre içinde iki taraf yeniden Malezya’da müzakere masasına döndü ve ticaret savaşında bir başka geçici ateşkes ilan edildi.

30 Ekim’deki Xi–Trump zirvesi, ABD–Çin ticaret ateşkesine görünürde daha fazla istikrar kazandırmış gibi görünse de, aynı zamanda kritik bir gerçeği de gözler önüne serdi: Bu süregiden rekabette, Pekin nadir topraklar üzerindeki etkisini güçlü bir koz olarak elinde tutuyor.

Washington’un bu konuyu görüşmek üzere Pekin ile yeniden ilişki kurma konusundaki hevesi, ABD’nin artık tek taraflı yaptırım uygulayabilen baskın bir aktör değil; Çin’in temel kaynaklar üzerindeki kontrolü tarafından sınırlanan reaktif bir müzakereci olduğunu ortaya koyuyor.

Amerika Birleşik Devletleri her ne kadar Avustralya ve Japonya ile birlikte nadir toprak elementleri tedarik zinciri üzerindeki kontrolü ortaklaşa güçlendirmeye yönelik anlaşmalar imzalamış olsa da, bu hedefe ulaşmak yıllar alacak. Çin ise “nadir toprak avantajı”nın kendi ellerinden eriyip gitmesini seyretmeye hiç niyetli değil.

Aksine, Pekin’in bu stratejik fırsat penceresini sonuna kadar kullanarak, bu kritik malzemeler üzerindeki tekelinden faydalanarak ulusal çıkarlarını azami düzeye çıkarması bekleniyor.

İki güç arasında ekonomik ve güvenlik temelli sürtüşmelerin artarak devam etmesiyle birlikte, Çin’in Washington baskı uygulamaya çalıştığında nadir toprak kartını tekrar tekrar oynayarak, ABD’yi daha zayıf taraf olarak yeniden müzakere masasına döndürmesi pekâlâ beklenebilir.

Dünyanın Zirvesinde

3 Eylül’deki Çin askerî geçit töreninde Vladimir Putin’in Xi Jinping’in yanında saygılı bir tavırla yürümesi ve 30 Ekim’deki zirvede Donald Trump’ın Xi’yi sıcak bir şekilde karşılayıp ardından alışılmadık bir nezaketle uğurlaması gibi örneklerin gösterdiği üzere, Çin bugün, daha önce hiç ulaşmadığı bir uluslararası etki düzeyine erişmiş durumda.

Bir zamanlar ABD ile Sovyetler Birliği’nin rekabet eden güçleri arasında hayatta kalmaya çalışan bir ülke olan Çin, artık bu iki eski küresel güç merkezi — Washington ve Moskova — Pekin’in gücü ve etkisi karşısında sınırlanmış durumda.

Bu durumun kırılıp kırılamayacağı ise kısmen Moskova’nın Ukrayna’daki savaşı sürdürme konusundaki istekliliğine ve Washington ile müttefiklerinin, kritik tedarik zincirlerinde Çin’e olan bağımlılıklarını ne kadar hızlı azaltabileceklerine bağlı.

* Linggong Kong, Auburn Üniversitesi’nde siyaset bilimi alanında doktora adayıdır. Araştırmaları, uluslararası ilişkiler, Çin’in büyük stratejisi ve Kuzeydoğu Asya güvenliği üzerine odaklanmaktadır. Yorumları, The Conversation, The Diplomat, Asia Times, China Factor ve Newsweek Japan gibi yayın organlarında yayımlanmış veya yeniden yayımlanmıştır.

 

Kaynak: https://asiatimes.com/2025/11/chinas-moment-when-washington-and-moscow-both-bow-to-beijing/

SOSYAL MEDYA