Gazze Ateşkesinin Sahte Vaadi

Gazze’deki kırılgan ateşkes, İsrail-Filistin çatışmasının çözümünün başlangıcı bir yana, bölgenin yeniden düzenlenmesinden de son derece uzaktır. Bu ateşkes, esasen sarsılmaz Amerikan desteğiyle sürdürülen kalıcı bir İsrail hegemonyasına dayanmaktadır—ki bu koşullar artık kalıcı olarak görülemez.
Kasım 10, 2025
image_print

İsrail’in maksimalist tutumu ve ABD’nin kararsız desteği, kalıcı bir İsrail-Filistin çözümü için iyiye işaret etmiyor.

Gazze’deki ateşkesin üzerinden bir ay bile geçmeden büyük baskı altına girdi. Aslında, geri döndürülemez bir hâle gelip gelmediği sorgulanıyor. Amerikan arabulucularından oluşan üçlü—Başkan Yardımcısı JD Vance, Özel Elçi Steve Witkoff ve Jared Kushner—İsrail Başbakanı Netanyahu’yu son haftalarda Gazze’ye iki kez saldırmaktan alıkoyamadı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) hedeflerine yönelik olarak, başıbozuk Hamas ve İslami Cihad unsurlarınca düzenlenen ve birkaç İsrail askerinin ölümüne ve yaralanmasına yol açan saldırılara misilleme olarak, düzinelerce Filistinli öldürüldü.

Ayrıca, mevcut koşullarda Arap ve Müslüman ülkeleri Uluslararası İstikrar Gücü’ne asker göndermeye ikna etmek, hele ki bu askerlerin Hamas kadrolarıyla savaşarak onları silahsızlandırmaları gerekecekse, son derece zor, hatta imkânsız olacaktır. Bu nedenle, Hamas’ın silahsızlandırılmasını ve yerine Gazze’de bir tür yönetim otoritesinin kurulmasını içeren ateşkesin ikinci aşaması, daha şimdiden yürürlüğe girmesi mümkün olmayan bir öneri gibi görünmektedir. Bu karamsar sonuca varılmasının hem kısa hem de uzun vadeli nedenleri vardır.

İlk olarak, Hamas’ı tüm silahlarını teslim etmeye ve siyasi unutulmaya karışmaya ikna etmek imkânsız olacaktır. Bu, İsrail’in temel taleplerinden biri olup, ABD tarafından da desteklenmektedir. Silahlarını bırakmak, kendisini İsrail işgaline karşı mücadele etmeye adanmış ulusal bir direniş örgütü olarak tanımlayan Hamas’ın varlık gerekçesini geçersiz kılacaktır. Böyle bir adım, Hamas’ın kendi ölüm fermanını imzalaması anlamına gelir. Dahası, Hamas’ın bu talebi kabul etmesi gibi düşük olasılıklı bir durumda bile, onun yerini Filistin İslami Cihad gibi daha radikal örgütler büyük olasılıkla alacaktır.

İkinci olarak, İsrail hükümetinin son zamanlardaki orantısız askerî tepkisinin de gösterdiği üzere, Gazze’deki askerî harekâtı yeniden başlatmak için sabırsızlandığı açıktır. Netanyahu, sadece Başkan Trump’ın yoğun baskısı nedeniyle ateşkesi kabul etmiştir. Kabinesindeki önemli bir kesim, Filistinli silahlı direnişin tamamen yok edilmesi ve Gazze’nin tümüyle yeniden işgal edilmesi dışında bir ateşkese karşı çıkmaktadır. İsrail hükümeti, Netanyahu’nun savaşın başında açıkça dile getirdiği maksimalist hedeflere ulaşmak için Gazze’deki askerî harekâtı sürdürme fırsatlarını sürekli kollayacaktır. Nitekim Hamas’ın elindeki sağ kalan tüm İsrailli rehineleri serbest bırakmış olmasıyla birlikte, hükümetteki pek çok isim—ordu mensupları da dahil—bu seçeneği artık daha da cazip bulacaktır.

Gazze’nin hâlâ doğrudan İsrail işgali altında bulunan yüzde 53’lük kısmını “Orta Doğu’nun Riviera’sı”na dönüştürmek—ki bu öneri, örtük biçimde geniş çaplı bir nüfus transferini onaylamaktadır—Netanyahu ve sağcı müttefikleri için büyük bir cazibe taşıyabilir. Ancak bu aynı zamanda Hamas destekçilerinin elini güçlendirecek ve İsrail ile ABD’nin asıl amacının Gazze’yi nüfusundan arındırmak ve İsrail’e ilhak etmek olduğu yönündeki Filistinlilerin en büyük korkularını doğrulayacaktır. Bu da Filistinlilerin İsrail ve ABD planlarına karşı koyma kararlılığını artıracak ve Hamas’ın Gazze halkı nezdindeki itibarını yeniden kazanmasına yardımcı olacaktır.

En önemlisi, uzun vadede, ateşkesin ardından önerilen düzenlemeler—eğer ateşkes kalıcı olursa—İsrail’in Orta Doğu’daki hegemonyasının süreceği varsayımına dayanmaktadır. İsrail’in Hizbullah’ın askerî kapasitesini büyük ölçüde yok etmedeki başarısı, Esad rejiminin devrilmesinden sonra Suriye’deki varlığını genişletmesi, Amerikan desteğiyle İran’ın nükleer ve füze kapasitesini ciddi biçimde zayıflatma yeteneği ve Gazze’yi neredeyse yerle bir etmesi gibi gelişmeler, İsrail’in Orta Doğu’yu kendi tercihlerine göre ciddi bir muhalefetle karşılaşmadan yeniden şekillendirebileceği yönünde yanlış bir imaj yaratmıştır. Askerî açıdan rakipsiz konumuna rağmen, İsrail ayakları çamurdan bir devdir.

Bu durumun ilk nedeni demografik tabanıdır. İsrail, 1967 sınırları içinde 9,6 milyonluk bir nüfusa sahiptir ve bu nüfusun yüzde 21’ini, yani yaklaşık 1,9 milyonunu Filistinliler oluşturmaktadır. Batı Şeria ve Gazze Şeridi dâhil olmak üzere toplam Filistin nüfusu ise 5,6 milyondur. İsraillilerin hatırı sayılır bir kesiminin ve özellikle mevcut hükümetin hayalini kurduğu “Büyük İsrail”, Yahudiler ile Filistinliler arasında nüfusun neredeyse eşit olarak bölündüğü bir yapıya sahip olacaktır. Dolayısıyla demografik açıdan bakıldığında, fiilen iki uluslu bir devlet olacaktır.

Bu durum, İsrail için varoluşsal bir ikilem yaratacaktır. Demokrasi olarak kalmak ve bu şekilde tanınmak istiyorsa, tüm Yahudi ve Filistinli vatandaşlarına eşit haklar tanıyan iki uluslu bir devletin hem siyasi hem de demografik gerçekliğini kabul etmek zorunda kalacaktır. Alternatif olarak, bir etnik grubun diğerini yönettiği bir apartheid devleti olduğunu—tıpkı Güney Afrika’nın Afrikaner yönetimi altındaki dönemi gibi—açıkça kabul etmesi gerekecektir.

İlk seçenek, Ortadoğu’nun kalbinde bir Yahudi devleti kurma yönündeki Siyonist hayalin sonu anlamına gelecektir. İkinci seçenek ise mevcut durumu resmileştirecek, ancak aynı zamanda İsrail’i uluslararası bir kınama seliyle karşı karşıya bırakacaktır. Her iki seçenek de İsrail’i içten bölünmüş ve uluslararası alanda izole olmuş bir hâlde bırakacaktır. Yüz milyonlarca aktif ya da potansiyel düşmanla çevrili bir bölgede böyle bir devletin hegemonik bir konumu sürdürmesi, uzun vadede son derece zor olacaktır.

İsrail hegemonyasının sürdürülemez olmasının ikinci nedeni, Gazze’ye yönelik yürüttüğü kampanyanın, özellikle Körfez şeyhlikleri ve Suudi Arabistan gibi bazı Arap rejimlerini korkutmuş olmasıdır. Bu rejimler, İsrail’i İran’ın bölgedeki emellerine karşı bir denge unsuru olarak görmekteydi. Bu değerlendirme, İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn arasında imzalanan ve daha sonra Fas ile Sudan’a da genişletilen Abraham Anlaşmaları’nın arkasındaki itici güçtü. Ancak bu devletler artık İsrail’i kontrolden çıkmış bir aktör olarak görmektedir.

Bu devletlerin bazıları Hizbullah’ın yok edilmesini gizlice memnuniyetle karşılamış olsa da, 68.000 Filistinli can kaybı—ki bunlar arasında binlerce sivil, kadın ve çocuk da bulunmaktadır—ve İsrail’in kuşatma altındaki nüfusu aç bırakma politikası, Arap devletlerini son derece tedirgin etmiştir. Bu ülkeler otoriter rejimler olsa da, yöneticileri Gazze’deki katliama duyulan halk öfkesinin meşruiyetlerini tehlikeye atacak bir kaynama noktasına ulaşabileceğinin farkındadır.

Ayrıca, İsrail’in Eylül ayında Katar’daki Hamas müzakerecilerine yönelik saldırısı—saldırı yapılmayacağı yönünde verdiği söze aykırı olarak—Körfez rejimlerini, İsrail’i bırakın müttefik saymayı, güvenilir bir dost olarak dahi göremeyeceklerine ikna etti. Bu rejimlerin yöneticileri, Yahudi devletine dostluk ve iş birliği teklifinde bulunmuş olmalarına rağmen, kendilerinin de İsrail saldırılarının hedefi hâline gelebileceğini artık fark ediyor. Bu durum, İsrail-Amerika ortaklığının Abraham Anlaşmaları’nı Körfez’in geneline yayma hayalini ve özellikle Suudi Arabistan ile olan hayati önemdeki normalleşme sürecini sekteye uğrattı.

Son olarak, İsrail’in Gazze’deki eylemleri, Amerika Birleşik Devletleri’nde halkın görüşünde köklü bir değişime yol açtı. Bu son derece önemli bir gelişmedir; zira İsrail’in Orta Doğu’daki hegemonya arayışı, tüm eylemlerinde Washington’dan sarsılmaz bir destek alacağı varsayımına dayanmaktadır. Bu durum ilk bakışta net görülmeyebilir, ancak ABD’de İsrail’e yönelik halk desteğindeki aşınma, çok uzak olmayan bir gelecekte Amerikan politikasına da yansıyacaktır.

Trump’ın, Netanyahu’yu barış planını kabul etmeye zorlaması—her ne kadar plan Netanyahu’nun hedeflerini tam olarak karşılamamış olsa da—gelecekte yaşanabileceklerin habercisi olabilir. Netanyahu’nun Doha’ya yapılan Eylül saldırısı için Katar başbakanını Beyaz Saray’dan arayarak özür dilemesi, İsrail’in ABD’ye olan bağımlılığını tüm açıklığıyla gözler önüne sermiştir.

Amerikan kamuoyunun İsrail’e yönelik tutumu, tarihte hiç bu kadar olumsuz olmamıştı. Pew tarafından yakın zamanda yapılan bir ankete göre, Amerikalıların yaklaşık yüzde 59’u İsrail hükümetine olumsuz bakıyor. Hatta Amerikalı Yahudilerin önemli bir kısmı bile İsrail’in Gazze’deki eylemleri konusunda ciddi çekincelere sahip. Washington Post’un yakın tarihli bir diğer anketi, Amerikan Yahudilerinin yüzde 61’inin İsrail’in Gazze’de savaş suçu işlediğini, yüzde 39’unun ise soykırım yaptığını düşündüğünü ortaya koydu.

Soykırım konusunda uzmanlaşmış akademisyenlerin büyük çoğunluğu da dâhil olmak üzere pek çok Amerikalı akademisyen, İsrail’in Gazze politikalarının soykırımın yasal tanımına uyduğunu düşünüyor. Bu değerlendirme, insan hakları örgütlerinin çoğu tarafından da paylaşılmaktadır. Kısacası, Amerikan kamuoyu, şu anda Avrupa’daki çoğu ülkenin kamuoyuyla benzer bir yöne kaymaktadır; bu da, İsrail ve ABD’nin itirazlarına rağmen birçok hükümetin Filistin Devleti’ni tanımasına yol açmıştır.

Kamuoyundaki bu değişim, sonunda Washington’daki karar alıcıları da etkileyecektir. Özellikle de, Trump’ın MAGA (Make America Great Again – Amerika’yı Yeniden Büyük Yap) tabanının önemli bir kesiminin, İsrail’in Amerika’yı bir başka “sonsuz savaşa” sürüklemesine karşı olması dikkate alındığında bu etki kaçınılmaz görünmektedir.

Amerika’nın İsrail’e verdiği desteğin yaşamsal önemi, İran’ın nükleer kapasitesini zayıflatma girişiminde Washington’a duyulan kritik bağımlılık üzerinden çok net biçimde ortaya çıkmıştır. İsrail-İran savaşının İsrail lehine sona ermesini sağlayan şey, Amerikan yapımı sığınak delici bombaların İran’ın nükleer tesislerine karşı kullanılması olmuştur.

Washington’un İsrail-Filistin çatışmasına ve genel olarak Orta Doğu’ya yaklaşımında yaşanacak büyük bir değişim, İsrail ile komşuları arasındaki tüm denklemi kökten değiştirebilir. Bu çıkarım, ABD’nin Orta Doğu’da büyük stratejik ve ekonomik çıkarlarının bulunduğu ve bu çıkarların bugüne dek İsrail’e duyulan sorgusuz desteğin gölgesinde kaldığı gerçeğiyle daha da pekişmektedir. Trump’ın uluslararası ilişkilere yaklaşımındaki işlemsel (transaksiyonel) tarzı ve müttefiklerin çıkarlarını Amerikan hedeflerine göre ikincil, hatta tamamen önemsiz gören “Önce Amerika” doktrini göz önüne alındığında, bu durum Trump yönetiminde kolayca değişebilir. Trump bu mantığı bugün Avrupa’ya uygulayabiliyorsa, yarın Orta Doğu’ya da uygulayabilir.

Ayrıca, İran’ın nükleer ve füze kapasitesinin zayıflaması ve Tahran liderliğindeki Direniş Ekseni’nin darmadağın olmasıyla birlikte, İsrail’in Washington nezdindeki stratejik değeri azalmıştır. Hatta bazı çevrelerde, İsrail artık Amerika’nın daha büyük stratejik ve ekonomik hedeflerine ulaşmasının önünde bir engel olarak görülmeye başlanmıştır. Amerika’nın koşulsuz desteği olmadan, İsrail’in bölgesel hegemonya hayalleri onarılamayacak şekilde çökecektir.

Gazze’deki kırılgan ateşkes, İsrail-Filistin çatışmasının çözümünün başlangıcı bir yana, bölgenin yeniden düzenlenmesinden de son derece uzaktır. Bu ateşkes, esasen sarsılmaz Amerikan desteğiyle sürdürülen kalıcı bir İsrail hegemonyasına dayanmaktadır—ki bu koşullar artık kalıcı olarak görülemez.

* Mohammed Ayoob, Michigan State Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Seçkin Emekli Profesördür. En son eseri: From Regional Security to Global IR: An Intellectual Journey (2024).

Kaynak: https://nationalinterest.org/blog/middle-east-watch/the-false-promise-of-the-gaza-ceasefire

SOSYAL MEDYA