Küreselsizleşme: Sola mı, Sağa mı?

Mesele, küreselsizleşmenin kaçınılmaz olup olmadığı değil; hangi biçimde gerçekleşeceğidir. Ticaret ilişkilerinde ultra-korumacılıkla, ekonomik ve askeri ilişkilerde tek taraflılık ve izolasyonizmle, ayrıca esas olarak ırksal ve etnik çoğunluğun çıkarlarına hizmet eden bir iç pazarın yaratılmasıyla karakterize edilen bir küreselsizleşme biçimi mümkündür. Nitekim Trump’ın Amerika Birleşik Devletleri’ni sürüklediği yön tam olarak budur.
Ekim 8, 2025
image_print

23 Eylül 2025’te, Foreign Policy Association (Dış Politika Derneği) ve Committee of 100 (100 Komitesi), Nobel Ödüllü Joseph Stiglitz ile yapılan bir şömine başı sohbetinin ardından, Focus on the Global South Yönetim Kurulu Eş Başkanı Walden Bello ile Kopenhag İşletme Okulu’ndan Edward Ashbee’nin katıldığı “Küreselsizleşme Kaçınılmaz mı?” başlıklı bir tartışmaya ev sahipliği yaptı. Bello, olumlu görüşü savundu. Dinleyiciler, iki taraftan daha ikna edici olanın Bello’nun pozisyonu olduğuna kanaat getirdi.

1990’larda, serbest ticaretin ve engelsiz sermaye akışlarının sınır tanımayan küresel bir ekonomide mümkün kıldığı bir döneme, yani “küreselleşme” çağına girdiğimiz söylendi. Bu sürecin bizi, mümkün olan en iyi dünyaya ulaştıracağı iddia edildi. Batı’nın ekonomik, siyasi ve entelektüel elitlerinin çoğu bu vizyonu benimsedi. The New York Times’ın saygıdeğer yazarı Thomas Friedman’ın, bu vizyona direnen bizleri “düz dünyacılar”, yani dünyanın düz olduğuna inananlar diye alaya aldığını hâlâ hatırlıyorum. Aynı derecede saygın Economist dergisinin ise “küreselsizleşme” terimini ilk kez benim ortaya attığımı yazdığını —ama bunu beni bir peygamber gibi selamlamak için değil, Jurasik geçmişe dönüş vaazı veren bir budala gibi göstermek için yaptığını— da hâlâ hatırlıyorum.

Otuz yıl sonra, bu “düz dünyacı”, içinde bulunduğumuz karmaşayı öngörmüş olmaktan gurur duymuyor; ancak bu karmaşada sınırsız küreselleşmenin merkezi bir rol oynadığını da inkâr etmiyor: son on yılların en yüksek eşitsizlik oranları, hem Küresel Kuzey’de hem de Küresel Güney’de artan yoksulluk, Amerika Birleşik Devletleri ve daha birçok ülkede sanayisizleşme, Küresel Kuzey’de tüketicilerin ve Küresel Güney’de tüm ülkelerin içine sürüklendiği devasa borç yükü, birbiri ardına patlayan finansal krizler, aşırı sağın yükselişi ve şiddetlenen jeopolitik çatışmalar.

Küreselleşme bizi yeni bir dünya düzenine değil, Cesur Yeni Dünya‘ya götürdü.

Kasvetli Bir Dönemin Anlık Görüntüleri

Artık geride bırakmakta olduğumuz küreselleşme dönemine dair üç anlık görüntü sunayım:

Anlık Görüntü No 1: Apple, küreselleşmenin başlıca yararlanıcılarından biriydi. Apple, ucuz işgücüyle desteklenen küresel tedarik zincirleri oluşturmak için ulusal ekonominin sınırlarından kaçışa öncülük etti. Bu konuda The New York Times’tan bir alıntı yapayım:

Apple, Amerika Birleşik Devletleri’nde 43.000, yurtdışında ise 20.000 kişiyi istihdam ediyor; bu rakam, 1950’lerde General Motors’ta çalışan 400.000’in üzerindeki Amerikalı işçiye ya da 1980’lerde General Electric’te çalışan yüz binlerce kişiye kıyasla oldukça küçük bir oran. Apple’ın taşeronları için çalışan kişi sayısı ise çok daha fazla: 700.000 kişi iPad, iPhone ve Apple’ın diğer ürünlerini tasarlıyor, üretiyor ve monte ediyor. Ancak bunların neredeyse hiçbiri Amerika Birleşik Devletleri’nde çalışmıyor. Bunun yerine Asya, Avrupa ve diğer bölgelerdeki yabancı şirketlerin, neredeyse tüm elektronik tasarımcılarının üretim için güvendiği fabrikalarında çalışıyorlar.

Elbette Apple, Amerika’yı sanayisizleştirme sürecinde yalnız değildi. Aynı yolu izleyen şirketler arasında bilişim devi Microsoft, Intel ve Nvidia; otomobil üreticileri GM, Ford ve Tesla; ilaç devleri Johnson and Johnson ile Pfizer; ve Procter and Gamble, Coca Cola, Walmart ve Amazon gibi başka birçok sektörün liderleri de vardı. En gözde hedef ülke ise, işçi ücretlerinin ABD seviyesinin yalnızca %3 ila %5’i arasında olduğu Çin’di. İhtiyatlı tahminlere göre “Çin Şoku”, 2,4 milyon ABD’li çalışanın işini kaybetmesine yol açtı. İmalat sektöründeki istihdam, Ekim 2009’da 11,7 milyona kadar düştü; bu da, Ekim 2000’den bu yana toplam imalat işlerinin %32’si olan 5,5 milyonluk bir kayba işaret ediyordu. İmalat sektöründe 12 milyonun altında kişinin çalıştığı son dönem, İkinci Dünya Savaşı öncesindeki 1941 yılıydı.

Anlık Görüntü No 2: Sermayenin küresel düzeyde serbestçe akışının önündeki engellerin kaldırılması, 1980’lerin başındaki Üçüncü Dünya Borç Krizi’ne yol açtı; bu kriz, Citibank ve diğer bazı ABD finans kurumlarını neredeyse batma noktasına getirdi. Ardından 1997’de Asya’nın “mucize ekonomileri”ni çökerten Asya Finans Krizi geldi. Küresel sermaye kontrollerinin kaldırılması, ABD finansal sisteminin deregülasyonuyla (serbestleştirilmesiyle) eş zamanlı gerçekleşti ve bu da, örneğin subprime mortgage’larda yaşanan çılgınca ticaret gibi, “finansal mühendisliğin” sözde sihriyle devasa kârlar getiren sahtekârlıklara yol açtı. Subprime menkul kıymetlerin çürük olduğu ortaya çıktığında yalnızca milyonlarca insan iflas edip evini kaybetmekle kalmadı; aynı zamanda küresel sistemin tamamı 2008’de çöküşün eşiğine geldi ve yalnızca ABD bankalarının 1 trilyon doları aşan bir vergi mükellefi kaynaklı kurtarma paketiyle ayakta tutulabildi.

Anlık Görüntü No 3, Fransız ekonomist Thomas Piketty’nin, yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde ABD ekonomisinde yaşanan trajediyi özetlediği bir pasajdır:

[Ben] “çöküş” kelimesinin [Amerika Birleşik Devletleri örneğinde] abartı olmadığını vurgulamak istiyorum. 1950’den 1980’e kadar, gelir dağılımının alt yüzde 50’si ulusal gelirin yaklaşık yüzde 20’sini elde ediyordu; ancak bu pay neredeyse yarıya düşerek 2010–2015 yılları arasında sadece yüzde 12’ye geriledi. Öte yandan, en üst yüzde 1’lik kesimin payı ters yönde hareket ederek, yüzde 11 civarından yüzde 20’nin üzerine çıktı.

Amerika Birleşik Devletleri’nde bu ölçekte bir eşitsizlik artışına, yoksulluğun da eşlik ettiği görülmektedir. Mevcut verilere göre, 2007–08 finansal krizinden bu yana küresel ölçekte servet eşitsizliği artmış; günümüzde en zengin yüzde 1’lik kesim, dünya genelindeki toplam hane halkı servetinin yarısına sahiptir.

Geçmişe yönelik bu nostaljik hatırlatmaları geride bırakarak yeniden sadık dostumuz Apple’a dönmek istiyorum. Apple şu anda sözde “yeniden yerelleştirme” sürecine öncülük ediyor. Duvara yazılan yazıyı okudu ve bu durum, operasyonlarını karmaşıklaştırıp kâr marjını olumsuz etkileyecek olsa da, süper kârlarının kalanını korumak adına tedarik zincirlerinin yeniden yerelleştirilmesine liderlik etmeye karar verdi. Apple, iPhone, iPad, MacBook üretimi ile yarı iletken çip imalatı için Amerika Birleşik Devletleri’nde 600 milyar dolarlık bir yatırım planlıyor. Apple’ın üretim planlarının ABD’de 450.000 iş yaratacağını duyuran CEO Tim Cook, Trump’ın Amerikan şirketlerini küreselleşmeden uzaklaştırma yönündeki baskısının rehinesi olduğunu kabul ederek şöyle dedi: “Başkan, ABD’de daha fazlasını istediğini söyledi… bu yüzden biz de ABD’de daha fazlasını istiyoruz.” Apple’ın izinden, Intel ve Nvidia gibi ABD’li çip üreticileri, otomotiv devi Tesla ve ilaç devi Johnson and Johnson gibi başka büyük firmalar da gidiyor.

Ancak siyasetin rehinesi olan yalnızca Amerikan firmaları değil. Trump’ın tek taraflı gümrük vergileri aracılığıyla uyguladığı ultra-korumacı baskıya boyun eğerek tedarik zincirlerini bölgeselleştiren ya da ulusallaştıran yabancı firmalar arasında Hyundai Motors, Honda Motors, Samsung Electronics, Tayvanlı çip üreticisi TSMC ve ilaç firması Sanofi de bulunuyor.

İlk Trump yönetimi ve sonrasında Biden yönetimi altında, yeniden yerelleştirme veya üretimi başka yerlere taşıma süreci son on yılda düzensiz biçimde ilerlemiş olsa da, önümüzdeki birkaç yıl içinde —ekonomik milliyetçiliğin Amerika Birleşik Devletleri ve Batı’da yükselişe geçmesiyle birlikte— bu sürecin, tüm kısıtlara ve verimsizliklere rağmen, hız kazanması bekleniyor. 2023 yılında, Kuzey Amerikalı firmalar üzerinde yapılan kapsamlı bir araştırma, bölgede faaliyet gösteren imalat şirketlerinin %90’ından fazlasının, son beş yıl içinde üretimlerinin ya da tedarik zincirlerinin en az bir kısmını başka bir yere taşıdığını ortaya koydu. Aynı yıl yapılan bir başka araştırma ise, 2026 yılına kadar ankete katılan şirketlerin %65’inin anahtar ürünlerin çoğunu bölgesel tedarikçilerden almayı planladığını; bu oranın 2023’te yalnızca %38 olduğunu gösterdi. Trump’ın Meksika ve Kanada’ya tek taraflı gümrük vergileri uygulamasıyla birlikte, firmalar NAFTA ortaklarına taşınmanın Trump’ı yatıştırmayabileceğini fark etmeye başladılar. Bu süreç, yaşanabilecek aksaklıklar ve kaosa rağmen, firmaları doğrudan Amerika Birleşik Devletleri’ne taşınmak zorunda bırakıyor —örneğin Georgia’daki Hyundai tesisinde çalışan 300 işçinin ICE tarafından tutuklanıp Kore’ye sınır dışı edilmesi gibi olaylara rağmen.

Öfke: Sol tarafından tetiklendi, sağ tarafından istimlak edildi

Şirketlerin yönlendirdiği küreselleşmenin bizleri sürüklediği distopyaya karşı dünya genelinde hissedilen büyük öfke ve hoşnutsuzluk, küreselsizleşmenin uzun bir süre boyunca sürecek başlıca nedeni olabilir. Bu öfke ilk olarak sol tarafından ortaya kondu ve 1999 Aralık ayında yaşanan tarihi Seattle Savaşı’nda, şirket güdümlü küreselleşmeye öyle bir darbe vuruldu ki, bu yapı kendisini bir daha toparlayamadı. Ancak bu öfkeyi siyasi başarıya dönüştürenler, ilerleyen on yıllarda Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’da Donald Trump ve diğer aşırı sağ güçler oldu.

Diğer bir deyişle, artık belirleyici olan şey şirket kârlılığına hizmet eden dar verimlilik ekonomisi değil, öfke siyasetidir. Amerika Birleşik Devletleri’nde küreselleşme, biri bu süreçten yüksek eğitim ve gelir düzeyleri sayesinde fayda görenler, diğeri ise hem ekonomik hem de eğitsel imkânlardan yoksun oldukları için zarar görenler olmak üzere iki karşıt topluluk yarattı. İkinci grup, Hillary Clinton’ın “acınası insanlar” (deplorables) diye adlandırdığı, ancak kamuoyunda daha çok “Amerika’yı Yeniden Büyük Yap” (Make America Great Again) yani MAGA kitlesi olarak bilinen geniş bir nüfus kesimidir. Bu topluluk, Apple ve diğer tanınmış çokuluslu şirketlerin öncülüğünde yaşanan sanayisizleşmenin yarattığı acıları da, kendilerini Wall Street’in güdümünde gördükleri Hillary Clinton’ın hakaretlerini de kolay kolay unutmayacaktır.

Küreselsizleşme dalgasının gücünün ikinci nedeni, serbest ticaret ve engelsiz sermaye akışının siyasi çerçevesi ya da yönetişim sistemi işlevi gören çok taraflı düzenin çöküşün eşiğine gelmiş olmasıdır. Bir zamanlar çok taraflılığın tacındaki mücevher olarak tanımlanan Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), artık dünya ticaretini yöneten bir sistem olarak işlev görmemektedir; bunun nedeni kısmen, ABD’nin —Obama döneminden başlayarak Trump ve Biden yönetimleri boyunca— ticaret anlaşmazlıklarında artık kendisi lehine kararlar çıkacağından emin olamaması nedeniyle bu sistemi sabote etmesidir. Uluslararası Para Fonu (IMF), gelişmekte olan ülkelerde kemer sıkma politikalarını teşvik etmesi ve Asya kaplanı ekonomilerini çökerten sınırsız sermaye akışını desteklemesi nedeniyle zedelenen itibarını hâlâ toparlayamamıştır. Dünya Bankası da, kemer sıkma önlemlerinin uygulanmasındaki suç ortaklığı ve gelişmekte olan ülkelerin refah yolunu, Küresel Kuzey pazarlarına yönelik ihracat odaklı sanayileşme politikasıyla eşitleyen yanlış yönlendirmesi sebebiyle itibar kaybetmiştir. ABD’de hızla yükselen ultra-korumacılık göz önüne alındığında, bu politikayı izleyen ülkeler için sonuçlar bugün özellikle ölümcül olmuştur.

Üçüncü olarak, ülkeler arası ilişkilerde refahın ticaret ve yatırımla sağlanmasından ziyade, ulusal güvenlik —hem ekonomik hem de askeri güvenlik— esas kaygı haline gelmiştir. Hem Biden hem de Trump yönetimleri, ileri düzey bilgisayar çiplerinin Çin’e transferini yasakladı ve benzeri önlemlerin devamı da gelecektir. Lityum, nadir toprak elementleri, bakır, kobalt ve nikel gibi ileri teknolojiler için kritik önemdeki kaynaklara erişimin ve bu kaynakların tedarik hatlarının yeniden düzenlenmesi, bölgeselleştirilmesi —hatta ulusallaştırılması— artık başlıca endişe konusudur. Amaç yalnızca bu hassas emtiaları tekelleştirmek değil, aynı zamanda rakiplerin bu kaynaklara erişimini engellemektir.

Küreselsizleşmiş Bir Dünya’ya Giden İki Yol

Mesele, küreselsizleşmenin kaçınılmaz olup olmadığı değil; hangi biçimde gerçekleşeceğidir. Ticaret ilişkilerinde ultra-korumacılıkla, ekonomik ve askeri ilişkilerde tek taraflılık ve izolasyonizmle, ayrıca esas olarak ırksal ve etnik çoğunluğun çıkarlarına hizmet eden bir iç pazarın yaratılmasıyla karakterize edilen bir küreselsizleşme biçimi mümkündür. Nitekim Trump’ın Amerika Birleşik Devletleri’ni sürüklediği yön tam olarak budur.

Ancak küreselsizleşmenin başka bir yolu daha vardır ki, bunun temel unsurlarını 25 yıl önce yayımladığım Deglobalization: Ideas for a New World Economy (Küreselsizleşme: Yeni Bir Dünya Ekonomisi İçin Fikirler) adlı kitabımda ortaya koymuştum.

Birincisi, otarşiye (kendi kendine yeterli bir ekonomik kapanmaya) çekilmeyi değil, uluslararası ekonomiye katılımın sürdürülmesini savunuyoruz; ancak bu katılımın, piyasa güçlerinin ekonomiyi baskı altına alması yerine, canlı bir iç ekonomi oluşturma kapasitesini destekleyecek şekilde yapılandırılmasını talep ediyoruz.

İkincisi, eşitliği artıran yeniden dağıtım önlemleri ile makul gümrük tarifeleri ve kotaların akıllıca birleştirilmesi yoluyla, iç pazarın ihracata dayalı bir ekonominin uzantısı olmaktan çıkıp yeniden sağlıklı bir ekonominin motoru haline gelmesini öneriyoruz.

Üçüncüsü, ülkeleri, tek tip kurallarla donatılmış ve çokuluslu şirketlerin çıkarlarını yurttaşlarının çıkarlarının önüne koyan Dünya Ticaret Örgütü gibi tekil küresel yapılarla hapsetmek yerine, ülkelerin kalkınma için politika alanını korumalarına olanak tanıyan çok sayıda ekonomik gruba katılımı teşvik ediyoruz.

Dördüncüsü, Karl Polanyi’nin çalışmalarından ilhamla, piyasayı topluma yeniden entegre etmeyi savunuyoruz; böylece küresel kapitalizmde olduğu gibi toplumun piyasaya tâbi olması yerine, piyasa toplumun değerlerine ve ritmine tâbi olur.

Ve son olarak, aşırı sağın tersine, üyeliğin kan bağına ya da etnik kökene göre değil, demokratik değerlere ortak inançla belirlendiği bir toplum anlayışını benimsiyoruz.

Bu, çeyrek yüzyıl önce sunduğumuz alternatiftir. Özellikle Küresel Güney ekonomilerine sürdürülebilir kalkınmayı sürdürme imkânı tanıyan bu akışkan uluslararası ticaret sistemi, küreselleşmenin 1980’lerin sonlarında ivme kazanmasından önce var olan, Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması’na (GATT) dayalı esnek küresel ticaret düzeninden çok da farklı değildir. Yirmi beş yıl önce, bir yandan şirket güdümlü küreselleşmenin doktriner distopyasının aşırılıklarından, diğer yandan da vahşi tek taraflılık ve korumacılıktan kaçınan, ilerici bir küreselsizleşme rotasını savunuyorduk — ve savunmayı sürdürüyoruz. Bu küreselsizleşme rotası ne yenidir ne de, bazılarınca iddia edildiği gibi, özellikle radikaldir. Keynes’in 1930’lardaki küresel duruma yönelik sağduyulu tavsiyesi bugün hâlâ geçerliliğini koruyor:

“Makul ve uygun olduğu sürece mallar yerli üretim olsun ve her şeyden önce finansman esas olarak ulusal kaynaklardan sağlansın.”

Eğer bu yolu izlemiş olsaydık, bugün dünyanın içine sürüklendiği bu korkunç karmaşaya —sadece ticaret savaşları tehdidiyle değil, gerçek bir savaşın eşiğine gelmiş olma haliyle— maruz kalmayacağımızı söylemeye cüret edebilirim. Bu yolu izlemek için hâlâ zaman var; fakat fırsat penceresi hızla kapanıyor.

* Walden Bello, Foreign Policy in Focus köşe yazarıdır; 19 kitabın yazarı ya da ortak yazarıdır. Son kitapları: Capitalism’s Last Stand? (Londra: Zed, 2013) ve State of Fragmentation: The Philippines in Transition (Quezon City: Focus on the Global South ve FES, 2014).

 

Kaynak: https://www.counterpunch.org/2025/10/02/de-globalization-towards-the-left-or-the-right/

SOSYAL MEDYA