Bölgede yeniden gündeme gelen Arap NATO’su fikri, kulağa bölgeyi istikrara kavuşturacak güçlü bir güvenlik mimarisi gibi geliyor. NATO nasıl Batı’da kolektif savunmanın sembolü olduysa, benzer bir ittifakın Arap dünyasında da kurulabileceği fikri dönem dönem gündemi meşgul ediyor. 2018’de ABD’nin ortaya attığı Orta Doğu Stratejik İttifakı (MESA), Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerini Mısır ve Ürdün ile birlikte İran’a karşı tek çatı altında toplama girişimiydi. İsrail’in de bu çatı altında önemli roller üstlenmesi hedefleniyordu. Fakat tarihsel tecrübeler, bölgesel farklılıklar ve İsrail’in bölgede haritaları değiştirme arzusu bu fikri baştan tartışmalı hale getirdi.
Ortak savunma arayışlarının geçmişi aslında 1945’e, Arap Ligi’nin kuruluşuna kadar uzanır. II. Dünya Savaşı sonrasında bağımsızlıklarını yeni kazanmış Arap ülkeleri, siyasi ve ekonomik dayanışmayı olduğu kadar ortak güvenliği de amaçlayan bir çatı kurdular. Ligin kurucu anlaşması, Arap devletleri arasında saldırılara karşı dayanışma fikrini içeriyordu. Fakat henüz kuruluş aşamasında bile bu birlik, üyelerin farklı öncelikleri ve egemenlik kaygıları nedeniyle zayıf bir temel üzerinde yükseldi. Kınama açıklamalarından ileri gidemeyen yaptırım gücü bugün hala rolünün sorgulanmasına sebep oluyor.
1950’de imzalanan Arap Kolektif Savunma Anlaşması, kâğıt üzerinde NATO’ya benzer bir mantıkla işliyordu. Anlaşmaya göre, üye devletlerden birine yapılan saldırı tümüne yapılmış sayılacak ve ortak bir karşılık verilecekti. Ancak bu taahhüdü hayata geçirecek askeri komuta yapıları kurulmadığı gibi, ülkeler arasında güven de tesis edilemedi. Mısır’ın liderlik iddiası, Suudi Arabistan’ın kendi öncelikleri, Irak ve Ürdün gibi ülkelerin dış aktörlerle ilişkileri bu anlaşmayı işlevsiz hale getirdi. Ortak savunma fikri daha ilk ciddi adımında “ölü doğmuş” oldu. Askeri başarısızlıklar da bu sürece negatif bir etki yaptı.
1960’larda Mısır ve Suriye’nin birleşmesiyle kurulan Birleşik Arap Cumhuriyeti, Arap birliği idealini en somut biçimde hayata geçirme girişimiydi. Bu birlik, sadece siyasi değil askeri açıdan da ortak hareket etmeyi hedefliyordu. Ancak kısa sürede ortaya çıkan güç paylaşımı sorunları, Mısır’ın baskın rolü ve Suriye’nin egemenlik kaygıları nedeniyle bu birlik dağıldı. Bu deneyim, ortak savunma arayışlarının liderlik rekabetleri yüzünden ne kadar kırılgan olduğunu açıkça gösterdi.
Arap-İsrail savaşları sonrasında da Arap ülkeleri farklı dönemlerde ortak komuta merkezleri kurmayı, askeri koordinasyonu artırmayı ve ortak tatbikatlar yapmayı denediler. Ancak her ülkenin tehdit algısı farklıydı. Mısır için İsrail en öncelikli tehditken, Kuzey Afrika’daki bazı ülkeler için iç istikrarsızlık veya ekonomik güvenlik daha önemliydi. Körfez ülkeleri ise daha çok İran’a odaklanıyordu. Bu farklılıklar, ortak komuta girişimlerini kâğıt üzerinde bırakmaktan öteye götürmedi.
1990–91 Körfez Savaşı sırasında Irak’ın Kuveyt’i işgali, Arap dünyasında ortak savunmanın ne kadar gerekli olduğunu yeniden gündeme getirdi. Fakat bu sefer de Arap ülkeleri tek başlarına Irak’a karşı koyamadılar. Müdahale, ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyon sayesinde gerçekleşti. Bu durum, Arap güvenlik mimarisinin bağımsız hareket kabiliyetinden yoksun olduğunu ve dış güçlere bağımlı kaldığını bir kez daha ortaya koydu.
2000’lerden itibaren bölgede bazı ad hoc işbirlikleri gündeme geldi. Yemen’de Husilere karşı yürütülen operasyonlarda Arap koalisyonları kuruldu, Kızıldeniz’de deniz güvenliği için çok uluslu görev kuvvetleri oluşturuldu, terörle mücadele kapsamında istihbarat paylaşımı yapıldı. Ancak tüm bu girişimler süreklilik taşımayan, krizlere özgü ve çoğunlukla dış destekle yürütülen mekanizmalar olarak kaldı.
Bölgede ortak savunma arayışları ya zayıf temelleri sebebiyle ölü doğuyor ya da uluslararası aktörlerin dolaylı himayesinde ilerliyor. Bunun ardında ise üç temel yapısal neden bulunuyor. İlki, farklı tehdit algıları. Her ülke güvenlik önceliğini farklı belirlediği için ortak bir strateji üretmek mümkün olmuyor. İkincisi, liderlik rekabeti. Mısır, Suudi Arabistan ve zaman zaman Irak gibi ülkeler, bölgesel liderlik iddiasıyla ortak projeleri kendi çıkarlarına göre yönlendirmek istediler. Bu da güven krizine yol açtı. Üçüncüsü ise dışa bağımlılık. Arap dünyası modern silah sistemleri, finansal kaynaklar ve uluslararası meşruiyet açısından dış aktörlere göbekten bağlı. Bu üç yapısal sorunda köklü dönüşümler gerçekleştirilmediği takdirde kurulan her yapı ya iç dinamikler yüzünden çökecek ya da dış müdahaleyle poziyon/rol belirlemeye devam edecektir.
Yapısal nedenlerin dışında İsrail’in Filistin’deki varlığı herhangi bir müşterek yapılanmanın önünde en büyük engeldir. İsrail, bölgedeki güç öbeklenmesini kat’i surette varoluşsal tehlike olarak değerlendiriyor. Dolayısıyla bu tip müşterek organizasyonları zayıflatmak adına oluşturduğu politikaları aktif bir şekilde uyguluyor. Öte yandan İbrahim Anlaşmaları ile bazı Arap ülkeleri İsrail ile diplomatik ilişki kursa da, Filistin meselesi Arap ve İslâm hafızasında derinleşmeye devam eden bir yara. 7 Ekim 2023’le başlayan ve en son Doha’da Hamas müzakerecilerine yönelik saldırıya kadar geçen zaman zarfında yaşananlar bu yarayı daha da derinleştirdi. 1979’dan beri güvenlik stratejilerinin merkezinde yer alan İran korkusu, artık yerini İsrail kaygılarına bırakmaya başlamış gibi görünüyor. Böyle bir ortamda Arap NATO’su gibi fikirleri gündeme gelmesi gayet tabii ancak özellikle ABD’nin desteklediği, İsrail’in dahil olduğu bir kolektif savunma mekanizması artık imkânsız diyebiliriz.
Doha’da 15 Eylül 2025’te yapılan olağanüstü toplantı, Arap-İslâm inisiyatifinin ağırlığını göstermesi bakımından dikkat çekiciydi. Zirve, İsrail’i içeren herhangi bir ortak güvenlik fikrinin bundan sonra iyice zayıfladığını düşündürdü. Bunun kalıcı bir kırılma mı yoksa geçici bir tepki mi olduğu henüz net değil; ama eğilim, bölgesel güvenlik paradigmasının İsrail’den uzaklaşıp Arap-İslâm dayanışmasına kaydığına işaret ediyor.
İsrail’e rağmen bölgede NATO benzeri bir ittifakın kurulabilmesi için askeri, iktisadi ve idari açıdan güçlü kendine yetebilen yahut bunu hedefleyen devletlerin varlığı elzem. Buna mukabil bölgedeki ekonomiler kırılgan, askeri üretim ve müşterek harekât kapasitesi sınırlı, bölgesel örgütler ise etkisiz. Özellikle süreklilik sorunu ise en ciddi problem. İslâm İşbirliği Teşkilatı veya Arap Ligi gibi yapıların zayıf kalmasının temel nedeni de bu. Dolayısıyla ülkelerin önce kendi iç kapasitelerini güçlendirmeleri, kendi halklarına sürdürülebilir destek sağlayabilmeleri gerekiyor. Bu aşama müşterek savunma mekanizmaları için ilk adım olacaktır. Henüz bu ilk adımı atmamış birçok devletin varlığı ortak bir güvenlik mekanizmasının oluşturulmasının ne denli zor olduğunu gözler önüne seriyor.
Güvenlik teminatlarında çıkan sorunlarla birlikte oluşan güven bunalımı, bu tür projeleri gündeme hızlıca getiriyor. Fakat müşterek savunma yapıları reel-politik ile şekillenmemesi gereken bir olgudur. ABD’nin İsrail’e koşulsuz desteği, Batı’nın tarafsız bir güvenlik sağlayıcısı olamayacağı algısını pekiştirdiği bu günlerde eğer Arap NATO’su tepki olarak kurulacaksa bu yine bölgede alışılagelmiş ölü doğacak yeni bir yapı anlamına gelir. Müşterek savunma oluşturma düşüncesi tepkisel değil fikirde ve hedefte birlik mottosunu kuşandığı takdirde kalıcı ve etkili olacaktır.
Sonuçta Arap NATO’su hâlâ cazip bir başlık olabilir ama tarihsel deneyimler ve güncel gelişmeler böyle bir yapının kurulmasını çok zayıf bir ihtimal haline getiriyor. İsrail’in dahil olduğu bir senaryo yakın gelecekte imkânsız, İsrail’siz bir senaryo ise ekonomik, askerî ve idarî zayıflıklar nedeniyle sürdürülebilir değil. Daha gerçekçi olan, ülkelerin dar alanlarda işlevsel ad hoc iş birlikleri geliştirmesidir. Radar ağlarının paylaşılması, deniz yollarının korunması, sınır güvenliği veya istihbarat alışverişi, müşterek tatbikatlar gibi belirli amaçlara odaklanan kısa vadeli ortaklık girişimleri, uzun soluklu ve iddialı oluşumların yerine tercih edilebilir. Böyle girişimler kalıcı bir kolektif savunma örgütü kuramasa da, bölgenin güncel sorunlarıyla başa çıkmada daha esnek, pragmatik ve etkili rol oynayabilir.
Belki tam teşekküllü bir NATO modeli hâlâ bir hayal, ama dar kapsamlı, amaç odaklı ad hoc iş birlikleri hâlâ tek etkili seçenek.
Mevlam zihin açıklığı versin kısa zamanda doktorasını bitirip İslam ülkelerinin birlik ve berabetliğinin en üst seviyeye gelmesi husunda gayret sarf ederek birliğin gerçekleşmesini nasip eylesin