Ne Emperyalizm, Ne Siyonizm: Filistin’i Geri Almak

Küresel toplum, ABD emperyalistleri ile İsrailli Siyonistler arasındaki kutsal olmayan ittifaktan zarar görmüştür; bu zararı en derin ve ağır şekilde yaşayanlar ise Filistinlilerdir. Bugün Gazze toprağı, 7 Ekim 2023 tarihinde Siyonist-emperyalist tahakküm altında yaşamayı artık reddeden 200.000 Filistinlinin kanıyla ıslanmıştır. O dönüm noktası niteliğindeki günde, Filistinliler “artık yeter” demiştir.
Eylül 19, 2025
image_print

1961 yılında başkanlıktan ayrılırken Dwight D. Eisenhower ülkeye şu uyarıda bulundu: “Askeri-sanayi kompleksinin, istenen ya da istenmeyen, haksız nüfuz edinmesine karşı korunmalıyız. Yanlış yerleştirilmiş gücün felaketle sonuçlanabilecek yükselişinin potansiyeli mevcuttur ve devam edecektir.”

Vietnam’da tırmanan savaşa bir tepki olarak, Amerikalı ozan Bob Dylan, “Masters of War” (Savaşın Efendileri) adlı şarkısını besteledi. Bu eser, o zaman olduğu gibi bugün de Amerika’nın vicdanına yapılan bir çağrıdır.
Şarkının yazıldığı dönemde Filistin, çoğu Amerikalının aklında yoktu. İsrail’in Filistin’in yerli halkına yönelik şiddetli gaspı ve etnik temizliği, büyük ölçüde görünmez ve kesintisiz bir şekilde devam ediyordu.

İsrail, Orta Doğu’daki Amerikan üstünlüğünün temel taşı olarak, söz konusu “yanlış yerleştirilmiş güç”ün bölgeye getirdiği yıkım ve kaosun gerçekleşmesinde önemli bir rol oynamıştır.
Siyasi, ekonomik ve askerî iş birliğinin elli yılı aşkın süredir devam etmesinin ardından, Amerikan emperyalizmi ile İsrail Siyonizmi artık birbirinden ayırt edilemez hale gelmiştir.

11 Eylül 2001’de Amerika’nın kurumsal temellerini hedef alan saldırılar ve ardından Başkan George W. Bush’un süresiz ve tanımsız bir “teröre karşı savaş” ilan etmesinden bu yana, iki ülke giderek birbirine daha çok benzemiş, daha acımasız ve kanunsuz hâle gelmiştir.

İsrail’in Amerikan kurumları üzerindeki etkisi de önemli ölçüde artmıştır. Öyle ki, “Büyük İsrail”in nerede başladığı ve nerede bittiği artık anlaşılması zor hale gelmiştir; zira onun ideolojisi ve etkisi, Amerika Birleşik Devletleri’nin siyasi, ekonomik, askerî ve toplumsal yaşamına sızmıştır.

Her iki ülke de hak ettikleri bir özelliği paylaşmaktadır: Dünya genelinde birçok kişi tarafından zorba ve haydut devletler olarak görülmektedirler.

Farklı devletler olmalarına rağmen, Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail bazı benzerliklere sahiptir; bu benzerlikler, onları bugün oldukları tehdit haline getiren unsurlardır. Özellikle de:

  • Militarizmin merkezi konumu ve askere duyulan hayranlık
    • Yargısız infazlar veya hedefli öldürmelerin kullanımı
    • Üstünlük ideolojisine dayalı ulusal kimlik
    • Kurumlara, hukukun üstünlüğüne ve insan haklarına yönelik saldırılar
    • Tarihin çarpıtılması ve silinmesi.

Militarizmin Merkezi Konumu ve Askere Duyulan Hayranlık

Militarizm ve şovenizm, her iki savaş kültüründe de temel değerler olarak işlev görmektedir.
Yahudi vatandaşlar için zorunlu askerlik hizmeti yoluyla ordu, İsrail toplumuna derinlemesine entegre edilmiş ve devlete sıkı sıkıya bağlı bir toplum yaratılmıştır. Askerlik hizmetine katılmak, yalnızca ulusal kimliği tanımlamakla kalmaz; aynı zamanda birçok genç Yahudi İsrailli için bir geçiş ritüeli olarak kabul edilmektedir.

Savaşçı ethosu, Siyonist hareketin seküler Viyanalı kurucusu Theodor Herzl (1860–1904) ile Rusya doğumlu Vladimir (Ze’ev) Jabotinsky’ye (1880–1940) kadar uzanır; Jabotinsky, Siyonist Revizyonist Hareket’in (bugünkü Likud Partisi’nin öncüsü) kurucusudur.

Herzl’e göre, Filistin’de Yahudiler için modern, seküler bir Avrupa vatanı inşa etmek, yüzyıllardır süregelen “güçsüz, zayıf ve pasif” Yahudi imajının terk edilmesini; bunun yerine Tevrat’a dayalı dinî kimlikten ziyade, fiziksel güç, dayanıklılık ve üretkenliğe dayalı yeni bir ulusal kimlik yaratılmasını gerektiriyordu.

Jabotinsky de, bir “Yahudi” devletinin ancak askerî güç yoluyla inşa edilebileceğini ve sürdürülebileceğini vurgulamış; Filistinlilerin yerli topraklarını başarıyla sömürgeleştirmek için mecazi bir “Demir Duvar”a ihtiyaç duyulacağını savunmuştur.

Herzl’in 1896’da hayalini kurduğu ve Jabotinsky’nin 1920’lerde savunduğu bu fiziksel dönüşüm, İsrail’in bugün sahip olduğu acımasız militarist yapının tohumlarını atmıştır.
“Dünyanın en ahlaklı ordusu” olarak sunulan ve erdemli, asil asker imajı inşa edilen İsrail ordusunun gerçek yüzü, Gazze’de düzenli olarak savaş suçu işleyen İsrailli askerlerin paylaştığı utanç verici videolarla açığa çıkmıştır.

Amerika Birleşik Devletleri’nde de ordu, en güvenilir kamu kurumu olarak görülmekte ve toplumda ayrıcalıklı bir konuma sahiptir.
Askerler — aramızdaki en iyiler, sadakat, fedakârlık ve gücün vücut bulmuş hali olarak değerlendirilen kişiler — Washington’un başarısız savaşlarını halka kabul ettiren militarist mitin merkezinde yer almaktadır.

Ordu, giderek artan şekilde, şirketlerin sahip olduğu spor takımları ve etkinlikleriyle birleşmiştir ve bu durum, spor ile savaşı birer eğlence biçimi olarak birbirine yaklaştırmıştır.
Çoğu spor etkinliğinde, millî marşın söylenmesi, stadyumların üzerinde askerî uçakların uçması ve diğer vatanseverlik gösterileri zorunlu hâle gelmiştir.
Amerikalı politikacılar için — özellikle de başkanlar için — konuşmaları “Tanrı askerlerimizi korusun” sözleriyle bitirmek, silahlı kuvvetlere sözlü saygı göstermenin vazgeçilmez bir biçimi haline gelmiştir.

Amerika Birleşik Devletleri’nde Savunma Bakanlığı bütçeleri (günümüzde “Savaş Bakanlığı” olarak adlandırılmaktadır) kutsal kabul edilmektedir. 2001 ile 2022 yılları arasında askeriyeye tahmini 8 trilyon dolar harcanmış; 2026 yılı için Pentagon’a 1 trilyon doların üzerinde bütçe ayrılmıştır.

Yargısız İnfazların veya Hedefli Öldürmelerin Kullanımı

Sorunların çözümünde şiddet kullanımı, ABD ve İsrail’in militarist siyasi kültürlerinde normalleştirilmiştir. Her iki ülke de, kendi hegemonyalarına karşı çıkabilecek ya da meydan okuyabilecek kişilere karşı her an saldırıya geçmeye veya savaş açmaya hazır olmaları gerektiğini öngören “acil tehdit” doktriniyle hareket etmektedir.

Bu nedenle, kendilerine karşı çıkan ya da boyun eğmeyen herkes, herhangi bir yasal çerçeve dışında gerçekleştirilen hedefli infaz, yani yargısız infaz tehdidi altındadır.

Ülkeleri ve grupları “terörü destekleyen devletler” ya da “terörist” olarak tanımlamak, acil tehdit doktrininin uygulanmasında belirleyici bir rol oynamış; Washington ve Tel Aviv’in kendi korkunç devlet terörü eylemlerini cezasız bir şekilde yürütmelerine olanak sağlamıştır.

İsrail, yasadışı infazlar konusunda uzun bir geçmişe sahiptir. 2000 yılında, 1980’lerin sonlarında gerçekleşen birinci İntifada sırasında Filistinlilere karşı önleyici, hedefli infaz politikasını uyguladığını resmen kabul etmiştir.

Siyonist rejim, 1948 yılında devlet ilan edip Arap komşularıyla savaşa girdikten kısa süre sonra ilk suikastlarından birini gerçekleştirmiştir.

Örneğin, 17 Eylül 1948’de terörist Siyonist grup Lehi (Stern Çetesi), Arap-İsrail Savaşı’nı çözmek amacıyla Kudüs’te bulunan BM Barış Arabulucusu İsveçli diplomat Kont Folke Bernadotte’yi suikastla öldürmüştür. Stern Çetesi, özellikle savaş sonucu mülteci durumuna düşen Filistinlilerin geri dönüş hakkını içeren barış önerilerine karşı çıktığı için onu hedef almıştır.

1948’den bu yana İsrail, Batılı ülkelerden daha fazla sayıda insanı suikastla öldürmüştür. Bu suikastlar genellikle gizli olarak gerçekleştirilmekte ve nadiren resmen kabul edilmektedir.

Araştırmacı gazeteci Ronen Bergman, 2018 yılında yayımlanan Rise and Kill First: The Secret History of Israel’s Targeted Assassinations (Önce Yüksel ve Öldür: İsrail’in Hedefli Suikastlarının Gizli Tarihi) adlı kitabında şunu belgelemiştir: “Son yetmiş yılda İsrail, yaklaşık 2.300 hedefli suikast operasyonu düzenleyerek binlerce kişiyi öldürmüştür.”

Ekim ayaklanmasından bu yana bu sayı önemli ölçüde artmıştır. İsrail, Gazze ve Batı Şeria’daki Filistinli direniş liderlerini ve savaşçılarını, ayrıca Lübnan, Suriye, Yemen ve İran’daki destekçilerini sistematik şekilde hedef alıp öldürmeye devam etmektedir.

İsrail, hiçbir ülkenin sınırına veya egemenliğine saygı göstermemektedir. Bunun en son örneği, 9 Eylül 2025’te Katar’ın başkenti Doha’daki Hamas arabulucularının konutlarına düzenlenen hava saldırısıdır. NATO üyesi olmayan bir ABD müttefiki olan Katar’a yönelik bu saldırıda, süren ateşkes görüşmelerine katılan beş Filistinli ve bir Katar vatandaşı öldürülmüştür. Katar, Orta Doğu’daki en büyük ABD askeri üssüne ev sahipliği yapmaktadır. Aynı zamanda ABD Merkez Komutanlığı’nın karargâhıdır ve ateşkes görüşmelerinde kritik bir rol oynamaktadır.

Doha saldırısı, İsrail’in ulusal sınırları hiçe sayarak gerçekleştirdiği çok sayıdaki hedefli infazdan en yenisidir. Diğer önemli örnekler şunlardır:

  • 31 Temmuz 2024’te İran’ın Tahran kentinde Hamas’ın siyasi lideri İsmail Haniye’nin hedefli öldürülmesi.
    • 17 ve 18 Eylül 2024’te Lübnan ve Suriye’de, patlayan çağrı cihazları ve telsizler aracılığıyla Hizbullah üyelerinin hedefli öldürülmesi (30 kişinin ölümü, binlerce sivilin yaralanması).
    • 27 Eylül 2024’te Lübnan’ın Beyrut kentinde Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın suikastla öldürülmesi.

11 Eylül ve Amerika’nın “küresel terörle savaşı”ndan bu yana Washington, İsrail’i model alarak, hâlen süren bir şiddet selini başlatan ölümcül bir program yürürlüğe koymuştur.
11 Eylül saldırılarının ardından, Başkan Bush Ocak 2002’de terör şüphelilerine karşı “yakala ve öldür” stratejisini benimsemiştir. 2006’ya gelindiğinde, şüphelileri yakalamak ile öldürmek arasındaki stratejik tercih, yasal ve siyasi faktörlerin etkisiyle ölümcül güç lehine kaymaya başlamıştır.

Başkan Barack Obama (2009–2017), Bush’un programını ince ayar yaparak ve genişleterek, insansız hava aracı saldırılarını ve yasadışı infazları Pakistan, Yemen, Libya ve Somali gibi ülkelere hızla yaymıştır.

Obama’nın en tartışmalı politikalarından biri, insansız hava aracı saldırılarında hedeflerin belirlendiği resmî bir süreç olan “öldürme listesi”nin oluşturulmasıydı. Beyaz Saray’da “Terör Salıları” olarak anılan haftalık toplantılarda, Başkan Obama, ulusal güvenlik ve terörle mücadele yetkilileriyle birlikte “öldürme listesini” (bir “eylem matrisi” olarak tanımlanır) görüşür ve “terör şüphelileri”ne yönelik saldırılara onay verirdi.

Obama’nın görev süresi boyunca, 324 sivil ve üç Amerikan vatandaşı da dahil olmak üzere tahmini 3.797 kişi öldürülmüştür. 2011 yılında üst düzey danışmanlarına söylediği bildirilen şu sözleri dikkat çekicidir: “Meğer insanları öldürmede gerçekten çok iyiyim. Bunun benim güçlü yanım olacağını bilmiyordum.”

2017’de göreve başladığında Başkan Trump, yargısız infazların kullanılmasına dair tüm örtülü ifadeleri bir kenara bırakmıştır. Başkanlığının ilk iki yılında yönetimi, 2.243 insansız hava aracı saldırısı gerçekleştirmiştir; oysa Obama’nın sekiz yıllık görev süresi boyunca bu sayı 1.878’di.

Trump yönetiminin politikası, Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği tarafından şu şekilde özetlenmiştir: “Kısacası, Trump kuralları, Amerika Birleşik Devletleri’ne, terörist tehdit olarak tanımladığı hemen herkesi, dünyanın herhangi bir yerinde öldürmesi için açık uçlu bir yetki işlevi görmüştür.”

Trump’ın, Amerika’nın öldürme yetkisine olan inancı, uluslararası hukuku ve Irak’ın ulusal egemenliğini ihlal ederek, Ocak 2020’de İran İslam Cumhuriyeti’nin üst düzey yetkililerinden General Kasım Süleymani’ye yönelik suikast emrini vermesiyle kanıtlanmıştır. Aynı Bağdat Havaalanı saldırısında, Irak Halk Seferberlik Güçleri komutanı Ebu Mehdi el-Mühendis’in de aralarında bulunduğu dokuz kişi daha öldürülmüştür.

Trump’ın Beyaz Saray’ında, uyuşturucuya karşı savaş, terörle savaşa entegre edilmiştir ve uyuşturucu kaçakçılığı şüphesi taşıyan suçlular, terörist olarak tanımlanarak suikast hedefi hâline getirilmiştir. Amerikan kibirinin son göstergesi olarak Trump, kısa süre önce (2 Eylül 2025) Karayipler’de kimliği belirsiz küçük bir tekneye insansız hava aracı saldırısı emri vermiş; saldırıda 11 kişi öldürülmüştür.

Üstünlük Temelli Ulusal Kimlik

Her ne kadar farklı sonuçlara ulaşmayı hedefliyor olsalar da, Washington ve Tel Aviv’in ulusal hedefleri rahatsız edici derecede benzerdir.

İsrail, Siyonist Eretz İsrael (Büyük İsrail) ideolojisini gerçekleştirmek amacıyla; yani Filistin’den çalınan topraklarda Yahudi yerleşimlerini güç, propaganda ve Eski Ahit anlatılarına dayanarak genişletmek için var olurken, Trump yönetimi ise Project 2025 (2025 Projesi) adlı belgede özetlenen sağcı muhafazakâr ideolojiyi hayata geçirmek üzere hareket etmektedir.

Trump’ın eski çalışanları tarafından, muhafazakâr Heritage Foundation (Miras Vakfı) ile iş birliği içinde kaleme alınan bu belge, sağcı politikalara uygun gücü pekiştirmek amacıyla yürütme erki ile federal hükümetin kökten yeniden yapılandırılması yönünde bir gündem ve strateji ortaya koymaktadır.

Üstelik Project 2025, ülkeyi yeniden şekillendirme yetkisiyle donatılmış geniş yetkili bir yürütme organı yaratmayı öngörerek, İncil ilkeleri ve değerleriyle aşılanmış homojen bir ulusal kimlik olan Hristiyan bir ulus yaratmanın yol haritası olarak tanımlanmıştır.

Her iki rejimin de ulusal gündemlerini ilerletmek için antisemitizm korkusunu araçsallaştırdığına dikkat etmek gerekir.

On yıllardır İsrail, destek toplamak ve bu desteği sürdürmek için antisemitizm stratejisini başarıyla kullanmıştır — İsrail’e yönelik eleştiriler ile Yahudilere yönelik nefret arasındaki sınırları kasıtlı olarak bulanıklaştırarak, apartheid niteliğindeki Büyük İsrail projesini ilerletmiştir.

İsrail gibi Trump da benzer taktikler benimsemiştir. Yahudilerin güvenliği konusundaki endişeleri samimiymiş gibi göstererek ve antisemitizmle mücadele bayrağı altında, talimatlarına uymayan üniversiteleri tehdit etmiş, fonlarını kesmiş, öğrenci vizelerini iptal etmiş ve ülke genelindeki kampüslerde Filistin yanlısı aktivizmi bastırmıştır.

Ancak antisemitizmin bu şekilde istismar edilmesi, kaçınılmaz olarak, hem Amerika Birleşik Devletleri’nde hem de dünya genelinde Yahudilerin güvenliğini daha da tehlikeye atmıştır. Bununla birlikte, İsrail’in Gazze’deki vahşeti ve onlarca yıldır yürüttüğü anlatının kontrolünü yitirmesi nedeniyle, bu tür suçlamalardan duyulan korku azalmaya başlamıştır.

Kurumlara, Hukukun Üstünlüğüne ve İnsan Haklarına Yönelik Saldırılar

Gücü pekiştirmek amacıyla hem Washington hem de Tel Aviv, ulusal kurumları zayıflatmak, hukukun üstünlüğünü baltalamak ve sivil ile insan hakları alanındaki ilerlemeleri geri almak için yasadışı eylemlerde bulunmuştur.

İsrail Başbakanı, ülkenin Yüksek Mahkemesi’ni zayıflatmaya yönelik reformları dayatarak hem iktidarını artırmayı hem de hakkında süren yolsuzluk davasını engellemeyi hedeflemiştir. Ortak ve yazılı bir anayasanın bulunmadığı İsrail’de, Yüksek Mahkeme, yürütme ve yasama organlarını (aynı iktidar koalisyonu tarafından kontrol edilen) denetleyen tek kurumdur.

Netanyahu gibi Trump da yürütmenin yargı üzerindeki hâkimiyetini pekiştirmek ve hukukun üstünlüğünü zayıflatmak için çabalamıştır. Ancak Netanyahu’dan farklı olarak, Trump tartışmalı meselelerde lehine karar vermesi için, çoğunluğu “tek yürütme” (unitary executive) teorisinin savunucusu olan muhafazakâr Yüksek Mahkeme’ye bel bağlamaktadır.

İsrail’in askerî işgali altındaki Filistinliler için hukukun üstünlüğü geçerli değildir. İsrail, elli yılı aşkın bir süredir Filistinlilere temel yasal güvenceleri sistematik şekilde reddetmektedir. Filistinliler keyfi biçimde tutuklanmakta, gözaltına alınmakta ve suçlama veya yargılama olmaksızın süresiz olarak hapsedilmektedir. Çoğu zaman tutuklanmalarının ardından bilinmeyen yerlere götürülmekte, burada kötü muameleye ve işkenceye maruz kalmaktadırlar.

İsrail’e benzer şekilde Trump yönetimi de, usule uygun yargı süreçlerini ve temel insani nezaketi göz ardı ederek, Amerikan tarihinin en büyük iç sınır dışı etme operasyonunu yürütmüştür. İsrail’in Batı Şeria’yı işgal etmek, devriye gezmek ve kontrol altında tutmak için orduyu kullanması gibi, Trump yönetimi de orduyu iç güvenlik amaçlı kullanmaya başlamıştır.

Trump, göçmen karşıtı gündemine hizmet etmek için Ulusal Muhafızları federalleştirme çabalarını yoğunlaştırmış ve muhalif gördüğü Amerikan şehirlerine konuşlandırmaya girişmiştir. Maske takmış Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza (ICE) ajanları da ülke genelindeki yerleşim alanlarına salınmıştır. Yasadışı göçmen olduğu şüphesiyle çok sayıda kişi, sıklıkla keyfi ve şiddetli biçimde tutuklanmış ve gözaltına alınmış; diğerleri ise bilinmeyen yerlere götürülmüş ya da yasadışı olarak sınır dışı edilmiştir.

Ulusal Muhafız birlikleri şu anda Washington, D.C.’yi işgal etmekte ve devriye gezmektedir; ayrıca bir bölge mahkemesi kararını ihlal ederek Los Angeles’ı da yasadışı biçimde işgal etmektedir. Trump ayrıca Chicago, Baltimore ve diğer büyük oranda Demokrat eğilimli şehirleri askerî işgalle tehdit etmiştir.

Tarihin Çarpıtılması ve Silinmesi

Washington ve Tel Aviv’in istediği şey, zorlu ve utanç verici tarihin silinmesi ve bunun yerine hegemonik anlatıların inşa edilmesidir.

İsrail, onlarca yıldır, zaten yerleşik halkların yaşadığı topraklar üzerinde bir yerleşimci-sömürgeci Yahudi devleti kurulmasını meşrulaştırmak için idealist bir anlatıyı pazarlamak adına yoğun çaba harcamıştır.
Filistin’in şiddetle mülksüzleştirilmesini ve apartheid işgalini, özellikle Amerikan kamuoyuna kabul ettirebilmek amacıyla “boş toprak” ve “mağduriyet” mitlerini kullanmıştır.

İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırım savaşına kadar, “sömürgeleştirilmeyi bekleyen boş toprak” efsanesi, Batılı hükümetler ve medya tarafından dikkate alınan veya inandırıcı bulunan neredeyse tek anlatıydı.

Benzer şekilde Başkan Trump da, ülkeyi Avrupa-merkezli bir anlatıya yönlendirmek amacıyla, seçilmiş ve sterilize edilmiş bir tarih versiyonunu öne çıkarmaktadır.
Yönetimi, özellikle ırk, toplumsal cinsiyet ve sistematik baskı konularındaki tartışmaları hedef alarak akademik özgürlüğü kısıtlamaya yönelik adımlar atmıştır.

Örneğin Mart 2025’te Trump, keyfi biçimde “Amerikan Tarihine Gerçeği ve Aklı Geri Getirmek” başlıklı bir başkanlık kararnamesi yayımlamıştır. Bu karar, mirası korumaya ve bilgi birikimini geliştirmeye adanmış kurumları hedef almaktadır: Afrika Amerikan Tarihi ve Kültürü Ulusal Müzesi ile Smithsonian Enstitüsü.
“Smithsonian’ımızı Kurtarmak” başlığı altında Trump, Başkan Yardımcısı J.D. Vance’e bu kurumlardan “uygunsuz ideolojileri ortadan kaldırmaya” çalışması talimatını vermiştir.

Sonuç

Küresel toplum, ABD emperyalistleri ile İsrailli Siyonistler arasındaki kutsal olmayan ittifaktan zarar görmüştür; bu zararı en derin ve ağır şekilde yaşayanlar ise Filistinlilerdir.

Bugün Gazze toprağı, 7 Ekim 2023 tarihinde Siyonist-emperyalist tahakküm altında yaşamayı artık reddeden 200.000 Filistinlinin kanıyla ıslanmıştır.
O dönüm noktası niteliğindeki günde, Filistinliler “artık yeter” demiştir.

Washington ve Tel Aviv, giderek daha kabalaşmış, şiddete alışmış ve soykırıma kararlılıkla bağlı hale gelmiştir.
Şimdi, onlarca yıldır Filistinlilere karşı kullandıkları taktikleri ve gücü kendi halklarına karşı da kullanmaktadırlar.

Gazze’deki Filistinlilerin cesareti, dünyanın büyük bir bölümünün vicdanını uyandırmıştır. Bu durum, küresel toplumun karşısında çözüm bekleyen kritik sorular bırakmıştır:

  • İsrail’in Filistinlilere karşı işlediği soykırım cezasız mı kalacak?
    • İsrail ve ABD, her zamanki gibi işlerini sürdürmeye ve uluslar ailesi içinde kalmaya devam mı edecek?
    • Filistin ve dünya, İsrail ile onun destekçisi ABD’nin bize dayattığı bu kâbustan kurtulabilecek mi?

Geçmiş geri getirilemez; ancak Bob Dylan’ın altmış iki yıl önce sorduğu ve yanıtladığı vizyoner soruyla nihayet yüzleşilirse, gelecek kurtarılabilir:

“Sana bir soru sorayım; paran o kadar değerli mi?
Affedilmeni satın alabilir mi; sence bu mümkün mü?
Ölümün geldiğinde, kazandığın tüm paranın
Ruhunu geri satın alamayacağını göreceksin.”

Kaynak: https://znetwork.org/znetarticle/neither-imperialism-nor-zionism-reclaiming-palestine/

SOSYAL MEDYA