Türklerin okuma-yazma ile ilişkisi her ne kadar daha eskiye dayansa da bu ilişkinin kurumsallaşarak yaygınlaşması büyük ölçüde İslamiyet’in kabulüyle başladı. İslam öncesinde de Türkler yazıyı biliyor ve Göktürk (Orhun) Alfabesi olarak da bilinen ve kökleri muhtemelen Soğd alfabesine dayanan Runik harfli bir alfabe kullanıyorlardı. Ancak bu alfabe ile yapılan yazılı üretim çoğunlukla taş anıtlar ve günümüze ulaşmayan bürokratik metinlerle sınırlı kalmıştı. Uygurlar ise Şamanizmi bırakıp Mani dinine geçtiğinde Çince ve Soğdça bazı dini metinleri Türkçeye çevirdi. IX. yüzyıla tarihlenen “Irk Bitig” adı verilen falcılık kitabı da Uygurlar tarafından yazıldı. Okuma yazma ile olan tüm bu ilişkiye karşın gerek göçebelik ve gerekse de başka sosyal, kültürel ve politik sebeplerle, İslam öncesi Türklerin yazılı birikimi aynı coğrafyayı paylaşan Çinlilerin ya da daha uzaktaki Yunan ve Hintlilerin yazılı birikimiyle karşılaştırıldığında oldukça sınırlı kaldı.
Türklerin özgün ve yaygın yazınsal üretimi Türkler’in, ilk emri “oku” olan İslam dinine girmesinden bir süre sonra başladı. Bu süreçte Kutadgu Bilig (1069-1070) ve Divanu Lügâti’t-Türk (1072-1074) ile başlayan Türkçe yazın geleneği, Divân-ı Hikmet ve Atabetü’l-Hakâyık gibi eserlerle devam etti. Bu metinler, Türkçenin ses özelliklerine uyarlanmış ve reforme edilmiş Arap alfabesiyle kaleme alınmıştı.
Selçuklu ve ardından Osmanlı Devletleri ile devam eden Batı Türk hakanlığı geleneği, 1928 yılına kadar Arap harfleriyle yazılmış Türkçe üzerinden milyonlarca sayfalık bir yazılı birikim ortaya koydu. 1727’de, çok gecikmiş bir şekilde, ilk Türk matbaasının açılmasıyla birlikte Türkçe kitaplar daha yaygın olarak basılmaya başladı. İlerleyen süreçte gazeteler de yayın hayatına girdi ve basılı materyale erişim daha da kolaylaştı. Özellikle II. Meşrutiyet döneminde Osmanlı-Türk yayıncılığı adeta bir patlama yaşadı. Böylelikle Batı Türklerinin yazılı üretimi milyonlarca sayfayı aşarak daha da büyük bir yazılı mirasa dönüştü.
Peki, yüzlerce gazetenin ve binlerce kitabın basıldığı Osmanlı Devleti’nde okuma-yazma oranları ne düzeydeydi? Prof. Dr. Kemal Karpat’ın, 1985’te ABD Wisconsin Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlanan ve Türkçeye Osmanlı Nüfusu adıyla çevrilen ve dönemin resmi evraklarına dayanan çalışmasına göre 1894/1895 nüfus sayımında Osmanlı Devleti’nde okuma-yazma bilmeyenlerin (ümmilerin) oranı yaklaşık %46’ydı. Yani nüfusun %54’ü okuma-yazma bilmekteydi. Ayrıca nüfusun %5’i öğrenci konumundaydı. Bu da onların okuma-yazma öğrenmiş ya da öğrenmekte oldukları anlamına geliyordu. Bununla birlikte, kimi konargöçer topluluklar ve bazı bölgelerde kadınların nüfus sayımına katılmadığı göz önünde bulundurulduğunda, Osmanlı’da okuma-yazma bilenlerin oranının %40-45 civarında olduğu yönünde bir tahmin daha sağduyulu görünmektedir. Bu oran, aynı coğrafyayı paylaşan devletlerin okuryazarlık oranlarıyla benzer ya da onlardan yüksekti. Sultan II. Abdülhamid döneminde gerçekleştirilen eğitim atılımları ile Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar ulaşan misyoner okulları da dikkate alındığında bu dönemde okuma-yazma oranlarının artmış olduğunu kabul etmek gerekir. Elbette söz konusu oranlar dönemin İngiltere ve Almanya’sı ile kıyaslandığında hatırı sayılır derecede düşüktür. Ancak yine de Harf İnkılabından sonra oluşturulan politik anlatıdaki kadar düşük bir Osmanlı okuryazarlığından söz etmek mümkün değildir.
Peki Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk döneminde okuma yazma oranları neden görece düşük olarak çıkmaktadır? Bunun yegâne mantıklı açıklaması 1912 I. Balkan Savaşı ile başlayan ve 1922 yılının Eylül ayında sona eren 10 yıllık savaş fırtınası olabilir. Zira I. Balkan Savaş’ıyla ülkenin en gelişmiş bölgesi olan Rumeli coğrafyası, I. Dünya Savaşı ile de gelişmiş sahil kentlerine sahip olan Bilâ-ı Şam kaybedildi. Daha da önemlisi, ülkenin eğitimli nüfusunun büyük bir kısmı bu savaşlarda yok oldu. Mustafa Kemal Atatürk’e atfedilen “biz oraya bir Dârü’l-fünun gömdük” sözü, özellikle Çanakkale Muharebeleri’nde can veren mektepli gençlerin çokluğunu çarpıcı bir şekilde hatırlatmaktadır. Gerçekten de dönemin tedrisatından geçerek belirli bir milli şuura erişmiş gençlerin çok önemli bir kısmı, bunlara lise ve medrese öğrencileri de dahil, eğer seferberlik kapsamında askere alınmadılarsa bile gönüllü olarak cephelere koşmuşlardı.
Buna karşılık I. Dünya Savaşı’nın en büyük sorunlarından biri sayıları 500.000’e varan Anadolu’daki asker kaçaklarıydı. Bunlar çoğunlukla eğitimsiz taşralı bireylerden oluşuyordu. 10 yıllık harbin sonunda gelişmiş şehirlerin ve eğitimli nüfusun kaybedilmesi genel nüfus içindeki okuma yazma bilenlerin oranlarını düşürdü. Cumhuriyet ilk kurulduğunda nüfusun yaklaşık yüzde %80’i Anadolu köylüsüydü. Dahası savaşlara koşan eğitimli nüfus büyük oranda kaybedilmiş ancak eğitimsiz asker kaçaklarının büyük bir kısmı savaşları sağ atlatmıştı. Bu durum da genel nüfusta okuma yazma bilmeyenlerin oranını arttırmış olmalı.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında okuma-yazma oranlarının düşüklüğü çoğu zaman, sosyal ve ekonomik sebeplerle değil, Osmanlı’da kullanılan Arap harflerinin Türkçeye uygun olmamasıyla açıklanmaya çalışılır. Oysa mesele bu kadar basit değildir. Türkler, İslâmiyet’i kabul ettikten sonra Arap alfabesini doğrudan almamış, kendi dillerinin ihtiyaçlarına göre onu uyarlamışlardı. Türkler bu harfleri alırken alfabeye Arapçada olmayan “ç, ş, p” gibi sessizleri ve bazı sesli harfleri ifade edecek yeni işaretler eklemişti. Nitekim yaklaşık dokuz asır boyunca bu yazıyla milyonlarca sayfa kitap, belge ve şiir üretilmiş, geniş bir yazılı kültür oluşmuştu. Eğer yeni toplumsal ve kültürel ihtiyaçlar doğmuşsa, bunlar alfabenin köklü biçimde terk edilmesi yerine, yeni eklemeler ve tadilatlarla da karşılanabilirdi.
Eklemek gerekir ki Arap harflerinin öğrenilmesinin son derece zor olduğu görüşü de geçersizdir. İsmail Gaspıralı daha 1905 yılında, Rus yetkililerin huzurunda yaptığı imtihanlarla, usûl-i cedîd (yeni usûl) yöntemiyle eğitim alan 6-7 yaşındaki çocukların yalnızca kırk gün içinde Arap harfleriyle Türkçe okuma-yazmayı öğrenebildiklerini resmen ortaya koymuştu. Günümüzde dahi birçok eğitim sisteminde kırk gün içinde okuma-yazma öğretmek oldukça iddialı bir hedef sayılırken, usûl-i cedid örneği eski yazıyla Türkçe okuma yazma eğitiminin potansiyelini gözler önüne sermekteydi.
Harf İnkılabının meşruiyetine dair propaganda argümanları zamanla o kadar çürütülmüştür ki ideolojik bağlılık nedeniyle bu inkılabı savunmakta ısrar edenler Osmanlı Devleti döneminde de alfabenin değiştirilmesine dair tartışmalar bulunduğunu ileri sürerek meseledeki sorumluluğu biraz da başka yerlere atmaya, adeta “suç ortağı” aramaya başlamışlardır. Oysa dikkatle incelendiğinde görülür ki Osmanlı’daki alfabe tartışmaları esasen harflerin bitişik yazımının (cursive) okuma zorluğu doğurmasıyla ilgiliydi. Tartışmaların odağı, mevcut harflerin tamamen terk edilmesi değil; “hurûf-ı münfasıla”ya yani ayrı ayrı yazılan bir sisteme dönüştürülmesiydi. Benzer bir süreç Avrupa’da da yaşanmıştı. Orada da bitişik yazıyla yazılmış metinlerin, özellikle el yazmalarının ve el yazısıyla yazılan resmi belgelerin okunmasında güçlükler yaşanıyordu. Fakat Batı, bu sorunu alfabenin kökten değiştirilmesiyle değil, harflerin ayrık biçimde kullanıldığı matbaa ve daktilo yazısıyla aştı. Dolayısıyla Osmanlı’daki alfabe tartışmalarını, “alfabenin tamamen değiştirilmesi” yönünde bir arayış olarak görmek isabetli değildir. Aksine, bu tartışmaların temel amacı, Avrupa’daki örneklerde olduğu gibi yazının okunmasını kolaylaştıracak düzenlemeler yapmaktı.
İngiliz Kralı V. Henry’nin yazmış olduğu 1418 tarihli mektup.

Yani Osmanlı döneminde Arap harfli Türkçe yaygın biçimde okunuyor, usûl-i cedîd ile yaklaşık kırk günde öğrenilebiliyordu. Türkçeye uyarlanarak yaklaşık bin yıl kullanılan bu alfabenin “Türkçeye uymadığı” iddiası ise ayakları yere basmayan bir ideolojik propaganda söylemiydi. Dahası, harflerin fonetik esnekliği sayesinde Arap harfli Türkçe bir metin, şive ve lehçe farklılıklarına rağmen Türk dünyasının hemen her yerinde az bir çabayla okunabiliyordu İsmail Gaspıralı’nın, o dönem Rus idaresinde bulunan Bahçesaray’da çıkardığı Tercüman (1883-1918) gazetesinin aynı zaman diliminde “İstanbul’daki hamal ve Doğu Türkistan’daki çocuk” tarafından da okunup anlaşılabiliyor olmasının nedeni buydu. Öyle ki İsmail Gaspıralı’nın Arabî harflerle çıkardığı bu gazete “dilde, işte, fikirde birlik” mottosunu kullanıyordu.
Latin alfabesine geçişi savunanların bir başka tezi, Türkiye’nin dünyadaki diğer Türklerle uyum için Latin alfabesine geçtiği yönündedir. Haddizatında, komünist Sovyetlerin uyguladığı alfabe değişikliği zaten Sovyetler idaresindeki Türk topluluklarını hızlıca komünistleştirmek, onların tarihsel ve dinsel bağlarını zayıflatmak içindi. Ancak Sovyetlerin daha sonra, idarelerindeki Türk cumhuriyetlerini Kiril alfabesine geçirmesi de bu sözde uyumun önünü tıkadı. 1920’lerin ikinci yarısındaki alfabe değişikliklerine rağmen Türk dünyasındaki birçok bireyin hala eski yazıyı okuyabildiği dikkate alındığında Türk Dünyası ile bütünleşmek isteyen bir idarenin Arabî harflerle yazılan yazıyı asla değiştirmemesi beklenirdi. Yani sonuçları itibarıyla alfabe devrimi, Türk dünyasıyla bütünleşmek şöyle dursun, farklı coğrafyalardaki Türklerin 1928 itibarıyla halâ bildiği ortak alfabeyi kaldırarak Türk toplulukları arasındaki mesafeyi daha da açtı.
Peki fayda/maliyet bakış açısından pek de verimli gözükmediği halde Harf İnkılabı neden yapıldı? Bu sorunun yanıtı basitti. O dönemde Türklerin neden geri kaldığı sorusuna “Türklerin eskiden çok büyük ve başarılı bir millet olduğu ancak İslamiyet’e geçişle beraber bu özelliklerini zamanla yitirdiklerini” ileri süren bir tez vardı. Afet İnan’ın Medenî Bilgiler adlı kitabında yayınlanan bazı pasajlar dahil olmak üzere kimi kaynaklardan dönemin CHF idaresinde de bu tezi paylaşanların olduğu çıkarması yapılabiliyor. Yeni rejim, Türklerin Batılılaşmasının Türkler için yegâne yararlı yol olduğunu düşünüyor ve bu amaca ulaşmak için İslam’dan beslenen geçmişten koparak yeni bir sayfa açmak istiyordu. Bu bağlamda alfabe değişikliği, yeni kuşakların geçmiş metinlerle temasını kesmenin etkili bir aracı -bir kültürel bellek mühendisliği enstrümanı- olarak görülmüş olmalı. Yani harf inkılabından umulan fayda pratik olmaktan ziyade politikti. Reform sonrasında okuma-yazma öğrenen kuşak, Osmanlıca basılmış geniş külliyata erişemezken; matbaa kapasitesinin sınırlılığı nedeniyle milyonlarca sayfalık basılı materyali Latin harfleriyle yeniden basıp okuyucuya sunma imkanı da yoktu. Böylece rejim, devlet matbaalarının bastığı az sayıda ideolojik eser ve birkaç dünya klasiği üzerinden okuma alanını fiilen daraltmış oldu. Eğer okuma yazma bilenler Batılılaşacaksa bile bu, örneğin liberal bir perspektiften olmayacak; yeni rejimin öngördüğü metinlerle, rejimin ön gördüğü sınırlarda Batılılaşmış olacaktı. Yani rejim sadece kültürel bellek mühendisliğiyle sınırlı kalmamış okuryazarlığa ideolojik sınırlar da çizmişti.
Tüm bu sayılanlarla karşın 1960’lar itibarıyla artık Latin alfabesi iyice oturduğundan ve okuryazarlık makul bir seviyeye geldiğinden bugün Latin alfabesinden geri dönmenin bir anlamı yok. Bununla birlikte birden fazla alfabe bilmek -özellikle bu alfabeler Türkçe yazı geleneğinin parçalarıysa- açık bir kazançtır. Bu nedenle Latin alfabesine ek olarak Arap ve Kiril alfabeleriyle yazılan Türkçenin de öğretilmesi; geçmişle kopan bağın onarılması, kendi geçmişimizle hesaplaşarak güncel sorunlarımız için tarihî mirastan beslenen yeni çözümler üretilebilmesi adına işlevsel bir bellek alanı da sunacaktır.