İngiliz Belgelerinde Pan-İslamizm İle İlgili Bir Rapor

İngiltere (Londra)'deki "İndia Office Libran; and Records"'daki araştrmala­rımız sırasında tesadüf ettiğimiz ve faydalı olacağı ümidi ile tercümesini yaptığımız bu rapor, İngiliz Dışişleri'nin talimatı üzerine ilgili bölüm tarafın­dan bir el kitabı ve rehber olmak üzere 1919 Şubatında hazırlanmıştır. "The Pan-Islamic Movement" ünvanını taşıyan bu rapor, gerek İngiliz Dışişleri yetkililerinin konuya yaklaşımlarını ve bakış açılarını ortaya koyması bakımından ve gerekse o yıllarda revaçta olan böyle bir politikanın kendileri cihetinden ciddiyet arzedip arzetmediğini göstermesi yönünden önem arzetmektedir. Raporda Pan-İslam hareketinin ortaya çıkışı ve bu hareketin ilk temsilcilerinin kimler olduğu konusunun ele alınması ayrı bir önemi haizdir.
Eylül 17, 2025
image_print

Kaynak: Türk Dünyası araştırmaları dergisi-Ağustos 1993

Metin Hülagü

 

PAN – ISLAM HAREKETİ

Kronolojik Özet

1838-1896 : Cemaleddin Efgani.
1870 : Buhara’da oluşturulan İslam Ülkelerini Birleştirme Kornitesi
1884 : Sultan Il. Abdülhamid’in Pan-İslamizm’i Uygulamaya Koyması : “Paıı-İslamizm” kavramının Batı’daki İlk Kullanılışı.
1891 : Cemaleddin Efgani Tarafından Paris’de Yayımlanan Urvet-ul- Vüska. Muhammed Abduh’un Makalesinin Yayınlanması.
1897 : Cemaleddin Efgani’nin İstanbul’a Gelişi.
1898 : Mekke Şerifinin Pan-İslamizm Doktrinini Desteklemesi. :Alman imparatoru’nun İstanbul ve Suriye’yi Ziyareti.
1902 : Abdurrahman el-Kevakibi’nin Vefatı..
1903 : Londra’da Kurulan Pan-İslam Cemiyeti.
1904 : Ata Bey Hasani’nin Beyanatı.
1908 : Genç Türk inkılabı.
1910 : İttihad ve Terakki Partisi’nin Selanik Kongresi.
1911 : Trablusgarb Savaşı. Genç Türklerin Pan-İslamizm’i Uygulamaları : Pan-İslam Fikrinin İstanbul’da Gelişmesi.
1914 : Yeni Millet Adlı Eserin Yayınlanması.

 

HAREKETİN TARİHİ TEMELLERİ

İslam’ın temel başarısı, hiç şüphesiz, Muhammed’in tâbileri arasında sağlam bir şekilde tesis etmiş olduğu yakın işbirliğinden ve yine tâbilerinin din kardeşliğinin kendilerine yüklemiş bulunduğu diğer mükellefiyetleri yerine getirmeğe hazır oluşlarından kaynaklanmaktaydı. Eski birlik ve ittifakları bastırmak için Peygamber tarafından zaman zaman zorlayıcı tedbirlere başvurulmuştur. Bazı İslam müesseselerinde sistemi diğerleri ile uzlaşmaz kılma arzusu emareleri bulunmaktadır. Müslüman olmayanları Müslümanlardan giyim ve kuşamları ile ayırmak, Müslüman idareciler tarafından sık sık uygulamaya konmuştu. Peygamber zamanında tâbileri arasında bazı ihtilaflar olmuşsa da bunlar O’nun dinî otoritesi sayesinde bertaraf edilmiştir. O’nun ölümünden çeyrek asır sonra Müslümanlar, en azından zâhirî olarak, bir lidere bağlı kalmışlardı. Fakat milâdî 656 yılında üçüncü halifesinin öldürülmesinden sonra sürekli bölünmeler olmuştur. 750 tarihinde Emevilerin yıkılmasından itibaren ise İslam toplumunu muhtelif devletlere ayıran oldukça ciddi dağılmalar vuku bulmuştur. İslam’ın hâkim olduğu dinî saha genişleme gösterirken bunun beraberinde siyasî bölünmeler de artış ve 325/937 yılı başlarında İslam dünyası, mütekâbil mücâdeleleri sık sık yeniden guruplaşmalara sebep olan, daha fazla kısımlara veya bağımsız devletlere ayrılmıştır. İslam’da ancak tek bir halife veya tek bir Peygamber temsilcisi olabileceği teorisi savunulmakla beraber bu ünvan aynı zamanda birden fazla kişi için kullanılmıştır. Bu kullanımın kabulü çok defa sadece resmiyette kalmış ve bu onu taşımak isteyen hükümdarın bağımsızlığına hiç bir surette etkide bulunmamıştır.

İslam dünyasını birleştirme fikri tabiî olarak bir çok Müslüman hükümdarın hülyası olarak devam etmiş, seleflerinin bıraktığı mülke yeni topraklar katan, meşhur Osmanlı Padişahı Sultan I. Selim (M. 1512-1520)’in fetihleri bu hülyayı kısmen gerçekleştirmiştir. Fakat bununla birlikte, üzerinde Müslüman halkın yaşadığı doğu ve batıdaki geniş topraklarda Osmanlı devletinden tamamiyle müstakil olan devletler oluşmuştur. Ayrıca, ilk fetih yıllarında İslam tâbileri Kur’an dili olan Arapçayı kabule zorlanmış ve böylece bu dil dinî bir lisan olarak benimsenmiştir. Zira aksi takdirde bir çok yerde milli lisanı değiştirmeye muktedir olması mümkün olmayacaktı. Bu dilleri kullarıdan alıkoyma, sistemin ilk yıllarında görüldüğü gibi, Müslümanların bir millet içerisinde herhangi bir şekilde eriyip yok olması ihtimaline engel teşkil etmiştir.

Karlofça Antlaşması ile on yedinci yüz yılın sonunda Osmanlı devleti Avrupa için tehlike olmaktan çıkmıştı. On sekizinci ve on dokuzuncu yüz yıllarda ise, bir kısmının bir zamanlar Osmanlı devletine ait olduğu, çoğunlukla Müslümanlarla meskûn olan büyük mikyastaki topraklar Büyük Britanya, Rusya, Hollanda ve Fransa idaresine geçti. On dokuzuncu yüzyılda Türkiye sadece Avrupa ve Asya’daki topraklarının bir kısmını kaybetmekle kalmadı, fakat aynı zamanda başkent de Avrupa tesirine de girdi.

Bu sırada Türkiye kadar güçlü herhangi bir İslam devleti de bulunmamaktaydı. Bu dönemde haberleşme vasıtalarının gelişmesi ve yazılı basın ve okulların kurulması ve daha ziyade Hristiyan misyoner faaliyetleri vasıtası ile bir çok İslam ülkesinde önceki devirlerde olduğundan çok daha fazla olarak günün olaylarına ilgi arttı ve bu olaylara dair doğru bilgi edinme imkarı doğdu. İslam toplumunun siyasî yönden gittikçe daha fazla bir şekilde Avrupa devletlerine ve Hristiyan dinine merbut olanlara bağlı kaldıkları görüldü. Bu devletler, her ne kadar İslam dinine tolerans gösterdilerse de, gerçi dinin tebliğcisi onun toleransla karşılanmasını değil, bilakis dünyaya hâkim olmasını tasavvur etmişti, onun emirlerinin çoğunu yasaklamışlardı. Bundan dolayı Müslüman toplum ırk, dil ve mezhep açısından parçalanmış bir haldeydi; Haçlı seferleri ve Moğol istilası gibi gayet korkunç felaketler bile Müslimler arasında işbirliğini sağlamaya kâfi gelmemişti. Genel isimleriyle Müslüman olarak Kur’an vasıtasiyle, ve birlik halinde bulundukları ve herkesi önlerinden silip süpürdükleri tarihin bir döneminde birbirleriyle duymaya ve birbirlerinin talihsizliğine de esef etmeğe kafidir. En azından aralarındaki dindar kimseler sürekli olarak İslam hükümdarının dünyarın idarecisi olmayı arzu ettiği zamana hüzünlü bakmaktadırlar. Bunlardan bazılarının İslam ülkelerinin birlik halinde bulunmayışının sebebini siyasî zayıflıklarında görmeleri ve birliğin tekrar sağlarıması halinde İslam’ın siyasî açıdan kuvvet kazanacağırı düşünmeleri gayet tabiidir.

PAN-İSLAMİZM VE SULTAN II. ABDÜLHAMİD

Avrupa’dan gelen tecavüzlere karşı koymak ve nihâî olarak Asya ve Afrika’daki Avrupa idâresine son verebilmek gayesiyle İslam ülkelerini birleştirme fikri ‘İslam Birliği’ ifâdesiyle Arapça ve Türkçe olarak ifade edilmiştir. Mezkur cümlenin Pan-İslam olarak İngilizceye tercümesi ilk defa, her ne kadar görünürde bağımsız olmamakla birlikte bir çok noktada ayrı fikirde olarak, The Times’da 19 Ocak 1882 tarihli bir makalede, belki de bu ifâdenin Fransızca ilk tercümesi olarak, des deux Mondes’de bir kaç ay önce çıkmış bulunan M. G. Charmes diye biri tarafından yayınlanandı. Fransız yazar hareketin başlangıcını Buhara’da 1870 yılında kurulan ve eski Hokand hükümdarı Haydar Han′m Arabistan’da elçilik hizmetini yaptığı, birliğe kadar götürür. Haydar Han bir çok Arap, Kürt ve Hintli şeyh ve mollalara Rusya ve İngiltere’ye karşı cihad ilan edilmesinin gerekliliğini izaha çalıştı. Berlin Antlaşması’nın Türkiye’ye uygulamaya koyduğu onun küçük duruma düşürücü şartlarından dolayı birlik İslam konfederasyonu başkarı altında toplanmayı düşündü. Fakat bu konfederasyonun başkanlığına Osmanlı padişahını değil, 1877’de atanan ve 1880 yılında suikaste uğrayan Mekke Şerifi Hüseyin’i getirmeği arzu etmekteydi.

Mamaafih, İslam’ın dinî lideri olma fikrinin siyasî sahada kullanılması, Kırım Savaşı sırasında selefleri gibi, Ruslara karşı hiç bir Hristiyan devletten yardım almayan, Sultan II. Abdülhamid tarafından uygulanmaya kondu. Sultan Abdülhamid’i bu fikrin uygulanmasına ikna edenlerin Sir Muhammed Zafir, kendisine tahta geçeceğini önceden haber vermiş olan Tripolili bir Derviş, bu Derviş’in yeğeni, Şeyh Esad ve Ebu el-Huda Efendi olduğu sanılmaktadır. Mezkûr kimseler padişahı, seleflerinin Avrupa Hristiyan devletlerinin dostluğunu elde etmekte hatalı davrandıklarına ve kendisinin yapması gereken doğru hareketin ise ancak Hristiyanlığa karşı İslam birliğini yeniden kurmak olduğuna, inandırmaya çalıştılar. Onun bu maksat doğrultusunda İslam dünyasının değişik yörelerine elçiler ve temsilciler gönderdiği belirtilir. Bu teşebbüslerin bazılarına dair elimizde detaylı bilgiler vardır. İbrahim es-Senûsi Fas Sultanına gönderilmiş, kendisine hediyeler sunulmuş ve cihada katılması davetinde bulunulmuştur. Tanier’deki İngiliz elçisi vâsıtasiyle bu zat Fas Sultanı ile görüşme fırsatı elde etmiş, fakat Sultan kaçamaklı cevaplarda bulunmuştur. Çünkü Fas Sultanı bulunduğu mevkiye istinâden Osmanlı Sultanı’nın üstünlüğünü kabul etmeden veya kendisinin ondan üstün olduğunu beyanda bulunmadan resmî bir evrāka imza koyamadığından, bu formaliteyi önemsememiş; imzası ve mühürsüz bir mektup da tabiî olarak kıymet taşımamıştır. Şeyh Zafir’in kardeşi Hamzanın 1882’de aynı gaye ile Tripoli’ye gönderilmesi de başarısızlıkla neticelendi. Zira bu görevler durumları icabı gizlilik arzetmekteydiler ve tabii olarak söylenti yolu ile bilinmeleri gerekmekteydi.

Öyle anlaşılmaktadır ki oldukça uzun süren saltanatı boyunca Sultan II. Abdülhamid Müslümanların lideri olma siyasetini devam ettirmiştir. Fransızların Kuzey Afrika’daki Tarikatler hakkında hazırlamış oldukları raporlar bu teşkilatlardan bazılarını, özellikle Ebu el-Hüda’rın başkanlığını yaptığı Rüfâî Tarikati ve Şeyh Zafir’in lideri bulunduğu Medenî Tarikati, Pan-İslam propagandası yapmak üzere Sultan Abdülhamid tarafından istihdam edildiğini belirtmektedir. Bu teşkilatlar (1897), bu öğretiyi yaymak arzusundaki hacılara rehber olarak tayin edilmiş bulunan Mekke Şerifi tarafından desteklenmekteydi. Abdülhamid’in Türk biyografi yazarı onun Hicaz Demir Yolu inşaatı ile tüm dünyadaki Müslümanların gönlünü hoş etmeği hedeflediğini belirtir. Aynı motif bir çok maksatsız tecavüz hareketlerinde de görülür. Bundan dolayı bazıları Sultan’ın bu hususlardaki hareketinin diğer devletlerdekilerden ziyâde kendi tebasını etkilemeyi gaye edindiğini belirtirler. Sultan Abdülhamid saltanatının sonlarına doğru, Çin ve Afganistan gibi, Türkiye dışında bulunan Müslüman cemaatlere elçiler tayin etme alışkanlığı içerisinde bulunmaktaydı.

Hiç şüphesiz onun İslam birliği politikası, sınırları dışında kalan tüm İslam ülkelerini silah kullanmak yolu ile kendi İmparatorluğuna katma fikrinde olan selefi I. Seliminkinden oldukça farklıydı. Selim zamanında gayr-i Müslim idâresinde bulunan Müslümanların sayısı oldukça ehemmiyetsiz bir adetteydi. Sultan Abdülhamid’in oluşturulacak olan Müslüman devletler konfederasyonunu Hristiyanlığa karşı savaşa sevkedeceğini ihtimal dahilinde kabul etmek doğru olmaz. Onun Avrupa devletleri, özellikle Almanya, ile dostca münasebetler kurmaya çalışması bu ihtimali reddeder. O Hristiyan devletlerin tebası durumunda olan Müslümanların tabiî önderi saymakla kendisini mezkûr devletlere karşı güçlü göstermeği ümit etmekteydi. Zira Almanya’nın bahsedilen şekildeki tebasının Büyük Britanya, Fransa veya Rusya’nınkinden çok daha az olması dolayısiyle takip edilen politikanın Almanya’ya faydalı olacağı düşünülmüştü. Böyle olmakla birlikte kendi imparatorluğu içeresinde bile İslam lideri olduğu hususu bir çok yerde tartışılmıştır. İmparatorluk dışında ise Hindistan bu iddianın en fazla taraftar topladığı ülke olmuştur.

DOĞUNUN PAN-İSLAM HAREKET TEORİSİNE BAKIŞ AÇISI

Doğulu yazarlar Pan-İslam hareketinin, yani İslam toplumları arasında birliğin tekrar sağlarıması ile Avrupa devletlerinin tecavüzlerinin durabileceği ve kaybedilen toprakların nihâî olarak yeniden elde edilebileceğini düşünmüş olan kimsenin, 1838-1896 yılları arasında yaşamış olan Seyyid Cemaleddin Afgânî olduğunu beyan ederler. ‘Afgani’ diye meşhur olan Seyyid Cemaleddin elde edilen son bilgilere göre İran’da Hamadan’a yakın bir köyde doğdu. Necef’de okudu ve bir müddet, adını aldığı, Afganistan’da ikamet etti. 1863’de Heraťı aldığında Dost Muhammed ile birlikte bulunmaktaydı. Kısa bir süre sonra vuku bulan iç savaş sırasında Azim Han’ın hizmetindeydi. Fakat bu Prens’in 1869 yılında Şir Ali tarafından mağlup edilmesi üzerine Afganistan’da kalmanın emniyetli olmayacağını düşünerek Hindistan’a gittiyse de İngiliz Hükümeti orada ikamet etmesine müsaade etmedi. Efendisinin alaşağı edilmesinin İngilizlerce gerçekleştirilmiş olduğu kanaati kendisini bu imparatorluğun can düşmarı yaptı. Mısır ve İstanbul’da seyahat ve öğretim faaliyetinde bulundu, fakat Sünnî olmadığı gerekçesiyle 1871’de İstanbul’dan uzaklaştırıldı. Mısır’a avdetinde kendisine Riyad Paşa tarafından küçük bir aylık maaş bağlandı, fakat daha sonra 1879’da İngiliz aleyhtarı propagandaya başladığı için buradan da uzaklaştırıldı. Bunun üzerine Haydarabad’a gitti, fakat Mısır’da isyanın başlamıs sebebiyle, murâkabe altında tutulabilmesi için, Arabi isyaru bertaraf edilinceye kadar İngiliz Hükümeti tarafından Kalküta’da ikamete mecbur edildi.

Cemaleddin ennihaye, muhtevası içerisinde, idaresi altında en geniş Müslüman kitleyi barındıran ve kendince, İslam’ın amansız ve güvenilmez düşmanı olan bir Avrupa devleti olarak İngiltere’ye şiddetli saldırılarda bulunduğu, 1884’de Urvet-ul-Vüska isimli Arapça dergiyi neşretmeğe başladığı Paris’e yerleşti. Afganiye göre İngiltere’nin politikası tüm Müslümanların bağımsızlıklarını yok etmek, mülklerini ellerinden almak ve genel olarak kendilerini aşağılamaktı. Bir süre sonra bu derginin basını durdu. Fakat bu dergi Cemaleddin’i İran’a davet eden ve kendisini Savaş Bakanı yapan Şah Nasır-ed-Din’in ilgisini çekmişti. Başlangıçta Şah’ın niyetinden şüphelenen Afgâni Avrupa seyahatinde bulunmak üzere İran’dan ayrıldı. Fakat 1889’da Şah ile Münih’de görüşerek, ihtilal fikirleri yayma çabasında olduğu bahânesiyle 1890 yılında terketmek zorunda kaldığı, Tahran’a dönme davetini kabul etti. Daha sonra, biyografisi yazarına göre, Avrupa devletlerinin ve özellikle de İngiltere’nin İslâmî konulara müdahalesini onaylamamakla birlikte, Hükümeti Şah’ın alaşağı edilmesi konusunda etkilemeğe çalıştığı Londra’ya geldi. İngiltere’de bulunduğu sırada, İstanbul’a gelmesi yolunda kabul ettiği bir davet aldı. Vefat ettiği 1896 yılına kadar burada Sultan’ın ihsanına muhatab oldu. Burada kaldığı zaman zarfında İran Şalı’nı Abdülhamid’in halifeliğini tarıması için iknaya çalıştığı belirtilir. Kendisi ve meslektaşı Rûhi Efendi tarafından Cemaleddin’in İran’da bulunduğu sırada tanımış olduğu, önde gelen ve alim kimselere, İranlıların Türk Sultarı’nın İslam’ın lideri olduğu tezini kabul etmeleri halinde Türkiye ve İran ittifakının Avrupa tecavüzlerine meydan okuyacağını iştiyak ile dile getiren yüzlerce mektup yazıldı. Müzakerelerin olumlu bir netice alınacağını gösterdiği bir sırada durum İran hükümetine ifşa edildi veya herhangi bir şekilde hükümet durumdan haberdar oldu ve Rûhi Efendi derhal katledildi.

Cemaleddin Efgânî’nin en meşhur yardımcısı, daha sonraları Mısır Müftüsü olan ve İngiliz İşgalini dostca karşılayan Şeyh Muhammed Abduh idi. Hocasını Pan-İslam görüşüne sürükleyen fikirler Abduh tarafından, evvela Urvet-ul-Vüska’da (1884) ve daha sonra da ikinci defa Müftü’nün biyografisinde yayınlanan, iki ayrı makalede izah edilmiştir. Abduh’a göre İslam toplumundan herhangi birinin gayr-i Müslimlere siyasî olarak boyun eğmesi, tâbilerine sadece yabancı boyunduruğundan kurtulma vazifesini değil, aynı zamanda İslâmî olmayan tüm güçlere karşı koymayı da emreden İslam dininin ihlal edilmesi demektir. O, Müslümanların büyük çoğunluğunun gayr-i Müslimlere itaat etmesini Müslüman idarecilerin vazifelerini ihmal etmelerine ve, aralarını bulmaları için yabancıların yardımına müracaat eden, bu liderlerin aralarındaki husûsi tartışmalara hamleder. Bu durumdan dolayıdır ki yabancılar netice olarak Müslümanlar üzerinde hâkimiyet kazanmışlardır. İslam’ın menfaatlerini kendi basit menfaatlerine kurban eden bu prensler ve hükümdarlar, kendilerini avlarından alıkoyarak ve hatta tilkilere yem ederek, o aslanların (İslam mücahidlerinin) boyunlarına zincir oldular.

Fakat ümitsizliğe kapılmak gerekmez. Edirne ve Peşaver arasında birbirine bağlı ve hepsi de Kur’an inancına sahip, sayıları 50.000.000’dan az olmayan, cesâretleri ile diğer tüm ırklara fåik bulunan Müslüman devletler yeralmaktadır. Bunlar kendilerini savunmak üzeri birlik oluşturamaz ve işbirliği yaparak her taraftan üzerlerine gelen tufarı başka yöne kanalize edemezler mi? Yazar böyle bir birlik ve dayarışma davetinin ilk etapta en meşhur İslam hükümdarları tarafından yapılacağı ümidini ifade ederek yazısırı tamamlamaktadır.

İkinci bir makalede ise bir milletin başarılı olabilmesinde iki temel öğenin birlik ve emperyalizm olduğunu vurgulamaktadır. Bir milletin fetihte bulunmaya karşı duyduğu arzu, ferdin bedeninin yiyeceğe karşı duyduğu arzu gibidir. Fakat fetihte bulunmanın tasavvurundan önce birliğin mevcut olması gerekmektedir. Bu prensipler sadece deneyimle öğrenilmeğe has olmayıp Kur’an tarafından da telkin olunmuştur. Mamaafih bunları unutmuş gözüken Müslümanları uyandırmak gerekmektedir. Her gerçek Müslümanın hacda gittiği kutsal mahalde ortak gayretin mütalaa konusu yapılabileceği ve pratik planların tasarlanabileceği bir merkez vardır. Görüldüğü gibi bu gaye için Mekke’nin kullanılması umulmakta ve ayrıca dinî teşkilatlardan faydanılmaktaydı. Cemaleddin ile Pan-İslamizmin fikir babalığını yapan, fakat Abdülhamid ile dostluğu bulunmayan, Abdurrahman Kevâkibi Mekke’de bir Pan-İslam konferansının toplanmasını teklif etmiş, fakat Abdülhamid buna rıza göstermemişti. Kendisi 1902’de vefat etti.

DİNİ CANLANMA OLARAK PAN-İSLAMİZM

İslam’ın siyasî hâkimiyetinin yeniden sağlanması için Cemaleddin Efgani’nin öngörmüş olduğu tedbirler kat’i surette ağır ve şiddetli iken, buna mukâbil tâbileri ise İslâmî kolejler, gazeteler ve cemiyetler tesis ederek bu gaye için ortam hazırlamayı arzu etmekteydiler. 1903 yılında Londra’da, gayeleri aşağıda sıralanınmış olan bir Pan-İslam cemiyeti kuruldu:

  1. İslam dünyasının dinî, sosyal, moral ve entelektüel açılardan gelişmesini sağlamak.
  2. Dünyanın her bir parçasında bulunan Müslümanlara tekrar sosyal birliği sağlayacak bir merkez oluşturmak.
  3. Müslümanlar arasında kardeşlik duygularını geliştirmek ve aralarındaki münasebeti kolaylaştırmak.
  4. Gayr-i Müslimler arasındaki İslam ve Müslümanlar hakkındaki yaygın olan yanlış anlamaları gidermek.
  5. Dünyanın herhangi bir parçasında yardıma ihtiyaç duyan herhangi bir Müslümana en iyi şekilde meşru yardımda bulunmak.
  6. Gayr-i Müslim ülkelerde dinî törenlerin yerine getirilebilmesi için kolaylıklar temin etmek ve İslam kültür (düşünce) merkezleri kurmak.
  7. Dünyanın değişik yerlerinde Merkezi Pan-İslam Cemiyeti’nin şubelerini açmak, konferanslar ve müzakereler tertip etmek ve İslam’ın menfaatlerini artırması muhtemel olan gazeteler çıkarmak ve okumak.
  8. Londra’da bir cami yaptırabilmek için dünyarın her tarafında bu maksatla yardım toplamak ve bunu vakfetmek.

Bu belgeyi tercüme eden Mısırlı mütercim tarafından şu dört maddenin de yukarıdakilere ilave edilmesi gerektiği belirtilmiştir:

  1. Osmanlı hilafetini desteklemek.
  2. Tüm Müslüman idareciler ve otoriteler benimseyinceye kadar bu tarz üzere propagandaya devam etmek.
  3. Osmanlı hilafetini destekleme mukâbilinde İslam toplumları için Osmanlı halifesinin desteğini ve problemlerinin çözümü için bu tür toplulukların kontrol altına alınmasında Avrupa devletleri ile arabuluculuk yapmasını sağlamak.
  4. Almış oldukları tedbirlerin tüm cemiyeti etkisine alması ve İslam’a leke getirmesi halinde, bu tedbirlerin İslam hukukunu ihlal ettiği durumlara Müslüman idarecilerin dikkatini çekmek.

Bu gelişme üzerine Londra cemiyeti ismini derhal Pan-İslamizm’den İslam’a çevirdi ve faaliyetlerini ılımlı bir derecede yürütmüş gözükme durumuna girdi. Daha başka cemiyetler, okullar ve gazeteler faaliyete geçti. Meşhur bir Mısırlı, 1904 yılında, Pan-İslamizmin ne şekilde olursa olsun mutlak surette haçlı serefi veya Avrupaya karşı savaşmak için İslam devletlerinin bir bayrak altında birleşmesi gibi herhangi bir manayı asla ifade etmiş olmadığını beyan etti. Aslında ifade etmiş olduğu şey fazla değişik bir şey değildi; dünya Müslümanları arasında birliği ve kardeşliği oluşturmayı, birbirlerine moral, maddî ve siyasî açıdan destek olmayı ve kendilerini en büyük İslam gücünü temsil eden olarak Osmanlı Halifesi’nin etrafında toplamayı ifade etmekteydi. Böyle bir birliğin gerçekleşmesi halinde Avrupalıların Müslümanların beldelerini daha fazla işgal etmeleri ve Müslüman iş gücünden faydalanmaları mümkün olmayacaktı.

Müslüman olan bir İngiliz, Pan-İslamizmin gayesini başarması halinde, onun Osmanlı İmparatorluğunun hizmetine girmesi gerektiği neticesinden bir çoklarının sakındığından çok daha fazla olarak sakınmaya çalışır; fakat böyle olmakla birlikte netice yeterince vâzıh değildir: “Pan-İslamizm, Avrupa ve medeniyet için tehlike arzetmek yerine her barış ve medeniyet taraftarının desteğini kazanması gereken bir harekettir. Dünya serbest bir şekilde Pan-İslamizmin sahip olduğu daha müreffeh ve gerçek medeniyeti görebilse devletler tüm gerçek gelişmelerin önünde engel olmaktan başka bir şeye yaramayan fetihte bulunma arzusunu bırakacak, birbirinin çıkarlarına başkalarının çıkarlarının boyun eğmek zorunda olduğu bir iddia olarak bakmaktan vazgeçmeli ve bütün tarafların çıkarlarını ayın anda gözetmeği ilke haline getirmelidirler. Bu ideale daha fazla ulaşılınca, İslam’ın, yeniden teşekkül etme büyük planında uygun olan yerini almaya hazırlanması gerektiği daha önemli olacaktır. Böyle yapabilmek için de onun şimdi ve her zaman için Pan-İslamizmin ana sebepleri olan fikirleri takip etmesi gerekir”.

Bu görüş Cemaleddin Efgani’nin programını, zaman zaman aralarında ilişkiler kurulmuşsa da temel bir bağlılık ihtiva etmeyen, reforme edilmiş İslam ile bozacak gibi gözükmektedir. Diğer dinlerde olduğu gibi İslam’da da onun samimi olan tâbileri fırkaları birbirinden ayıran şeylere bağlı kaldıkları nisbette onları birleştiren şeylere de bağlı olmuşlardır. Dolayısiyle din rabıtasını zayıflatmadan fırka rabıtasını zayıflatmak mümkün gözükmemektedir. Zira Pan-İslamizm, otuz yıl süreyle yakın bir müzakereye tabi tutulduktan sonra, ki 1908 öncesinde herhangi bir netice sağlamamıştır, bu konuda söz sahibi olan doğulu yazarlar tarafından mevcudiyetinin olmadığından bahsedilmiştir. Bu yazarlardan biri Pan-İslamizm’i “İslam kardeşliği prensibinden çıkarılmış ve Avrupa muhayyilesi ile aşırı derecede büyütülmüş bir kuruntu” olarak tarif etmiştir. Başka bir yazar ise Pan-İslamizm nosyonunu, niyetleri Müslümanlara karşı düşmanlığı galeyâna getirmek ve bu vesileyle onlardan bağımsızlıklarını ellerinde bulunduranlara karşı yeni saldırılara geçmelerini haklı kılabilmek gayesinde olan, Avrupalı siyasiler tarafından icat edilmiş olarak beyan etmiştir. Dolayısı ile doğu Basını bu kelimenin Avrupa’da doğurmuş olduğu galeyânı büyük derecede mübalağa etmiştir. Aslında Pan-İslamizm’e atfedilenlerin çoğununun onunla hiç bir alakası yoktu. Alman İmparatorunun gönderdiği de dahil olmak üzere, çeşitli İslam ülkelerindeki misyonerler hakkında başlatılan araştırmalar pratik uygulama planına sahip önemli hiç bir teşkilat tesbit edememiştir. İslam dünyasının Avrupa devletleri arasında bölünmesi hızlı bir şekilde tahakkuk etti ve böylece İtalyanların Trablusgarb’ı işgali, Fas’a ait işlerin Fransa’run menfaati doğrultusunda düzenlenmesi, İslâmî hassasiyete zarar verdi. Meydana gelen bu durumlar karşısında değişik ülkelere mensup Müslümanlar arasındaki işbirliği, yardım göndermenin, bazan askere yazılmanın ve izin verilen yerlerde protesto mitingleri yapmanın ötesine geçmedi. Bu durum ise Müslüman yazarlar tarafından Pan-İslamizmin organizeli bir çalışma olmadığırun delili olarak kullanıldı ve bu hareketin doğurduğu duyguya çok zaman fazla değer verildiği belirtildi, tecavüz ruhu Avrupa Hristiyanlığına hasredildi; bunun Asya ve Afrika’da yaşamakta olan İslam’a adaletli davranıldığı takdirde atfedilemeyeceği ifade edildi. Ayrıca asırlar önce daha büyük tehlike arzeden Haçlı seferleri ve Moğol istilasının, bir kısmının müşterek düşmana yardımda bulunduğu, İslam topluluğu arasında işbirliği meydana getiremediği belirtilmiştir. Avrupa tecavüzünün taşıdığı daha ılımlı beklentilerin böyle bir dayanışmayı sağlayacak güce sahip olduğu da umulmamalıdır. Öte yandan İslam’ın Avrupa devletleri koruması altında bulunan Asya ve Afrika ülkelerinde bağımsız devletlerde olduğundan çok daha hızlı bir şekilde yayıldığı gerçeği, zeki müslümanların Cemaledin Efgani’nin planını gerçekleştirme doğrultusunda gösterdikleri gayreti caydırmaya yöneliktir. Reformcular İslam’ı yüceltme gayretlerinde en büyük muhalefetin Müslümanlar tarafından yapıldığından şikayet etmektedirler.

PAN-İSLAMİZM VE GENÇ TÜRKLER

1908 yılında Anayasanın ilanı başlangıçta Pan-İslamizm açısından elverişsiz gibi değerlendirildi. Çünkü Anayasa tüm dinlere ve mezheplere eşit haklar tanımaktaydı ve dolayısiyle hiçbir Padişahın gelecekte Pan-İslamizm yoluyla cihad çağırısında bulunamayacağı; Asya ve Afrika’nın fanatik kabileleri hür, kendi kendini idare eden medeni toplumun başında bulunan Padişah’ın nasihatini dinlemede yavaş davranacakları farzolundu. Ayrıca reformları gerçekleştirmede büyük bir üne sahip şahsiyetlerden Niyazi, Anayasa uygulamaya konulmadan önce, Türkler fåtihler olarak haklarından vazgeçmeğe zoraki razı oldular, diye belirtirken Enver Bey’den ise, yine Anayasanın Pan-İslamizm ile herhangi bir münasebeti yoktur, beyanatında bulunduğu rivayeti yapılmaktaydı.

Genç Türklerin görüşleri şubelerinden biri tarafından şu şekilde açıklandı: “Biz Osmanlılar yeterince akıllı ve hayalperestlerin Pan-Islamik planlarını takip etmenin kıymetli menfaatlerimize ters düşeceğini kolayca anlayacak bir ırka mensubuz”. Genç Türklerin, Pan-İslamizme temayülü olan, Mısır milliyetçiliğine çok az sempati duydukları ifade edilmiştir. Gerçekten de Babıali’nin gayr-i Müslimlerini techiz etmeği ihtiva etmiş olan Anayasanın ilanı onu Pan-İslamik projelere elverişli olmaktan alıkoymuştur.

Olayların akışı bu konuda değişikliğe sebep oldu. Tüm mezheplerin tâbileri arasında eşitliğin kabul edilmesi şüphesiz ki Kur’ani kanunların ihlal edilmesi demekti. Anayasının ilanından kısa bir süre sonra, İslam hukukunu restore etmek görüntüsü altında, İstanbul’da İslam Kardeşlik Cemiyetinin kurulduğunu görmekteyiz. Bu cemiyete başkentte büyük sayıda katılım oldu ve kısa bir süre sonra da tüm kasabalarda şubeleri açıldı. 1911 yılı önce İttihad ve Terakki Partisi’nin Pan-İslamik programı uygulama peşinde olduğunda ve Osmanlı Padişahını meşru idarecileri olarak görebilmeleri için gayr-i Müslim idaresinde bulunan Müslümanları galeyana getirmek amacıyla muhtelif ülkelere ajanlar gönderdiğinde şüphe yoktur. 27 Aralık 1911 tarihli The Times gazetesi aşağıdaki maddelerin İttihad ve Terakki Partisi’nin 1911 yılında Selanik Kongresinde almış olduğu kararlardan bazıları olduğunu belirtmiştir:

PAN-İSLAMİZM İLE İLGİLİ KARARLAR

“Tüm Müslüman ülkelerden gelenlerin oluşturduğu delegeler kongresi Müslümanların problemlerini ele almak üzere her yıl İstanbul’da toplanmalıdır. Komitenin şubeleri, özellikle Rusya ve İran’da olmak üzere bütün İslam ülkelerinde açılmalıdır. Rusya Müslümanları Rus askerleri arasında devrim propagandası yapmaya ikna edilmelidirler. Oldukça fazla sayıda Tatar’ın halihazırda Rusya’da açılmış bulunan cemiyetin yedi şubesine üye olmaları sağlanmalıdır. Nihâî gaye iki ülke arasında siyasî ve ekonomik birliği sağlamak olmak üzere Türkiye ile İran arasında bir uzlaşmanın sağlanmasına çalışılmalıdır. Bulgaristan ve Bosna-Hersek’deki, kendilerine hicret etmemeleri tavsiyesinde bulunulması gereken Türkler İttihad ve Terakki Partisi ile temasta bulunabilecekleri bir tarzda teşkilatlandırılmaklıdırlar. Bulgaristan’dan çok sayıda Türk genci getirilerek Türkiye’de eğitilip tekrar öğretmen olarak Bulgaristan’a gönderilmelidir. Pomaklar arasında Türk dilini yaygınlaştırmak ve Bulgar dilinin unutulmasına çalışmak gayesiyle okullar açılmalıdır. Bosna-Hersek’e Türk öğretmenler gönderilmeli ve bu kasabalardaki Türkler’in Sırp beklentilerini desteklememeleri ve okullarda Sırpcadan ziyade Almanca öğrenmeleri telkin edilmelidir”.

The Times muhabiri, hakikaten, Genç Türkler’e çok az bir sempati duymaktadır. Fakat, Doğu meseleleri konusunda ehliyet sahibi ve bîtaraf hükümleri olan, M. Rene Pinon, 1911 sonbaharında yayınlanan, Europe and Young Turkey adlı risalesinde The Times gazetesindeki ifadelere mutâbık olan bir paragrafı bulunmaktadır: “Genç Türkler Osmanlı İmparatorluğunu yeniden ihya etmek gibi şerefli bir vazifeyi üstlendiler. Fakat Osmanlı Devletinde ülke misyonu ile milletin misyonu arasındaki karşılıklı uyum hiç bir zaman için Avrupa’da mevcut olmamıştır. Dinlerine düşkünlükleriyle tanınan Türkler arasında milli vatanperverlik duygusunun uyanması ancak Pan-Islamizmin patlak vermesi ile neticelenir. Şayet Pan-İslamizm kelimesi Batı’da icat edilmişse, fikir Doğu’ya ve Müslümanlara aittir. Müslümanlar kardeş, Hristiyanlar düşman, Padişah ise efendidir. Bu Türk köylüsünün kalbindeki yalın politika anlayışıdır. Bu anlayışın değişebilmesi için bir hayli yılın geçip gitmesi gerekir. İşte o zaman Genç Türkler alt kademedeki ajanların idare etmekten hoşnut olacağı Pan-İslamik faaliyetleri dikkatle izleyebileceklerdir. 1911 Selanik Kongresinde Hindistan ve Kafkasya Müslümanlarına Türk elçilerinin gönderilmesi müzakere olunmuştu. Suriye’ye yerleştirilmiş olan Cezayirliler arasında Fransızlar aleyhine aktif bir propagandanın sürdürüldüğü ve Cezayir’e ajanlar gönderildiği aşikardır. Muayyen Genç Türk şubeleri ile Genç Mısırlılar Cemiyeti arasında daimi münasebetler kurulmuştur. Uzun bir gayretten sonra, Kwar ve Bilma gibi uzak bölgelerde olduğu üzere, Büyük Sahra’da asayiş ve emniyeti tesis etmiş olan memurlarımız orada Türk propaganda faaliyetlerine rastlamışlardır. Türkler, sınır tartışması bahanesi ile İran, Ermenistan ve Kafkasya arasında haberleşme noktai nazarından önemi her zaman için büyük olan Azerbaycan’ın bir bölümünü işgal ettiler. Bu konu hakkında bir Türk gazetesi: “Bir İslam gücü olmasından dolayı İran’ın işlerine ilgi duyma hakkına sahibiz” ifadesini kullanmıştır”.

Bu son iddia, özellikle Rus karışıklığı ile ilgili olarak, M. Pinon’un yazmasından sonra tekrar tekrar yetkili Türk otoriteler tarafından dile getirilmiştir.

İttihad ve Terakki Partisi’nin Pan-İslamik politikada samimi olabileceği çeşitli sebeplerden dolayı kanun gerçekleşmeyeceği belirtilmiştir. Herşeyden evvel cemiyet liderlerinin hepsinin, istisnasız olarak, farmason olduğu ifade edilmiştir. Böyle bir dinî fanatizm ise Masonik cemiyetin prensipleri ile çatışma durumundadır. İkinci olarak Pan-İslam politikası Türk otoritesini tehlikeye düşürebilecek yerlerde caydırılmaya çalışılmıştır. Mesela Türkler Suriye’de, tüm Arapça konuşan ülkeleri siyasî bir çatı altında toplamayı hedefleyen, Pan-Arabizm hareketi ile karşı karşıya kalabilirdi. Böyle bir devletin başında dinî bir liderin bulunması gerekeceğinden ötürü bu durum, bir Arap devletinin kolayca paylaşamacağı, Osmanlı Anayasasının isimsiz yapısını belirtmesi, Suriye’deki Türklerin kendi menfaatinedir. Ayrıca Genç Türklerin, Arapçanın zararına da olsa, Türkçeyi Osmanlı İmparatorluğu’nun milli dili haline getirmeğe çalışması, devletin zâhirde Türkleştirilmesi Rusya’nın Türk veya Tatar tebasını etkilemeyi ve onları Türkiye’nin menfaatleri doğrultusunda harekete etmeği hedeflemekteydi şeklinde cevaplandırılan, anti-İslâmî bir girişim olarak yorumlanmıştır.

Pan-İslamizm politikasını Türk devlet adamlarını uygulamaya koymaya sevkeden diğer bir sebep olarak ise Trablusgarp savaşında umduklarından daha kuvvetli bir derecede dinî dayarışmaya şahit olmaları gösterilmiştir. Çünkü gerekse Arapların Trablusgarb’da İtalyan işgaline karşı direnmeleri ve gerkes bu savaşta Türkiye’yi desteklemek üzere tüm müslüman cemiyetlerden gelen yardımlar, beklemenin çok çok üzerinde olmuştur. Bu durum, İslam’ın zahirî savunması için para tedarik etmek, Arapça konuşan beldelerdeki anti-Türk müşevvikleri teskin etmek ve Rusya’nın Türk ve Tatar tebası arasında uzlaşmayı sağlamak gibi, değişik gayeleri tahakkuk ettirmede Pan-İslam duygusunun kullanılabilirliğini ortaya koydu. Bundan dolayıdır ki Genç Türkler Mısır ve İstanbul’daki Pan-İslamik basına maddi katkıda bulundular.

Türk tarihinin 1911 yılından Birinci Dünya Savaşı’nın çıkışına kadar geçen safhası arasında Pan-İslamizmin Türk devlet idarecileri arasında tedrici bir gelişme kaydettiği görülür. Sürgün cezasına çarptırılmış Şerif Paşa İttihad ve Terakki Komitesi ile ayrı özellikte bulunan ve Cemiyet-i Hayriye-i Hamiye diye adlandırılan büyük bir Pan-İslam Birliği’nin mevcudiyetinden bahseder. “Bu cemiyetin son toplantısına beş Hindistanlı katılmıştır”. İslam’ın diğer dinlere gösterdiği herhangi bir gerçek tolerans ve Müslüman dünyasının Avrupa medeniyeti doğrultusunda herhangi bir gelişme kaydetmesi imkansızdır şekildeki deklarasyon Şerif Paşa’nın işbirliği yaptığı bir kimse tarafından, bu her iki teşkilatın da üyesi olan, Şeyh

Abdulhak Bağdadi’nin yazılarından iktibasta bulunulmuştur. İfade edildiğine göre ilk Osmanlı Meclis-i Mebusan Başkanı olan Ahmet Rıza Osmanlı İmparatorluğunun değişik unsurlarını ancak İslam dininin birleştirebilme gücüne sahip olduğunu ve Türk Anayasasının Padişaha tanınmış olduğu İslamî kimlik ve muasır medeniyeti yakalamak şeklindeki ikilem bu şekilde devam ettirilemezdi. Ahmet Rıza’ya göre Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünü muhafaza etmek için her Müslümanın gayrette bulunması gerekmektedir. İslam uluslararası büyük bir ailedir. Bu ailenin üyeleri arasında münasebeti kolaylaştırmak ve onları Hilafet sancağı altında toplamak Halife’nin vazifesidir. “İslam İmparatorluğunun Halife’nin dini otoritesi altında toplanması” acaba Hristiyan devletlere karşı bir tehlike arzedecek mi sorusunun cevabı bu devletlerin İslam devletine karşı takip edeceği politikaya bağlıdır. Ahmet Rıza Müslümanların takip edeceği siyasetin tamamiyle savunma amaçlı olmasını, fakat saldırıya uğraması halinde de bu tecavüze karşılık verilmesi yönüne gidilmesini ümit etmektedir.

Osmanlı Devleti’ni meydana getiren muhtelif unsurların birleştirilebilmesinin ancak İslam esasları dahilinde mümkün olabileceği ve netice itibariyle, şayet Türk Devleti ayakta kalabilirse, bu birleştirici unsurun Pan-İslamizm olması gerektiği görüşü Osmanlı Devleti’ndeki düşünce temsilcisi diğer yazarlar tarafından müzakere olunmuştur. Bundan dolayıdır ki Birinci Dünya Savaşırın patlak vermesinden bir kaç ay önce İstanbul’da yayınlanan bir risalede, Avrupa’da milliyetçilik dinden önce gelirken Doğu’da din milliyetçilikten daha önce gelmektedir, fikri dile getirilmiştir. Bir Afgan, bir Türk veya bir Tunuslu evvela Müslüman, sonra da muayyen bir millet veya kabilenin üyesidir. Doğu ile Batı arasındaki bu fark görmemezlikten gelinmeyecek kadar köklüdür. Bu sebeple yazarın ideali, Alman Konfederasyonu içerisinde Prusya hangi konumda bulunuyorsa Türkiye’nin de aynı konumda bulunacağı Müslüman milletler konfederasyonu oluşturmakdır. Böyle bir durumda Türkiye kendi dahilinde Müslümanlardan başkasına siyasi haklar tanımadığı gibi Türklerden başkasına da tam hak tanımayacaktır.

İtalyan savaşı sırasında Pan-İslamik fikir ve yayınların Osmanlı Devleti tarafından teşvik olunduğunu ve Hristiyanların haklarının kendilerine değişik şekillerde ihlal olunmuş Anayasa yolu ile verildiğini göstermek için Şerif Paşa tarafından deliller gösterilmiştir. Trablusgarb’da Birinci Dünya Savaşı başlamazdan kısa bir süre önce İstanbul’da, İttihad ve Terakki Komitesinin üst kesiminin görüşlerini yansıtan, Yeni Millet unvarı ile bir kitap yayınlandı. Kitabın müellifi cihada, katılmayışları sebebiyle, yani düşmanlarla savaşmak ve onların Müslümanların elinden çekip aldıkları yerleri tekrar elde edebilmek için Osmanlı ordusuna kaydolunmadaki ihmal, Kur’andan mezaret gösterebilecekler hariç, tüm Müslümanlar, İslam’ın ölüm cezasını öngördüğü, irtidat ayıbına muhatab olmuşlardır. Bu durumda olan insanların tekrar Müslüman sıfatını kazanabilmeleri ancak benzer bir sefer gerçekleştirebilmesi için mallarının yarısını İslam Devleti’ne bağışlamaları ve bu sefere iştirak etmek üzere orduya kaydolunmaları ile mümkündür. Müellif bunun, sadece ibadetlerde değil aynı zamanda cihadda yeralması dolayısiyle İslam’ın özü olarak değerlendirilen, İttihad ve Terakki Partisinin politikasını temsil ettiğini vurgulamaktadır. Müslümanların Hristiyan idareciler tarafından itaatkâr teba olarak değerlendirilmesinin sade gerçeği bu tür Müslümanların mürted olduğunu ortaya koymuştur. Bu sıfat rahatlıkla Türk kumandanları emri altındaki kuvvetlere katılamayan Osmanlı Devleti sınırları içindeki Müslümanılara ve Halife’nin yardımına koşmayan Osmanlı Devleti’nin sınırları haricindeki tüm Müslümanlara atfedilebilir. Bu tür mürtedlere, Padişah’a yardım göndermeyen, isyanda bulunan Arnavutlardan, Mısırlılardan, Hintlilerden, Buhara, Tatar yerlilerinden, Fas, Tunus ve Cezayir sakinlerinden, Hicaz ve Necid halkından örnekler gösterilebilir. Bu müellif tarafından benimsenen İslam görüşü ehli sünnet çevresinin kabul ettiği görüşten geniş ölçüde farklılık arzeder. Zira müellif Osmanlı Halifesi ve ordusuna destekte bulunma vazifesi dışındaki herşeyi önemsiz addederek reddeder. Öyle anlaşılmaktadır ki müellifin temsil ettiği gurup dinî şevk ve heyecan kıymetli bir değer iken modern savaş şartlarının demode olmuş İslam inanç ve geleneklerine bağlı kalanları avantajsız bir duruma soktuğunun farkındadır ve bu şekilde avantajsızlığı bertaraf ederken şevk ve heyecan yolu ile de fayda elde etmeği ummaktadır.

Pan-İslamizm, görmüş olduğumuz üzere, çok az bir müsbet tesire sahip olmakla birlikte, savaş öncesi Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünün korunmasında yararlı olmuş gibi gözükmektedir. Mamafih her ne kadar bağımsız bir Arap devleti düşüncesi Mithat Paşa’nın Suriye valiliği (1879-1880) zamanından beri mevcut olmuşsa da Suriye ve Mezapotamya’daki önde gelen şahsiyetlerin tek olarak geriye kalan İslam Devletini zayıflatmaktan ve Avrupa tecavüzünden duydukları rahatsızlığın Hristiyan tebadaşlarınca paylaşılmasından korktukları için Osmanlı Devleti’ne karşı bu konuda herhangi bir tavır takınmaktan kaçındıkları ifade edilmektedir. İçinde bulundukları bu sadık durumdan İttihad ve Terakki Komitesi’nin, tüm İmparatorluğun Türkleştirilmesi kararını öngören politikası ile kurtulmuşlardır. İttihadcılar ve İslam’ın çok yakın bir şekilde Araplarla alakalı olduğunu ve Arap dilinin bu politikanın tesirlerinden kurtulması gerektiğini savunmuşlardır. Türkiye’nin savaşa girişi her ne kadar Mekke Şerifinin bağımsızlığını ilan ettiği sıra azalmışsa da Suriye, Mezopotamya ve Hicaz’da şiddetli cezalandırmalarda bulunmasıyle dikkatleri üzerinde toplanıştı. Mamafih Arapların Türklere olan düşmanlığı, öncekinin sonrakinin idaresine razı olmasını imkânsız kılar. Bu sebepledir ki Avrupa’ya karşı Pan-İslamik bir birlik oluşturma şansı sıfıra düşmüş gözükmektedir. Böyle olmakla birlikte, savaş sona erince, bu muayyen neticenin nasıl değiştirilebileceğini anlamak gerçekten kolay değildir.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.