Toplumsal olarak pek çok sorunla karşılaşıyoruz, uğraşıyoruz. Eğitim, sağlık, gençlik, ahlak, inanç, siyaset, teknoloji, kültür, tarım veya hukuk sorunu gibi adlarla anılan sorunlarımız artarak devam ediyor. Ama en büyük sorunumuz, sorunlarımızın doğru teşhisini yapamamak. Hastalıkların doğru teşhisi yapamadığında doğru tedavi yapma imkânı da olmaz. Özellikle bir hastalığın semptomu ile hastalığın bizzat kendisini birbirine karıştırmamak gerekir. Mesela öksürük bir hastalık değil bir hastalığın semptomudur. “Öksürük hastalığı” diye bir şeyden söz edilemez. Tıbbi literatürde hastalıklara, semptomların adı verilmez.
Toplumda sorun diye bahsettiklerimiz aslında temel bir hastalığın semptomları. O halde asıl hastalık ne? Hastalığımız, toplumsal olarak son hızla neoliberal dünyaya entegre olmamız, neoliberal dünyanın kabullerini artık sorgulama gereği bile duymadan içselleştirmeye başlamamız, en vahimi de artık neoliberal bir dünyanın dışında herhangi bir dünyayı tahayyül bile edemez hale gelmemizdir. Sorun diye bahsettiğimiz bütün diğer durumlar, bu hastalığın semptomlarından ibarettir. Dinî alanda da sorun olarak gördüğümüz pek çok durum da aslında asıl sorunun semptomu mahiyetindedir.
Yazının başlığında geçen din ve dindarlık ile pazarlama kelimelerini aynı cümlede kullanmanın ne kadar itici olduğunun farkındayım. İnsanın bu dünya ve öte dünyadaki anlam ve saadet arayışının temsili olan dinin, pazarlamanın bir nesnesi haline gelmesinin tuhaflığını da farkındayım. Ancak şimdilik söz konusu iticiliğin ve tuhaflığın bile varlığına şükretmemiz gerekiyor. Zira iticilik yerini artık gurura bırakmış görünüyor. Dini pazarlayabilme ya da din üzerinden kendini pazarlama gururuna.
Gelgelelim neoliberal dünyada paranın satın alamayacağı şeyler azalmaktadır. Din de artık pazarlamanın yani tüketimin bir nesnesi haline gelmiştir. Burada söz konusu olan dindarların tüketim kültürüne yenilmiş olmaları değildir. Üzülerek belirteyim ki, bu aşama çok gerilerde kaldı. (Erol Göka hocam gerçekten çok üzgünüm) Şimdi çok daha vahim bir yerdeyiz. Artık dinin kendisi tüketim nesnesi haline geldi. Çünkü neoliberal dünya sadece metaların tüketimini, hazzın sınırsız tatminini değil, dini de dindarlığı da bir tüketim metası haline getirmiştir.
Zira neoliberal dünya sadece iktisadi bir sistem değil, her birimizi derinden etkileyen dünyanın yeni aklıdır. Bu bağlamda Pierre Dardot ile Christian Laval, Dünyanın Yeni Aklı Neoliberal Toplum Üzerine Deneme adlı kitapta neoliberalizmin salt ticaret ve maliyeye başat yer veren bir politika olmanın çok ötesinde yaşama, hissetme ve düşünme biçimimizde hatta varoluşumuzda köklü ve derin değişiklikler yapan bir ideoloji olduğunu belirtir. Bu ideoloji sadece batıya da özgü değildir. “Modernite yolu üzerinde onu takip eden bütün toplumlarındaki belli bir yaşam formunu tanımlar. Bu norm, halkların birbiriyle iktisadi mücadeleye girmesini emreder, toplumsal ilişkileri piyasa modeline göre düzenler, birey dâhil her şeyi dönüştürür. Birey artık kendini bir şirket olarak tahayyül etmek durumundadır. Yaklaşık otuz yıldan bu yana bu yaşam normu kamusal politikaların başını çekmekte, dünya çağındaki iktisadi ilişkileri yönetmekte, toplumları dönüştürmekte, öznelliği yeniden biçimlendirmektedir.” (s. 1) Neoliberalizm dünyanın yeni aklıdır. “Neoliberalizm, çağdaş kapitalizmin aklıdır. (s. 2) İşin ilginç tarafı politik düzlemde sağda da solda da yer alanlar arasında bile neoliberalizm konusunda bir ayrışma yoktur. “Piyasa Çözümleri”nin sözcüsü olmuş bütün ekonomistlerin yanı sıra, sağcılar kadar solcu politik sorumlular da bu ideolojiyi memnuniyetle devralmışlardır” ( s. 4) Neoliberalizm öyle bir ideolojidir ki, sadece belirli bir politik yönelime ya da ekonomik modele indirgenemez; aksine, sağ ve sol politik kutupları, hatta birbirine rakip sistemleri bile aynı anda içine alabilen küresel bir akıl biçimi olarak tezahür etmektedir. Bu bağlamda neoliberalizm, Amerika Birleşik Devletleri ve Çin gibi siyasi, kültürel ve ideolojik bakımdan karşıt iki gücü dahi, piyasa merkezli rasyonalite, rekabet mantığı ve büyüme takıntısı üzerinden ortak bir zeminde buluşturabilmektedir. Dolayısıyla neoliberalizm, tüm ideolojilerin üstünde, onları kendisine eklemleyerek dönüştüren bir ‘meta-ideoloji’ işlevi görmektedir.
Neoliberal dünyada yaşadığımız gerçeğini iliklerimize kadar hissediyoruz. Bu dünya, sayıların, ölçeklerin, piyasanın, hemen her şeyin alınır ve satılır hale geldiği dünyadır. Bu dünyada başarılı olmak için çok çalışmanız, bir konuda uzmanlaşmanız, okumanız, bilgi ve kemal seviyenizi yükseltmeniz gerekmez. Mutlaka kendinizi pazarlamanız, yaptıklarını satmanız gerekir. Neoliberal dünyada derinlikli ve seviyeli işler yapıyor ama yaptıklarınızı pazarlayamıyorsanız yok muamelesi görürsünüz. En küçük yaptığınızı bile piyasada satabiliyorsanız yaptığınızın bir anlamı vardır. Söz konusu neoliberal dünyaya sadece ilahi din ve o dine inanan samimi ve sahih müminler dur diyebilme imkânına sahiptir. Ama ya dur diyecek müminler de, neoliberal dünyanın tuzağına düşerse. Onlar da inançlarını temsil ve tebliğ etme ile reklam ve pazarlamayı birbirine karıştırırsa. Ya da kendini pazarlayanlara rağbet edip, kendini pazarlama gereği görmeyenlere kör ve sağır kalırsa.
Neoliberal dünyada her şey gibi din de artık pazarlanan bir meta haline gelmiştir. Ali Köse, Dinin Geleceği kitabında her ne kadar bu olguya çok değinmese de (bu kitap için söz konusu durum büyük bir eksikliktir) bir yerde şu tespiti yapmaktadır: “Ekonomik gelişmenin değerleri, dünya görüşlerini değiştirdi. Varlığın tüm alanlarını metalaştıran bir görüş dünyaya hâkim oldu. Din de bundan nasibini aldı. “Din marketi” denilen bir pazar oluştu ve bu pazarda kendilerini dinin sahibi olarak görenler, dine meta muamelesi yaptılar.” (s. 103) Mathew Guest, Neoliberal Din 21. Yüzyılda İnanç ve Güç adlı kitabının ana konusunu tam da bu durum oluşturmaktadır. “Neoliberalizmin hakim bir paradigma olarak ortaya çıkışının sebebinin bir yönü, ekonominin diğer düşünce biçimleri üzerindeki üstünlüğüyle ilgilidir. Başka bir deyişle neoliberalizm, kökeni ekonomide yer alan ama çok daha geniş bir kültürel alan yelpazesi üzerinde etkili olan bir dizi varsayımı temsil etmektedir.” (s. 31) Guest’e göre bu süreç öncelikle neoliberal dünyada insanların yaşamda kalmak için kendini pazarlama baskısı klişesinden kaynaklandığını belirtir. “Başarılı olmak uğruna kendini pazarlama zorunluluğu, 21. yüzyılda yaygın bir klişedir.” (…) “Kendini tanıtma, güvencesiz istihdamın yeni bir biçiminin ayrılmaz bir parçasıdır ve bu da bireysel çalışanın hareketli, esnek ve uyumlu olmasına, sürekli olarak rakiplerini geride bırakarak ve onları alt etmeyi başararak kendilerine gelir temin etmelerine bağlıdır. Twitter ve Linkedln gibi sosyal medya platformları bu yeni normali hem mümkün kılıyor hem de sürdürüyor. Bu anlamda girişimci benlik, özellikle güçlendirilmiş bir benlik değil, hayatta kalmak için kişisel cesaretlerine geri dönmekten başka çaresi kalmayan kişidir. (s. 229) Buna göre kendini pazarlama ihtiyacı içten gelen bir özgürlükten değil bilakis neoliberal dünyanın belirsizliği, riski ve tehdidi altında insanların yaşamda kalma mücadelesini yansıtmaktadır.
Kendini pazarlama ihtiyacından dinî alan ve dindarlar da nasibini almıştır. Batıda Evanjeliklerin öncülük ettiği dini ve din üzerinden kendini pazarlama süreci, ilahi lütfa erişmenin dünyevi başarıdan geçtiğini düşüncesine dayanır. “En çarpıcı örnek, “refah” veya “iman” hareketi kapsamına giren karizmatik Hıristiyanlık biçimlerinde bulunabilir.” (…) “Refah müjdesinin” [Prosperity gospel] savunucularına göre, maddi zenginlik ilahi lütfun bir işaretidir ve ısrarla servet edinilmesi ilahi olarak onaylanmış bir hırstır” (…) “pahalı kıyafetleri ve Mercedes arabası olan zengin papaz, gerçek imanın Tanrı’ya olan sadakatinin dünyevi dönüşüme nasıl yol açabileceğinin bir sembolüdür.” (s. 39) Artık batıda insanlar gidecekleri kiliseyi tercih ederken, kilisenin ve üyelerinin maddi durumunu göz önünde bulundurmakta, reklam ve pazarlama tekniklerine dikkat etmektedir. Zira din adamlarının pahalı kıyafetleri ve lüks araçları ilahi lütfun referansı haline gelmektedir.
Guest bu durumun ilk başta kiliseye devam eden cemaatin yaş ortalamasının yükselmesiyle ortaya çıkan bağış sorununa bir çözüm olarak belirdiği tespitini yapar. “Dinsel gruplar daha az kaynakla başa çıkma yolları geliştirdikçe ve yeni üyeler çekmeye çalıştıkça, popülerliklerindeki düşüş daha geniş ekonomik normlara daha fazla bağımlılığa yol açabilir. Örneğin Jens Schlamelcher, bu zorlukların Alman Evanjelik Kilisesi bünyesinde bir yönelim değişikliğini nasıl tetiklediğini araştırıyor. Daha önceleri devlet tarafından uygulanan “Kilise vergisi” yoluyla elde edilen istikrarlı bir geliri çantada keklik sayan Alman Evanjelik Kilisesi, 1990’lardan beri üyeleri yaşlandıkça (emekli insanlar kilise vergisi ödemezler) ve daha fazla kişi kilise üyeliğini bırakarak ödeme yapmaktan vazgeçtikçe mali gelirlerinde düşüşle karşı karşıya kalmıştır. Bu durumda iki sonuç ortaya çıkmıştır. Kilise, tasarruf etmek zorunda kaldığı için faaliyetlerini azaltmış ve daha sınırlı bir bütçeyle çalışmayı öğrenmiştir. Ve daha yoğun nüfuslu şehirlerde bulunan kiliseler aracılığıyla geniş bir kitleye hitap edecek şekilde tasarlanmış hizmetler ve etkinlikler sunarak daha “müşteri odaklı” hale gelmiştir. Bu faaliyetler arasında dans kursları, şifa ve güç seansları, meditasyon ve dinsel dersler yer almaktadır.” (s. 39-40) Dini cemaat ve yapıların “müşteri odaklı” bir pazarlama stratejisi benimsemeleri, dinin bir meta, dindarların da potansiyel bir müşteri olarak algılanmasına yol açmıştır. Artık din adamları kendileri popüler ekran yıldızları gibi sunmakta, takipçi kitlesi oluşturmakta, onların beklentilerine ve arzularına hitap etmekte, dini bir açık büfe gibi sunmaktadır. Bu uğurda geniş kapsamlı organizasyonlar düzenlemekte, moda trenleri takip edip onlara adapte olmakta, iletişim ve pazarlama stratejilerine azami dikkat etmektedir. Performansa dayalı, profesyonel, girişimci papazlık (pastorpreneur) modeli gelişmektedir. Guest bir kilisenin tek başına dijital ses sisteminin maliyetinin 4 milyon Avusturalya dolarını bulduğunu ifade etmektedir. (s. 208) (Evvel zaman içinde bazı arkadaşlarla gençlere yönelik bir akademi programı hazırlamış ve haftalarca ders yapmıştık, oldukça mütevazı ölçekte öğrenci arkadaşlara küçük maddi destekler ve hoca arkadaşlara da ders ücreti verilmişti. Sonradan öğrendik ki, bu yapılan faaliyetin tanıtım ve reklam bütçesine bütün öğrenci ve hoca arkadaşlara verilen ücretin toplamının birkaç katı ücret verilmiş. Bu durumu öğrenince toplu olarak reklam ve tanıtım faaliyetinde yer almayacağımızı ifade etmiştik. Mesele de bu şekilde hallolmuştu!) Batıda zuhur eden bu olgunun bizler de artık yabancısı sayılmayız. Müslüman coğrafyada da bir fikrin ya da inancın kendisinden ziyade pazarlanması çok daha fazla ön plana çıkmaya başlamaktadır. İslami sivil toplum veya kanaat önderleri sanal, dijital veya görsel medyada kendilerini ve kurumlarını müşterilerine reklamlarla pazarlama ihtiyacı duymaktadır.
Patrick Haenni, Piyasa İslamı İslam Suretinde Neoliberalizm adlı kitabında bu sürecin yalnızca Hristiyan Evanjelikler arasında değil bilhassa Mısır, Türkiye ve Endonezya gibi Müslüman coğrafyasında da görüldüğü ifade etmektedir. Batı değerleriyle eklektik bir uzlaşının ürünü olan bu İslam, Amerikan işletme kültüründen beslenmekte; özgüven edinme ve kendini gerçekleştirme stratejilerine methiyeler düzerek bireysel başarıyı göklere çıkarmakta; geleneksel İslami yasakları, pazarlamanın ve kitle tüketim kültürünün gerekleri doğrultusunda yeniden yorumlamakta ve yumuşatmakta; Siyasal İslam’ın geleneksel hiyerarşik örgütsel yapılanmalarını bertaraf etmekte ve sosyal devletin altını oymaktadır. Görsel, işitsel ve giyime dair İslami algıları ve dayanışma şekillerini baştan aşağı değiştiren Piyasa İslamı’nın baş aktörleri (dindar girişimciler, Batı modernitesinin kurum ve figürleriyle “barışmış” İslamcı yazarlar, İslami medyatikler), her şeye rağmen ahlakçılıklarından vazgeçmemekte ve çoğu yaşam tarzını hazmedememektedirler. Sosyolojik anlamda yeni kentli burjuvazilerin bayraktarlığını yaptığı bu İslam anlayışının temel amacı, Amerikan tarzı muhafazakârlıkla birçok noktada örtüşen benzer bir “muhafazakâr devrim” tetiklemektir. Böylece o çok beklenen “Müslüman Aydınlanması” idealinden çok uzaklarda; din, ahlak, hayır işleri ve piyasa etrafında şekillenmiş bir fazilet ekseni doğrultusunda paradoksal olarak değerlendirilebilecek yakınlaşmalar (İslam-Amerika) gayet rahat gerçekleşmektedir. Bu bağlamda Ejder Okumuş’un Gösterişçi Dindarlık adını verdiği olgunun neden zuhur ettiği de anlaşılabilir.
Erving Goffman’ın klasikleşmiş Benliğin Gündelik Hayattaki Sunumu adlı eseri, bireyin toplumsal hayatta kendini nasıl sahneye koyduğunu, “ön sahne” ve “arka sahne” ayrımıyla analiz etmiştir. Neoliberal çağda dinî kimlik ve pratikler de bu dramaturjik perspektifle anlaşılabilir. Sosyal medyada paylaşılan ibadet anları, “hayırlı işler” için düzenlenen görkemli organizasyonlar ya da dini liderlerin lüks tüketim alışkanlıkları, Goffman’ın “ön sahne” kavramının tipik örnekleridir. Burada dindarlık, sadece Tanrı’ya yönelen içsel bir tecrübe değil, seyircilerin onayını kazanmaya dönük bir performansa dönüşmektedir. Goffman’a göre bireyler, başkaları üzerinde belirli bir izlenim bırakmak için “rol yaparlar”. Neoliberal bağlamda bu rol, piyasa mantığının normlarına uygun hale gelmektedir: takipçi sayıları, beğeni oranları ve görünürlük düzeyleri, artık dindarlığın samimiyetinin değil, performansının ölçütleri haline gelmektedir. Böylece dini deneyim, yalnızca Tanrı ile kul arasında yaşanan bir sır olmaktan çıkar; pazarlama mantığına uygun bir “gösteri”ye indirgenir. Bu noktada, Marshall McLuhan’ın “araç mesajdır” ilkesini Goffman’ın dramaturjik sosyolojisiyle birleştirdiğimizde sosyal medya, dini söylemin ve pratiğin doğasını dönüştürmekte; inananların benlik sunumlarını piyasa estetiğine göre biçimlendirdiğini anlayabiliriz. Goffman’ın sahne metaforu, neoliberal çağda dinin nasıl bir “gösteriye” ve “metaya” dönüştüğünü anlamak için son derece elverişli bir zemin teşkil etmektedir.
Bazı gafillerin aklına dini piyasanın koşullarında sunmanın, daha geniş kitlelerin ilgisini çekmek için farklı anlatım tarzlarına başvurmanın, mesela sosyal medyada temsil etmenin neresi kötü diye bir soru gelebilir. Bu arkadaşlara Neil Postman’ın Teknopoli Kültürün Teknolojiye Teslim Oluşu adlı kitabındaki şu tespiti iyi düşünmelerini tavsiye ederim. “Teknolojik araçlar sayesinde kaç kişiye daha ulaşabilirim düşüncesiyle zihni meşgul din adamı asıl önemli soruyu es geçecektir: Yeni bir teknolojik araç, din, kilise ve hatta Tanrı kavramı ile kastettiğimiz manaları hangi anlamda değişikliğe uğratacaktır?” (s. 24) Teknolojik araçlar sayesinde çok sayıda kişiye ulaşabilirsiniz. Ama onlara ilettiğiniz mesaj artık gerçekten vermek istediğiniz mesaj mıdır? Bu mesaj artık teknolojinin süzgecinden geçmiş, anlam ve değerini kaybetmiş, sıradanlaşmış ve bir tüketim nesnesi haline gelmiş bir mesaj olabilir mi? Aracın bizzat kendisi mesajın mahiyetini değiştirebilir mi? (Nurullah Bora’nın Sosyal Medya Vaizliği kitabına da isteyen bakabilir) Postman’ın Televizyon: Öldüren Eğlence kitabında bahsettiği üzere her iletişim aracının kendine ait rezonansı vardır. Kullanımı ve bağlamı ne olursa olsun yeni bir iletişim aracının zihinlerimizi köklü bir değişikliğe uğratma potansiyeli vardır. Zira McLuhan’dan itibaren şunu çok iyi biliyoruz ki, araç, mesajın bizzat kendisidir. Postman konuyu ilginç bir örnekle temellendirir: “Amerika Kızılderililerin bir zamanlar duman işaretiyle gönderdiklerin mesajların tam içeriğini bilemesem de, bu işaretlerle felsefi bir tartışma yapılmadığını rahatlıkla tahmin edebilirim” ( s. 16) Buna göre sosyal medyayı bir duman ortamı olarak görecek olursak burada dinin özüne ve mahiyetine uygun bir şekilde anlatılabileceği düşünülebilir mi? (Unutmayalım ki sosyal medyayla inşa edilen inanç yine sosyal medyayla pekâlâ yıkılabilir zayıflıkta ve yüzeyselliktedir) “Amerikalılardan daha iyi otomobil imal ettikleri söylenen Japonlar bile, Toyota’nın yıllık reklam bütçesinden açıkça görülebileceği gibi, ekonominin bilimden ziyade bir temsil sanatı olduğunun farkındadır.” (s. 13) Aynı durum din alanında da geçerli olabilir mi? Dindeki samimiyetiniz, bilginiz ve birikiminiz önemli değil önemli olan bunları reklam ve pazarlama dünyasında ne kadar temsil edebildiğinizdir dememe imkânımız var mı? Yoksa din samimiyet olmaktan ziyade bir pazarlanan bir meta, tüketilen bir nesne midir?
Neoliberal toplum ısrarla bize kendimizi pazarlamamız gerektiğini artık sadece fısıldamamakta daha da ötesi bizzat dayatmaktadır. Bu ortamda insanlar diğer yaptıklarını görsel medyada nasıl teşhir ediyorsa dini de dindarlığını da teşhir etmekte hatta pazarlamaktadır. (İslam Can ve Ejder Ulutaş’ın birlikte kaleme aldıkları Teşhir Toplumu bu konuda harika bir kitaptır) Diğer sosyal medya fenomenleri hangi araçlara nasıl ve hangi nedenle başvuruyorsa din adına sosyal medya fenomenleri de aynı araç ve nedenlerle sosyal medyada fenomen olmanın yollarını aramaktadır. İş hayatında CV hazırlar gibi artık dindarlık CV’leri hazırlanmaktadır. “Din konusunda derinlikli bir bilgim, birikimim olmayabilir ama bildiklerimi geniş kitleleri etkiyecek şekilde anlatabilirim. Eğer beni işe alırsanız, sizin adınıza pek çok takipçi edinebilir ve yüksek izlenme oranlarına erişebilirim” diye yazan bir CV’ye hangi dernek veya vakıf hayır diyebilir acaba? Hayır demeyi bırakın, böyle kişileri bizzat kendileri arayıp bulmakta mıdır? Diğer yandan adına kanaat önderi denilen ve tasavvuf/tarikat geleneğini temsil makamındaki kişilerin pahalı kıyafetler ve lüks araçlarla arzıendam etmesi sadece onların düşüklüğü değil, onları o şekilde gördükleri takdirde etraflarını dolduran insanların düşüklüğüyle de açıklanabilir mi? Dini anlatmanın şartı, genç ve güzel olmak, çekici kıyafetler giymek, cilt bakımı, takılar ve aksesuarları eksiksiz, fit bir vücuda sahip olmak mıdır? Ancak bu şekilde mi “müşteri” kazanılabilir?
Herhangi bir sivil toplum örgütünde medya ve iletişim alanına gösterilen ihtimam, yapılan işlerin mahiyetine ve amacına da gösteriliyor mu? Medyada görünmezsek yok oluruz anlayışıyla gerçekten hayırlı işler yapılabilir mi? Her yapılanı ve hatta yapılma niyetlerini bilen yaradanın şahitliği dışında başka kriterler peşinde olmak yaptığı işe inanmamanın bir göstergesi olabilir mi? Bir sivil toplum örgütünün maddi durumun yüksek olması, takipçi kitlesinin çok olması ilahi lütfun bir işareti, doğru yolda olduklarının bir nişanesi olarak anlaşılabilir mi? Neden dindar bilinç kariyer ve başarı odaklı bir eylem ve amaç içindedir? Kariyer ve başarı odaklı bir bilinç, samimi bir inanan olabilir mi? (Ahmet Dağ’ın Kariyer ve Başarı Çağında Genç Olmak kitabı kısmen bu konularla ilgilidir) “Ben nesli”nin sorunlarıyla baş edelim derken şimdi de dindar bir ben nesli mi ortaya çıkıyor? Bir işin anlam ve değer kazanmasının yolu mutlaka geniş salonlardaki organizasyonlardan, kamera kadrajlarından, workshoplardan, çalıştaylardan, yapılanların her dakikasının sosyal medya hesaplarından teşhir edilmesinden mi geçmek zorundadır? Mütevazı, sessiz, derinden, işine ruhuna odaklanarak, sahih bir anlam, amaç ve istikamet halinde ve peşinde güzel ve hayırlı işler yapılamaz mı? Böyle yapıldığında yapılan işlerin müşterisi mi azalır? Yaptıklarımızı müşterilerin taleplerine göre ayarlamak mecburiyeti, meşruiyetini nereden almaktadır? Din, müşterilere sunulan bir “arz” mıdır yoksa mükelleflere sunulan bir “teklif” midir? Son olarak neoliberal dünyaya entegre olmuş hangi dindar bilinç Allah’tan dünya malına karşı kalplerimize kayıtsızlığı nasip etmesine, bizi riyadan, gösterişten, kariyer ve başarı tuzağına düşmekten kurtarması duasına âmin diyebilir?