Yaşadığımız modern zamanları, insanlık tarihinin diğer devirlerinden farklı kılan birçok özelliği var. Onlardan birisi de tüketim merkezli olması. Modernliğin ve onun ekonomik görünümü olan kapitalizmin ilk dönemlerinde “tüketim” olgusunun bu kadar merkezi bir yer tuttuğu pek anlaşılmıyordu. Modern endüstri ürünlerinin tüm yaşam alanlarını kuşatabilmesi, teknolojinin insan emeğinin yerine geçebilmesi için ilk olarak “üretim” odaklı bir işleyiş gerekiyordu. Bu nedenle tüm milli ekonomiler, modern fabrikalara ve üretime büyük önem verdiler, yurttaşları her fırsatta daha çok çalışmaya ve üretime çağırdılar. Bu çağrı o kadar güçlüydü ki, kimileri bunun etkisiyle kapitalizmin özünün sanayi ürünleri üretimi olduğunu sandı, analizlerini buna göre yaptı. Teknolojideki gelişmelerin günü geldiğinde insan emeğinin büyük kısmını gereksiz kılacağını, asıl dikkatlerin tüketime, daha çok tüketime verileceğini hesap edemediler. Hala geçen yüzyılın kafasıyla düşünüp meselelere öyle bakan, kapitalizmin teknomedyatik bir biçime evrildiğini göremeyenler için üzülmekten başka elimizden maalesef bir şey gelmiyor. Biz yaşadığımız dünyayı iyi anlamak ve anlatmak durumundayız, işimiz var. İşimize bakacağız.
Tüketim olgusu üretim süreçlerinden çok daha karışık ve anlaması daha güç. Tüketim, neredeyse sonu gelmez, bitimsiz bir süreç, Bu süreçte insan, nesiller, dünya görüşleri, yaşam algısı, gündelik yaşamın ideolojisi yeniden yeniden şekilleniyor. Tüketim süreci, gelenekleri, büyük anlatıları, ideolojileri süpürüp geçiyor, kimse farkına varmadan onları dahi içselleştiriyor.
Ne tükettiğimize, ne kadar tükettiğimize ve nasıl tükettiğimize çok dikkat etmek zorundayız. Zira ortada birçok diğer problemin yanı sıra ilk bakışta görünmeyen ve diğerlerinden çok daha önemli olan bir kimlik problemi var. Neyi, ne kadar, nasıl tükettiğimiz bizim kim olduğumuzla, inançlarımız ve değerlerimizle de doğrudan ilgili.
“Tüketim”, günümüz kapitalizminin, şu an yaşadığımız toplumun alamet-i farikası. Bizden her şeyi her gün daha çok tüketmemizi, en yeni modeli almamızı isteyen, hatta buyuran duran bir sistemin içindeyiz. Eğer bu sistemin zorlamalarına direnmezsek, kendimizi an be an harıl harıl işleyip duran tüketim çarkının dişlileri arasına sıkışıp kalmaktan kurtaramazsak, bir süre sonra bir de bakmışız ki, tanınmayacak hale gelmişiz. Bizzat kendimiz, bizi biz yapan değerlerimiz tükenip gitmiş. Yapıp etmelerimize zorlama fıkhi cevazlar bulmaya kalkar, başka da bir şey yapmazsak, bir süre altımızdaki araba, oturduğumuz bina, marka giysi ve takılarımızı konuşabilirler evet ama en nihayetinde tüketim toplumunun basit bir aktörü olarak anarlar adımızı. “Tüketim toplumu üyesi” kimliğimiz, o kadar baskın çıkar ki, diğer kimliklerimizin bir önemi kalmayıverir.
Tüketim modern zamanlarda kimlik sorunudur
Modernlik, geleneksel yapıyı çözdükçe ne yapacağını bilemeyen insan teki, pazardaki meta artışının sunduğu ya da mahkûm ettiği imkânlarla, kimlik eldesine girişti. Gerek yaşamın kendisi gerek bireyin kendi olma durumu ile alışveriş etkinlikleri arasında vazgeçilmez bir ilişki ortaya çıktı. Artık bir kimsenin bedeni, giysileri, konuşması, boş zamanı kullanma şekli, yiyecek ve içecek tercihleri, ev, otomobil seçimleri, onun beğeni ve üslup duygusu bireyselliğinin, kimliğinin işaretleri olarak görülmeye, kimlik böyle inşa edilmeye başlandı. Tüketim, bireyin kimlik oluşumunun belirleyicisi oldu, insanın bireysel psikolojisini ve yaşama tarzını tüketim belirler hale geldi.
Küresel tüketim kalıplarının yönlendirdiği günümüz dünyasında, dini hayat bile bu durumdan etkileniyor artık diğer küresel hayat formlarıyla iç içe geçiyor, yer yer eriyor, ancak bir alt-kültür olarak varlığını sürdürebiliyor. Aralarındaki doku farklılığına rağmen tüketim değerleri ve dini değerler aynı toplum içerisinde yaşıyorlar, yaşamak durumunda kalıyorlar… Böyle bir ortamda bir yandan tüketim neredeyse kutsallaşırken bir yandan da kutsal olan bizatihi tüketim nesnesine dönüşüyor. “Tüketimin kutsallaşması” derken, tüketim etkinliklerine ve araçlarına çok yüksek bir önem atfedilmesini, insanlara büyülü bir atmosferde hizmet sunulmasını kast ediyorum. “Kutsalın tüketim nesnesi” haline gelmesi ise manevi alanın herkes için aynı ve eşit mesafede olması gereken öğelerinin metalaşmasını açıklamaya çalışıyor.
Kapitalizmin kendisi sanki dinin yerine geçiyor
Tüketimin kutsallaşması olgusunu en iyi tüketim toplumunun “özel ayin günleri” diyebileceğimiz Black Friday (Kara Cuma), -bu adın seçilmesindeki İslam karşıtı dürtüyü de bu arada not edelim- gibi özel günlerde görüyoruz. ABD’de her yılın Kasım ayının dördüncü perşembesinde kutlanan Şükran Günü’nün ertesi günü yapılıyor. Noel kutlamalarına dek süren alışverişlerde bir tür bayram indirimi günü olarak şekillenen Black Friday, ABD’den tüm dünyaya bu çılgınlık hızla yayılıyor. Black Friday günü için “toplu çılgınlaşma”, “alışveriş karnavalı” gibi tabirler kullanılıyor. Oysa en uygun tanımlama “tüketim ayini”… Tüketimin kendisi böylesine vazgeçilmez, alışveriş adeta kimlik inşasının, psikolojik tatminin en geçerli yolu haline gelmişse, insan da bu yeni inanca bağlılığı arttıkça sadece tüketici haline gelecektir. Kapitalizm, kendi bağlılar topluluğunu oluşturan tüketicilerine, “indirim” merkezli bir ayin yapmakta gecikmeyecektir. Satıcı da alıcı da bu ayinden sonra katartik bir sahte tatmin yaşadığını sanacak, tüketim inancına daha da bağlanacaktır. Bu “tatmin” sözümü hafife almayın zira, uzmanlar alışverişten duyulan hazzın bir bağımlılık olup olmayacağını ciddi ciddi tartışıyorlar. Nobel Ekonomi ödüllerinden biri, tüketici davranışını araştıran bir iktisatçıya veriliydi. Tüketim inancının bağlıları, öylesine bu sahte tatminle şartlanmış duruma giriyorlar ki, bu ayin gününün dışındaki zamanlarda ürünlerin niye bu kadar pahalı satıldığını aklına bile getir(e)miyor. Black Friday tatmini sayesinde toplum, birey ve satıcı, “alan memnun satan memnun” halinin tadını çıkarıyorlar.
Tüketimin kutsallaşmasının diğer ucunda da kutsalın tüketime dönüşmesi yani dini değerlerin, sembollerin içinin boşaltılıp tüketim mantığı içerisinde tekrar sunulması olgusu da var. Arzularımız, isteklerimizden sonra kimliğimizin esasını oluşturan değerlerimizin, ideallerimizin, insanın en sağlam limanı olan manevi alanın tüketimle birlikte anılması çok acı verici, can yakıcı ama ne yazık ki gerçek…” İnanç turizmi, anlatmak istediklerimizin en masum olanı diyeyim de gerisini siz anlayın” diye yazacağım ama zaten biliyorsunuz, her şey gözümüzün önünde cereyan ediyor.
Peki ne yapmak, nasıl davranmak lazım gelir? Cevabı en zor soru bu. Zira hepimiz bizim dışımızda ama bizi de içine alarak akıp giden zamanın çocuğuyuz. İnsan olarak her tarihsel dönemde bize, cüzi irade sahibi varlık olmamız hasebiyle sunulmuş imkanlar günümüzde de var. Bu imkanlar, eleştiri ve özeleştiri diye özetlenebilir. Eleştiri ve özeleştiri kırbacımızı yanımızda bulundurmak, zaman atını ona göre mahmuzlamak veya dizginlemek zorundayız. Cüzi irade sahibi varlık olmamızın, insan olarak dünyaya gelmemizin hakkını vermek, imtihanın günümüzdeki formunu anlamak ve ona göre davranmak zorundayız.