Francis Fukuyama, benim belleğimde felsefe-bilim-tarih ve siyasi düşünce arasında kendince kestirme ve kolaycı bağlantılar kuran, düşünmenin önemini anlamadan ve hakkını vermeden kendini şöhrete taşıyacak cümleler ve çıkarımlar peşinde olan birisidir. Geçenlerde sitemizde de yine uzun bir yazısını (https://kritikbakis.com/insan-dogasini-geri-getirmek/) okuyunca aynı hislere kapıldım. Matahmış gibi “İnsan Ötesi geleceğimiz” kitabından bahsettiğini görünce, bu berbat kitapla ilgili 10 yıl önce yazdıklarımı hatırladım.
Şimdilerde itibarı yerlerde sürünen, 1992’de yazdığı “Tarihin Sonu” tezinin sahibi olan Francis Fukuyama, 10 yıl sonra bu saçma teziyle uyumlu bir kitap daha çıkartmış, adını da “İnsan Ötesi Geleceğimiz: Biyoteknoloji Devriminin Sonuçları” diye koymuştu. Kısa süre içinde ODTÜ Yayınları tarafından dilimize de tercüme edilen bu kitabı, biz de “Yalnızca bilmeyenler konuşuyor, sorun bu!” (Virgül Dergisi, 2004 Eylül sayısı ve “Hayatın İçinde Psikiyatri” Pedam Yayınları, 2009) başlıklı bir yazıyla kıyasıya eleştirmiştik. Bakalım:
Yalnızca bilmeyenler konuşuyor
Fukuyama’nın, “Tarihin sonu” tezinden beri, onun ABD egemenliği için çalışan entelektüel kadastrosunun tayin edici akıllarından olduğu hakkında bir fikir birliği var. Yalnızca bu neden bile onun söylediklerine kulak kesilmek için yeterli; ama Fukuyama’nın yeni kitabı doğrudan doğruya tüm insanlığı ilgilendiren, hiçbir aydının kayıtsız kalamayacağı konularla da ilgili.
Fukuyama, Richard Rorty gibi liberal ironisistlerin oldukça eleştirel yaklaştıkları “insan doğası” kavramının yanında yer alıyor yani “insan doğası” diye bir şeyin olduğunu düşünüyor. Ayrıca günümüz biyo-teknolojisinin yarattığı en önemli tehdidin, insan doğasını değiştirebilme ve böylelikle bizi “insan sonrası” bir tarihsel döneme taşıyabilme olanağı olduğunu savunuyor. İnsan doğasının politik rejimleri biçimlendirdiğini, bundan dolayı bizi yeniden biçimlendirici potansiyellere sahip bir teknolojinin, yeni politik sonuçlara yol açacağını söylüyor. Günümüzde genetik ayrımcılık, genetik bilgilerin mahremiyeti, İnsan Genom Projesi’nin (HUGO) tamamlanmasının ortaya koyduğu birçok sorun var. Ancak Fukuyama, İnsan Ötesi Geleceğimiz: Biyo-teknoloji Devriminin Sonuçları’nda bu sorunların hiçbirine odaklanmıyor; biyo-teknoloji yanlılarının tüm iddia ve tezlerini sanki mümkün ve hatta kanıtlanmış gibi görüyor. Biyo-teknoloji yeni bir insan yaratmış ve biyo-teknolojiyi elinde tutanların istedikleri canlı ve insan tipini üretebilmeleri her an için mümkünmüş gibi, onun ardından ne olacakları tartışmaya girişiyor. Konuyu böyle ele aldığı için de, sorunların yalnızca etik değil; aynı zamanda politik sorunlar olduğunu vurguluyor.
Eski Yunan’dan beri insanlar; doğanın mı, yoksa yetiştirme tarzının mı insan davranışı üzerinde etkili olduğunu tartışıp durdular. Ama Fukuyama’ya göre “tarih” gibi artık bu tartışmanın da sonuna gelindi. Üstat, geleceğin, genlerden davranışa giden moleküler ve sinirsel yollar hakkında neredeyse kuşku götürmeyecek kadar kesin ampirik bilgi sunabileceğine inanıyor. Davranış genetiğinin üzerinde çalıştığı, çok tartışmalı ve bilim dünyasında kıyametlerin koptuğu kalıtsallıkla zekâ arasındaki bağ, suça yönelik davranışı biyolojiyle temellendirme çabası, genler ve eşcinsellik arasındaki ilişki konuları, Fukuyama tarafından davranış genetikçilerinin iddiaları doğrultusunda kanıtlanmış gibi sunuluyor. Büyük bir teorisyen (!) olarak Fukuyama, elbette eleştirel görüşlerden de haberdar olduğunu ima etmekten geri kalmıyor. Bununla birlikte, “Geçmişin kötü biliminin kötü amaçlarla kullanılmış olması, bizi iyi bilimin gelecekte yalnızca bizim iyi olarak nitelendirdiğimiz amaçlara hizmet etmesi olasılığına karşı korunaklı hale getirmez.” demekten kendini alamıyor. Ona göre zekâ, saldırganlık, cinsel kimlik, suça eğilim, alkol bağımlılığı gibi özellikler ile genler arasında somut moleküler bağlantılar keşfedildikçe; insanlar bu bilgiyi toplumsal amaçlarla kullanabileceklerini fark edeceklerdir.
İnsan duygu ve davranışlarını etkileyen ilaçların yaygın kullanımı, insan doğasını ne ölçüde değiştirebilir? Psikotropik ilaçların yükselişi, beyin kimyası ve onu yönlendirme olanağına ilişkin bilgiler önemli politik sonuçlara yol açacak şekilde davranışı denetleyebilir mi? Fukuyama, haklı olarak bu ilaçların politik duyguların en başta gelenlerini, özsaygı duygularını etkilediğini söyleyerek, analizini bu çerçevede yapıyor. Özsaygı, bu aralar pek revaçta olan ve Amerikalılara sürekli daha fazla gereksinimleri olduğu söylenen bir kavram. Bu kavram, insan psikolojisinin kritik bir yönüyle, takdir ve onay arzusuyla ilgili. Ekonomist Robert Frank, ekonomik çıkar olarak gördüğümüz şeylerin çoğunun, aslında statünün tanınması beklentisi olduğuna işaret eder. Hegel, tarih sürecinin temel olarak tanınma savaşından kaynaklandığına inanıyordu. “Eğer insanların beyinlerinde biraz daha fazla serotonin bulunmuş olsaydı, acaba insanlık tarihindeki bütün o savaşımlardan kaçınılmış mı olacaktı? O zaman tarih nasıl gelişirdi?” sorularını soruyor Fukuyama. Prozac ve Ritalin gibi psikotropik ilaçlar sayesinde, günümüz toplumunda büyük genetik mühendislik başarılarını beklemeye gerek olmadan, politik açıdan doğru sayılan kendinden hoşnut ve toplumsal olarak uyumlu bir tür ortalama androjen kişiliğin yaratılabileceğine inanıyor.
Biyo-teknolojiye iman eden Fukuyama
Tarihle ilgili yukarıdaki bu çocukça soruları soran ve tarihle ve felsefeyle kıyısından köşesinden ilgilenen, hele hele psikolojik bilimlerin ve psikiyatrinin gerçekliklerinden haberdar olan hiç kimsenin cesaret edemeyeceği bir tarzda bu görüşleri savunan Fukuyama, biyo-teknolojiye tam bir iman içindedir. Ona göre, bu imanı gerekçelendirmek için ne uzun uzadıya felsefi tartışmalara gerek var ne de insan genetik mühendisliğinin ortaya çıkmasını beklemeye. İnsan davranışları üzerinde etki gösteren birkaç ilaç keşfedildi ya, yeter de artar bile! Oysa, Prozac ve Ritalin’in etki düzenekleri, etkilerinin insan davranışının hangi alanlarına kadar uzatılabileceği, hele hele “normal” sayılan insanlar üzerinde nasıl bir etki yapacağı konusunda bildiklerimiz, bilmediklerimizin yanında okyanusta damla bile değildir. İnsan davranışı üzerinde etki yapan ilaç ve maddeler, insanlık tarihinde her zaman var olmuş; ama aklı başında hiçbir düşünür, Fukuyama’daki cahil cesaretini göstermemiştir. Hasan Sabbah olayını ve günümüzdeki bazı terörist girişimleri bu kişilerin aldıkları “madde”lerle izaha yeltenen komik medyatik zihinler dışında…
Fukuyama’ya göre, çağdaş biyo-teknolojinin politikayı etkileme yollarından birisi de, yaşam süresinin uzatılması ve bunun sonucunda ortaya çıkacak demografik ve toplumsal değişikliklerdir. Biyo-teknolojinin, gerontoloji alanındaki vaatlerinin yarısı gerçeğe dönüşse bile, gelişmiş ülkelerin nüfuslarının yarısının emeklilik yaşına varmış ya da daha yaşlı olacağını söylüyor Fukuyama. Hatta bir başka Amerikalı akıl Lester Thurow, Kapitalizmin Geleceği adlı kitabının çatısını, insan ömrünün uzaması gerçeğine göre oluşturur. Ancak insan ömrünün uzaması ile biyo-teknoloji arasındaki ilişkiyi abartma noktasında da Fukuyama’nın cahil cesareti sınır tanımamaktadır. Fukayama için insan ömrünün uzamasının uluslararası ilişkiler açısından anlamı, iki kuşak sonra Birinci ve Üçüncü Dünya ülkelerini ayıran çizginin, yalnızca gelir ve kültüre göre değil yaşa bağlı olarak da çizileceği noktasındadır. “O zaman da dünya, politikası ileri yaştaki kadınlar tarafından belirlenen Kuzey ile Friedman’ın adlandırdığı şekliyle süper güçlendirilmiş öfkeli genç erkekler tarafından yönlendirilen Güney olmak üzere ikiye bölünebilir mi?” diye yine fantastik bir soru sorar.
Fukuyama, genetik mühendisliğini, geleceğe giden yol ve biyo-teknolojinin gelişiminde son aşama olarak tanımlıyor. Gen teknolojisindeki gelişmelerin tarıma uygulanmaya başlaması “Yeşil Devrim” olarak adlandırılmış ve açlığa çözüm olarak sunulmuştu. Bu alandaki ilerlemenin bir sonraki aşaması hiç kuşkusuz bu teknolojinin insanlar üzerinde uygulanması olacak. Fukuyama’nın genetiğe olan imanı bu noktada durmaz; modern genetik teknolojinin elde edeceği en büyük ödül “tasarım harikası bebekler” olacaktır diyecek kadar ileri gider.
Ancak bu büyük(!) zekaya göre, insanların genetik olarak bu şekilde değiştirilebilmelerinden önce bazı zorlu engellerin aşılması gerekmektedir. Bunların ilki, sorunun çapraşıklığı; ikincisi ise insanlar üzerinde deney yapmanın ahlâki boyutuyla ilgilidir.
Fukuyama’nın genetiğe olan imanı, hiç tereddüt göstermez. Kafasını en çok da “insan doğasının değişimi”ne takmıştır, sözü dönüp dolaştırıp hep oraya getirir. Genetik mühendisliğinin öngörülerinin gerçekleşmeme ihtimalini bir türlü içine sindiremez. İnsan türünün değişiminin biraz gecikmeli de olsa eninde sonunda gerçekleşeceğine ve türü bir bütün olarak etkileyecek nitelikte genetik mühendisliği elli hatta yüzyıl sonra gerçekleşecek olsa bile, gelecekte biyo-teknolojide yaşanacak bütün gelişmelerin en önemlisi olacağına inanır. Kendisini insan doğasının değişeceği o büyük güne (!) hazırlar. Çünkü insan türüyle birlikte, tarih de bitecek, yeni bir döngü başlayacaktır. İşte Fukuyama, adalet ve ahlâk kavramlarının da kaçınılmaz biçimde değişime uğrayacağı bu yeni dönemin ilk ve büyük teorisyenidir; içten içe kendisine yakıştırdığı misyon budur.
Sevecen öjeni
Fukuyama, geleceğe yönelik olası yolları böylece aydınlattıktan (!) sonra, bizim son endişelerimizi de ortadan kaldırmak için şu soruyu soruyor: Neden kaygılanmalıyız? (Öjenik hareketin hayali bir kez daha mı yükselmektedir?) Öjeni terimini ilk kez Charles Darwin’in yeğeni Francis Galton ortaya atmıştı. Öjeni, seçilmiş bir kalıtımsal niteliği geliştirmek için insanların bilinçli biçimde istenen türde nesiller üretmek üzere yetiştirilmesidir. 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında devlet destekli öjeni programları yaygın destek bulmuştu. Matt Ridley’e göre, geçmişteki öjeni yasalarıyla ilgili en önemli sorun devlet destekli olmalarıydı. Ridley gibi Fukuyama da ”bireylerin kendi özgür iradeleriyle peşinden gittikleri öjeni ise buna benzer bir etkiye yol açmaz” fikrindedir. Böylece alışıldığı gibi dehşet duygularını uyandırmayan daha yumuşak, daha sevecen bir öjeniye doğru gidiş başlayabilir. Fakat Ridley’den farklı olarak Fukuyama, gereğinden fazla çağrışım içerdiğini düşündüğü “öjeni” terimi yerine Darwin’in “seçilim” teriminin karşılığı olan “yetiştirme” terimini kullanmayı öneriyor. Yetiştirme terimi, gelecekte genetik mühendisliğinin çocuklarımıza hangi genlerimizi geçireceğimizi seçme şansı vererek, insani özellikleri ortadan kaldırma potansiyelini yansıtır. Ne de olsa “teorisyen” olan üstadımız, liberal öjeninin kabalığını ve vahşetini gözümüze sokmama inceliğini (!) bizlerden esirgemez.
Fukuyama, biyo-teknolojinin er geç riske atacağı şeyin insanoğlu var olduğundan beri sabit bir değer olarak kalan “insana özgü ahlâk duygusu” olduğunu da söylemekten geri kalmaz. Bu konuda Nietzsche’nin iyi bir rehber olduğunu vurgular. Nietzsche’yi kalkan yaparak, bir çırpıda biyo-teknolojinin önündeki ahlâki engeli de ortadan kaldırıverir. İnsan doğasının, iyi anladığımızı sandığımız, elimizde olsa değiştirmek isteyeceğimiz birçok yönü vardır. İnsan doğasındaki iyiyi ve kötüyü anlamak çok karmaşıktır. Fukuyama, doğru ve yanlış konusundaki doğal standartlarımızı bir kenara bırakmanın sonuçlarını içtenlikle kabul etmemiz ve Nietzsche’nin yaptığı gibi, bunun bizi çoğumuzun adım atmak istemeyeceği bölgelere götürebileceğini fark etmemiz gerektiğini vurgular. İnsan doğasını değiştirmenin tüm ahlâki sonuçlarına katlanmamız gerektiğine, Nietzsche’nin bizi “iyi ya da kötü”nün ötesindeki gerçek ahlâka davetinin eşliğinde ikna ettiğini düşünür büyük (!) düşünürümüz.
Gelecekte olası yararlarla, apaçık ya da örtük tehditleri birbiriyle iç içe geçirecek biyo-teknolojiye karşı ne yapmalıyız? Fukuyama, tartışmanın, her şeye izin vermek isteyen özgürlükçüler ile geniş araştırma ve uygulama alanlarını yasaklamak isteyenler (ki onlara örnek olarak Jeremy Rifkin ve Katolik Kilisesi’ni sayar) olmak üzere iki grup arasında sürdüğü kanaatindedir.
Rifkin, dilimize de kazandırılmış Biyo-teknoloji Yüzyılı adlı kitabında, bir önceki yüzyıldaki fizik ve kimya devrimlerinin yaşadığımız dünyaya etkilerinin ve kazanımların bedellerini geç fark ettiğimizi, bu kez hazırlıklı olmamız gerektiğini söylerken; bize göre aydınların ortak entelektüel kaygılarını dillendirmekte ve çok uygun bir bakış geliştirmektedir. Fukuyama, Rifkin’le kolay baş edilemeyeceğini bildiği için, onun çabasını doğrudan doğruya muhatap almak yerine, onu Katolik bir muhafazakârla bir tutmak gibi kötü bir politika izler.
Kendisi de apaçık “bırakınız geçsinler”ci ilk takımdan olduğu halde, Fukuyama bu tartışmada “orta yolcu” olduğunu söyler. Onu orta yolcu kılan ise, bu sorunların çözümünde “devletin gücünü kullanmak” fikrini savunmasıdır. Eğer bunun herhangi bir ulus devletin gücünün ötesinde olduğu ortaya çıkarsa, uluslararası zeminde yapılmalıdır. Peki, sınırı nereye koymalı? Ama böyle bir “sınır” endişesini içeren soru, Fukuyama gibi sınır tanımaz birisine sorulmamalıdır. Çünkü bu kadar pervasız görüşleri okuduktan sonra, Fukuyama’ya “sınır”la ilgili bir şey sormak konusunda hevesimiz kalmadı. Bir şey bilmeyenin haddini de bilmeyeceği, haddini bilmeyenin her şeyi söyleyebileceği, öylesine ayan beyan ki onun düşünce dünyasında.
İnsan-sonrası fikriyatının ilk popüler tanıtımı
Evet, Fukuyama, kalitesiz bir düşünür, bilim ve düşünce dünyasını karikatürleştirerek popüler hale getirmekten ve sıkça dalgalanan politik görüşler öne sürmekten başka bir bildiği yok. “İnsan Ötesi Geleceğimiz” kitabındaki fikirleri de üzerinde fazlaca durmaya değmeyecek kadar saçma ve bilim-dışı. Onunla ilgilenmemizin nedeni asıl olarak “insan-sonrası”, “insan-ötesi” konularıyla bağlantısı. Fukuyama’nın kitabı bu konudaki ilk çalışmalardan ve baştaki ABD derin yapılarıyla bağlantısını ortaya koyan nitelikte. Her ne kadar kitap, “insan-ötesi” diye çevrilse de bu çeviri doğru değil, “insan-ötesi”ni daha ziyade “transhuman”ın karşılığı olarak düşünmek gerekiyor. Fukuyama, transhumanizmi dünyanın en tehlikeli fikirlerinden birisi olarak gördüğü için kitabının başlığında “insan-sonrası” diye tercüme edilmesi gereken “posthuman” kavramını kullanıyor. “İnsan-sonrası” düşüncesi ise, okuyucumuzun bildiği gibi bizim belalılarımızdan, onunla daha çok uğraşacağız.