Nihat Genç benim kişisel öykümde çok değerli bir yerde durur. Tek başıma yürümeye koyulduğum yolda daha evvel tanıdık bir ayak izi bulmanın büyük coşkusunu verdi de diyebilirim onun için. 1970’lerin Soğuk Savaş kodları üzerinden yapılanmış katı bir ideolojik mahfilden çıkmaya cesaret edebilmesi ve bunu sadece Türkçe’nin kelimelerine yaslanarak yapabilmesi beni inanılmaz biçimde etkilemişti çünkü. Onun -muhtemelen- 80’lerin ortalarından itibaren girdiği bu zihinsel hurucu ben de 90’ların başında hemen arkasından gelen kuşaktan birisi olarak kendimce yapmaya koyulmuş ve işte önümde bir dizi ilk dönem kitaplarını bulmuştum. Aslında şöyle demek belki daha doğru: Ben sarsıcı biçimde kendimi ararken, el yordamı ile bulduğum kişilerin başında o vardı.
90’ların Ankara’sında işlevsel bir yeri olan Kocatepe Kitap Fuarı’nda, sanırım Vadi Yayınları standındaki genç arkadaş kitaplara ilgimi görünce bana Çete dergisinden ve Nihat Genç’ten bahsetti. Bu ismi ve dergiyi ilk kez duydum o gün. Nihat abinin “One Man Show” kitabını göstererek “Bunu muhakkak okuman lazım” dedi. 93 yılının Nisan ayında oluyor bu ilk karşılaşma. Büyük bir merakla kitabı elime alıp hızla otobüs durağına koştum. O gün Yenimahalle’nin sırtlarındaki arka mahalleye kurulmuş ve abimle beraber kaldığımız eve giderken otobüste çoktan kitabı yarılamıştım bile. Aradığım anlatı dili buydu işte. Dışarda akıp gitmekte olan gerçek hayatın cümleleriyle metne yaka paça dalan bir aciliyetti muhatap kaldığım dil. Çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. Hiç durmadan kendisiyle konuşan, kendisine kendisi dahil, ülkesini, içerisinde bulunduğu coğrafyayı, kültürü, sosyolojiyi adeta kusarcasına bitevi, hiç zamanı kalmamışçasına anlatmaya çalışan büyük ve yoğun bir zihin ile karşılaştım o gün.
“One Man Show”
“One Man Show” bir bakıma benim içimde dolanıp duran ama o günlerde cümlelere bütünleyemediğim halin anlatımı gibiydi. Okulun bitimini takip eden Ağustos ayında memlekete hemen gitmeyip Ankara’da biraz daha kalayım istedim. “One Man Show”un etkisi ruhumun bütün damarlarında gezinip dururken Muhsin Yazıcıoğlu’nun etrafında toplanıp siyaset yapmak isteyen ve ağırlıklı olarak 12 Eylül’ün bütün gaddarlığına uğramış öznelerin bir araya gelerek tuttukları binanın en üst katında yeniden Nihat Genç’in bir kitabı ile karşılaştım: “Çiçekleri Sarı Kıza Yedirdim: Come On Come On”. Yenisey Yayınları tarafından basılan bu tiyatro eseri kitap daha evvel okuduğum benzer türdeki metinlerinden çok bambaşka bir üsluba sahipti. Ve ben o günden itibaren Nihat abinin daha evvel yayınlanan “Dün Korkusu” ve “Bu Çağın Soylusu” romanlarını da hemen alarak sıkı bir okuru olmaya karar verdim. Karar verdim diyorum çünkü o tarihten itibaren Nihat Genç üzerine dergi ve gazetelerde neye rastladıysam hepsini arşivlemeye başladım. Bu arşivleme çabam aşağı yukarı internetin yaygınlaşmaya başladığı 2000’lerin ortalarına kadar sürdü. Bu arada onun da ömrünün gençlik yıllarını Ankara’da ülkücü mahfilde geçirmesi ve hatta birçok ülkücü derginin mutfağında yer almasının benim açımdan meseleyi çok daha anlamlı kıldığını belirtmeliyim. Yani benim girmeye başladığım yolu daha evvel birisinin geçmiş olması bana çok güçlü biçimde “yalnız olmadığım duygusunu” verdi. 2000 yılının tam başında çıkan Kumyazıları isimli fanzin dergide onunla ilgili yazım bir açıdan Nihat Genç’e saygı metnidir diyebilirim.
Nihat Genç’in ilk dönem romanlarını okuyan bence iflah olmaz. Şu açıdan “iflah olmaz” diyorum: Yazarın bizatihi kendi hayatından ve hatta dünya ile aralarında kurulan varolma çabasından bütünüyle derin izler taşıyan bu metinler verili artistik roman üslubunun çok dışında, Ankara’nın kimi zaman 12 Eylül evveli, kimi zaman darbe sonrası, kimi zaman da 90’lı yıllarının arafta duran gerçek sokak öykülerinden oluştuğu için o dönemlerin tanığı konumundaki okurlar açısından yakıcı bir sahicilik taşır. Açıkçası bu sahicilikle yananların başında ben geliyorum. Ulus’ta Opera binasının önünde buluşacakları eski ülkücü bir militanı yurt dışına kaçırmak için İran sınırına götürme öyküsü ile başlayan “Soğuk Sabun” romanın ilk sayfalarında anlatılan bu sahne bana hiç yabancı değil. Babam, dayılarım dahil bu öykünün 80 öncesi içinde yer alanların yaşadıkları, anlattıkları -ve hatta anlatamadıkları- çocuk dünyamın, gerçek ile hayali bir arada algılamaya müsait yıllarımın aşina sahneleri çünkü.
1980 sonrası romanı üzerine birçok metin, inceleme ve eleştiri yazısı ve hatta tezler okudum. 80 sonrası şiiri, romanı, öyküsü ve müziği benim hep ilgimi çekti. Kanaatimce Nihat Genç’in “Dün Korkusu”, “Bu Çağın Soylusu”, “One Man Show” (Gerçi bu kitabı daha sonra beğenmediğini, dolayısı ile yeni baskılarını yapmadığını biliyorum, ama benim entelektüel yolculuğumda özel bir yeri olduğunu belirtmem gerekli), “Soğuk Sabun”, “Dar Alanda Tufan” sıralaması ile devam eden ve bahsi geçen bu dönem romanı içerisinde yer alan metinlerine yönelik dergilerde kalmış kısa yazılar, değiniler dışında ciddi bir metinle karşılaşmamam ancak bir sükut komplosu, görmezden gelme tavrı üzerinden açıklanabilir. Kuşkusuz bu benim kişisel arayışım ile ilgili ama Nihat abinin bahsi geçen ilk dönem metinlerini okuduktan sonra başka romanlara giremediğimi itiraf edeyim. Oradaki kışkırtıcı dil, sahiciliğin cazibesi, artistik geviş getirmelere sığınan diğer roman ve anlatıları çıplaklaştıran üslup, bir kavak ağacı üzerinden Türkiye’nin yakıcı meselelerine girebilen ve bildiğimiz kelimelere adeta bir sihir yükler gibi derinlik katan tarzı benim için bir eşik oldu diyebilirim. En azından “benim romanım budur” diyebileceğim ikinci isim Bülent Akyürek (sadece romanları) ve daha yakın zamanlarda da Mahir Ünsal Eriş’i (“Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde” kitabıyla) anabilirim sadece.
Çete Dergisi ve Sakarya Çay Ocağı
1989 yılında Hakan Albayrak ile beraber çıkardıkları Çete dergisine ve hatta Sakarya Çay Ocağı zamanlarına yetişmek isterdim. Benim böyle, “keşke şu dergide yazsaydım” dediğim geç kalışlarım vardır. Üç Çiçek, Şiir Atı, Geniş Zamanlar, Argos, Gergedan, Nar dergileri gibi mesela. Çete her ne kadar salt bir edebiyat dergisi olmasa da bu isimlere zevkle eklenebilir benim için. Çete kanaatimce 90’lardan vefatına kadar Nihat Genç karakterinin ortaya çıkışını ve bundan sonra neler yapabileceğini anlamamıza imkan veren inanılmaz bir röntgen. Toplam üç sayı çıkmasına rağmen Çete’nin asil ruhu bütün bir yazı hayatı boyunca Nihat Genç’in zihin dünyasında sayı 4, sayı 5 diye devam edip durdu bence. Daha sonra Türkiye’nin meseleleri hususunda Albayrak ile yolları ayrılmış olsa da geri dönüp baktığımızda Çete’deki metinlerden hâlâ çok şeyler öğrenmek, oradan bir duruş devralmak mümkün. Derginin ilk sayısında logonun sağ tarafındaki kısa metinde bazı isimler sıralandıktan sonra “Oturun dergi çıkartın… Tanrı bizden korusun” denir. Ben bu ifadeyi abartılı ve hatta ukala bir özgüvenden ziyade dünyayı yakmaya gelen gariplerden devralınmış bir feryat biçiminde anladım hep. Bütün kayıplarından sonra umursayacağı bir şeyi kalmayan adamın ne yapacağı belli olmayacak tehlikeli yürüyüşü de denilebilir. Dolayısı ile bu ilk sayıda Genç’in, kitabı çıkmadan bir bölümünü yayınladığı “Ofli Hoca’nın Sohbetleri”ndeki argo böyle bir ruhun izdüşümü bana göre. Ya da diğer bütün metinlerindeki cesur dili.
2000’lerin ortalarına doğru Nihat Genç’ten kısmen uzaklaştığım söyleyebilirim. Güncel siyasete dahil oldukça, benim eski Nihat Genç’imi kaybettiğimi düşündüm. Benim Nihat Genç’im başkaları ile aynı kare içerisinde kalmaya ihtiyaç duymadan kendi muhalefetini kendisi üreten bir volüme sahip oldu hep. 80’lerin sonu ve 90’larda yazdığı metinlerden bunu öğrendim çünkü. 12 Eylül evveli ülkücü arkadaşlarına “Adresten vazgeçmedim, tarif edilen yoldan vazgeçtim” (Alperen, Aralık 1999, Sayı 1) dese de, -sonraki yıllarda- beraber çay içtiği İslamcı arkadaşları iktidar olup çoğu büyük savrulmalara uğrasa da onu tek başına, kimse ile yan yana durmaya ihtiyaç duymadan özgül ağırlığı olan bir yazar biçiminde konumladım zihnimde hep.
Bizim gibi ülkelerde siyasetin, ekonominin, makamın, şöhretin sunacağı dünyalık imkanları reddetme maalesef bir entelektüel tavır değil. Bunu, her şeye mesafe koyan Sezai Karakoç dışında pek kimsede göremedik. Nihat abideki, kendisine sunulan dünyalık ayartıcıları (büyük yayınevi, büyük gazete yazarlığı teklifleri ve bunun doğal getirileri başta olmak üzere) elinin tersi ile itme meselesi, entelektüel birikimlerini cemaat, siyaset ve bürokrasinin emrine veren diğer yazı memurlarınca gıpta ile izlendi muhtemelen. Dolayısı ile Nihat Genç’i Nihat Genç yapan eylem, yazı ve söyleşilerinin yanı sıra bu tavrı kuşkusuz.
Yıllar evvel Nihat abi ile bir dergi için söyleşi yaptım. Çok güzel şeyler söyledi orada. Söyleşinin girişinde onu -kendimce- anlamaya yönelik bir giriş yazısı da vardı. Yazı şu: “Nihat Genç Türk edebiyatının en çok sansürlenen yazarlarının başında geliyor. Bir vatanperver olarak Batı’nın bu soylu topraklar üzerinde kurmaya çalıştığı sömürü düzeneği ve onun yerli işbirlikçileri karşısında halk’tan yana tavır alarak bu ülkenin kapıcısını, hemşiresini, bitini, söğüt ağacını romanlarına konu edinerek bizlerden sürekli gizlenilmeye çalışılan asıl ülkemizi keşfe çağırıyordu okuyucusunu. Batı’nın bütün konferanslarında, anlaşmalarında, kitaplarında, söylemlerinde neden hep Müslümanlar’ın haksız gösterilir olduğunu sorguladı. Bu topraklarda doğan, ancak zihni bu topraklara ait olmayan yerli oryantalistlerin de bir müddet sonra tıpkı Batılılar gibi dönüp bizi aşağıladığını, haksız bulmaya çalıştığını haykırdı hiç durmadan. Üzerine bastığımız bu topraklarda geçmişte ve bugün yığınla trajedi yaşanırken yazmış olduğu sözde romanlarda hiç bunlardan haberdar değilmiş gibi saçma metinleri alt alta koyanlara karşı amansız bir savaş açtı ve onları duyarsızlıklarından dolayı ifşa etti. Holdinglere ve boyalı basının arkasına sığınarak kalemini satanlara karşı tek silahı vardı: kelimeler. O da kelimelerin bütün pozisyonlarını kullanarak çıktı meydanlara. Kelimeleri yanına alarak kendi değimi ile ‘tekme tokat’ daldı ortalığa. Yeri geldi sövmenin, bağırmanın, kelimelere takla attırmanın her türlüsünü denedi. Edward Said’in ‘Entelektüel’ isimli kitabında bahsettiği modern entelektüel’in sürgünlük halini ben ona çok yakıştırıyorum. Hiç bir kurum ve ideoloji adına söz almadan salt yerli ve insani duyarlılıklar etrafında bütünlenen soylu bir söylemin izini sürdü yıllarca. Tıpkı benim bu söylemi ona devrettiğini düşündüğüm Cemil Meriç gibi. İdeolojik anlamda bir yere ait olmama hali aslında modern sürgünlüktü bir bakıma. Kaldı ki bir insan acısını anlayabilmek için bir ideolojiye de ihtiyacımız yoktur. Kimi görüşlerine katılamayız belki ama o bize bir yazar ahlakı ve duruşu öğretmiştir. One Man Show’dan Soğuk Sabun’a, Bu Çağın Soylusu’ndan, Dar Alanda Tufan’a, Dün Korkusu’ndan, Çiçekleri Sarı Kıza Yedirdim’e kadar Türk Romanının en sıra dışı örneklerine, metinlerine imza attı. Son birkaç yıldır yazdığı makalelerine ve bu makalelerini kitaplaştırdığı seriye bakarak bir Nihat Genç profili çıkartamayız diye düşünüyorum. Ben asıl Nihat Genç’in romanlarında saklı olduğuna inanıyorum. Çünkü O’nun bu tahrik edici dilini çözümleyebilmek, anlayabilmek için mutlak romanlarından ivmelenerek bir okuma yapmamız gerekli. Kendisi ile bir süre evvel yeni makalelerini topladığı vitrinlerdeki son kitabı Karanlığa Okunan Ezanlar isimli kitabı merkezli bir söyleşi yaparken de ilk sorum yeni bir romanının olup olmayacağı üzerine idi. O bize yerli kalarak etrafımızda olup biteni yeniden algılamamızı ve yorumlamamızı öğretmiş ve sivil bir alan aralamıştır. Bize düşen Cemil Meriç ile zemine oturan ve Nihat Genç ile bugüne gelen modern sürgünlük halini genç arkadaşlara bolca anlatmak”.