Bağlamda Yaşanan Değişim
15 Eylül 2020’de, Başkan Donald Trump’ın ilk döneminde Beyaz Saray’da imzalanan İbrahim Anlaşmaları, ABD’nin Orta Doğu diplomasisinde önemli bir başarıyı temsil ediyordu. Anlaşmalar, İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve ardından Fas arasında barış anlaşmalarına yol açtı. İsrail, Sudan ile de bir normalleşme süreci başlattı, ancak Sudan’daki iç karışıklıklar nedeniyle bu süreç ilişkilerin tam anlamıyla normalleşmesine dönüşmedi.
Anlaşmaların genel amacı, İsrail ile birkaç sözde ılımlı Arap ülkesi arasındaki ilişkileri normalleştirerek Orta Doğu’daki gerilimleri azaltmaktı. Karşılığında bu ülkeler, İran’ın stratejik bir tehdit olduğu yönündeki ortak görüşlerinden güç alarak ileri teknolojilere ve yeni ticaret fırsatlarına erişim elde edeceklerdi. Plan, Trump’ın damadı ve o dönem danışmanı olan Jared Kushner tarafından Haziran 2019’da Bahreyn’de düzenlenen “Barıştan Refaha” adlı Orta Doğu atölye çalışmasının devamı niteliğindeydi. Anlaşmaların ilham kaynağı, jeoekonominin finansal ve ekonomik teşvikler yoluyla görünüşte çözümsüz olan çatışmaları aşarak jeopolitik gerilimleri azaltabileceği fikrine dayanıyordu.
ABD açısından İbrahim Anlaşmaları, hem ABD’nin bölgesel güvenlik garantörü rolünü sağlamlaştırma hem de İsrail-Filistin ihtilafını devre dışı bırakma gibi iki amaca hizmet etti. Washington, bu anlaşmaların hamisi ve garantörü olarak kendini konumlandırarak, özellikle ileri teknolojiler alanında Çin’in artan bölgesel etkisini dengelemeyi de amaçlıyordu. Joe Biden yönetimi anlaşmaları destekledi ve sürdürmeye çalıştı; Suudi Arabistan, genişletilmiş normalleşme çabalarının odak noktası olarak ortaya çıktı. Ancak bu süreç, İsrail’in Gazze’yi işgal etmesine yol açan 7 Ekim 2023 Hamas saldırılarından sonra sekteye uğradı. İsrail’in karşılığı, on binlerce sivilin hayatını kaybetmesine ve bölgenin altyapısının büyük ölçüde yıkılmasına neden oldu; bu da bölgesel ve küresel düzeyde kınamalara yol açtı. İbrahim Anlaşmaları savaş boyunca büyük ölçüde varlıklarını sürdürdüler, ancak gelecekleri bölgede ve ötesinde gelişen daha geniş dinamiklere bağlı olacaktır.
İbrahim Anlaşmalarının Varlıklarını Koruma Direnci
Gazze çatışması sırasında bölgesel gerilimler artarken, İbrahim Anlaşmalarından kaynaklanan Arap-İsrail temasları büyük ölçüde devletlerarası ilişkiler ve münferit şirketler arası bağlarla sınırlı kaldı; toplum düzeyindeki temaslar ise azaldı, hatta tamamen tersine döndü. Bu durum, Arap halkları arasında Arap-İsrail normalleşmesine karşı halk tepkisinin artmasıyla eş zamanlı gelişti. Bununla birlikte, anlaşmaların temel çerçevesi büyük ölçüde korundu; bu da onların sunduğu stratejik avantajlardan kaynaklanıyordu. BAE, Bahreyn ve Fas, Gazze savaşının sonuçlarını kendi çıkarları olarak algıladıkları doğrultuda yönettiler.
BAE örneğinde, 7 Ekim saldırıları, iş odaklı canlı bir BAE-İsrail yakınlaşmasını yavaşlattı. Anlaşmaların imzalanmasının ardından BAE ve İsrail hızla diplomatik ilişkiler kurdu, karşılıklı vize zorunluluklarını kaldırdı ve doğrudan uçuşlar başlatarak özellikle İsrail’den BAE’ye yönelik iş ilişkileri ve turizmi canlandırdı. İki ülke ayrıca 2022’de bir serbest ticaret anlaşması ve kapsamlı ekonomik ortaklık imzalayarak teknolojiden altyapıya kadar çeşitli alanlarda iş birliği arzusunu ortaya koydu. Hedefleri, 2022’de 2,5 milyar dolar olan yıllık ikili ticareti 2027’ye kadar 10 milyar dolara çıkarmaktı.
Ayrıca, Hindistan, İsrail, BAE ve ABD, Eylül 2023’te ileri teknolojiler ve gıda güvenliği temelli I2U2 olarak adlandırılan ortaklığı başlattılar. BAE, Gazze savaşında İsrail’in eylemlerini kamuoyuna açık şekilde kınasa da diplomatik ilişkileri kesmedi. Emirlik hükümeti destekli kurumlar, İsrailli muhataplarıyla temaslarını sürdürdü; ancak Abu Dabi’nin ADNOC şirketi, BP ve İsrail’in NewMed firmasıyla birlikte İsrail’in en büyük açık deniz doğalgaz sahasını ortak işletmeyi öngören üst düzey projeler askıya alındı. Turizm ve hava taşımacılığı da etkilendi; İsrail’den Dubai’ye hava yoluyla gelen ziyaretçi sayısı keskin şekilde düştü, ancak sonrasında yine toparlandı. Öte yandan, çatışma BAE ile İsrail arasında Suudi Arabistan ve Ürdün üzerinden yeni bir kara yolunun kurulmasına yol açtı ve bu da İsrailli şirketlerin Kızıldeniz’i atlayarak Yemen’den İsrail’e giden gemilere yönelik Ensarullah saldırılarından kaçınmasına olanak tanıdı.
ABD Beşinci Filosuna ev sahipliği yapan Bahreyn ise 2022 yılında İsrail ile Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) üyesi bir ülke arasında ilk resmi güvenlik anlaşmasını imzaladı. Ancak Bahreyn-İsrail ticareti, BAE ile İsrail arasındaki ticaretin çok küçük bir kısmını temsil ediyordu; 2021–2022 arasında toplam ikili ticaret 20 milyon doların altındaydı. Gazze’deki çatışmaların patlak vermesinin ardından İsrail’in büyükelçisi ülkeyi terk etti, ancak Manama yönetimi İbrahim Anlaşmalarından çekilme yönünde bir niyet belirtmedi. İsrail ile olan ilişkilerde güvenlik ve savunma bağlarının önemini vurgulamayı sürdürdü; bunlar arasında istihbarat eğitimi ve İsrail’den Bahreyn’e yapılan drone satışları da bulunuyor.
Fas’ın İsrail ile normalleşmesi ise Batı Sahra üzerindeki egemenlik iddialarıyla yakından bağlantılı oldu. 2020 sonlarında Trump yönetimi, Fas’ın bölge üzerindeki hak iddialarını tanıyarak Rabat’ın İsrail ile diplomatik ilişkiler kurmasının önünü açtı. Fas ve İsrail 2021’de bir savunma mutabakatı imzaladı ve bu mutabakat, ileri düzey insansız hava araçları, hava savunma sistemleri ve istihbarat uydularını kapsayan bir dizi silah anlaşmasına yol açtı. Ortak güvenlik çıkarlarının ötesinde, iki ülke kültürel ve tarihsel bağları da paylaşıyor. Fas yetkilileri krallığın, Yahudi mirasını kabul ediyor ve İsrail’deki Yahudi nüfusunun önemli bir kısmı Fas kökenlidir. Gazze savaşı, İsrail’den Fas’a yönelik turist akışının azalmasına neden olsa da, ilişkilerin diğer yönleri korundu. Örneğin otomotiv sektöründe İsrail, Türkiye’den gelen araçların yerine Fas’tan otomobil ithal etmeye başladı. Ayrıca, önde gelen üniversitelerden Muhammed VI Politeknik Üniversitesi de dâhil olmak üzere Fas’taki akademik kurumlar, İsrailli muhataplarıyla işbirliği anlaşmalarını korumuştur.
İbrahim Anlaşmalarının imzacıları dışında, Gazze çatışması öncesinde İsrail ile bir yakınlaşma süreci başlatan Suudi Arabistan’ı görmezden gelmek mümkün değildir. Krallık, ilk olarak 2002 yılında dönemin Veliaht Prensi Abdullah’ın başlattığı Arap Barış Girişimi ile İsrail’e normalleşme sinyali verdi; bu girişim, işgal altındaki Arap topraklarından çekilme karşılığında tam ilişkiler öneriyordu. 2016 yılında fiili Suudi Arabistan lideri olduktan sonra Veliaht Prens Muhammed bin Selman da iyi niyet jestleri yaptı; bunların arasında Suudi hava sahasının İsrail ticari uçuşlarına açılması da vardı. Aynı zamanda, yapay zeka, biyoteknoloji ve tarım teknolojisinde İsrail’in ileri teknolojik yeteneklerinin cazip görüldüğü NEOM gibi iddialı mega projeleri de içeren Vizyon 2030 gündeminin bir parçası olarak Suudi Arabistan’a yabancı yatırımcı çekmeye çalıştı. Veliaht Prens Muhammed, Ekim 2023 öncesinde ikili görüşmelerde ilerleme kaydedilebileceğine dair ipuçları vermiş olsa da, Hamas saldırıları ve İsrail’in tepkisi süreci sekteye uğrattı ve Suudileri daha eleştirel bir yaklaşım benimsemeye ve normalleşme karşılığında İsrail’in Filistin’i devlet olarak tanıma taahhüdünü talep etmeye zorladı.
Tüm bu deneyimler, İsrail ile ilişkileri normalleştiren Arap ülkelerinin Gazze çatışmasıyla ne ölçüde sınandığını ortaya koyuyor. İmzacılardan hiçbiri anlaşmadan resmen çekilmedi; bu durum, anlık siyasi olumsuzluklara kıyasla uzun vadeli stratejik hedeflerin imzacılar için daha önemli olduğunu gösteriyor. Ancak savaş başladıktan sonra İsrail ile normalleşmenin siyasi bedeli arttı; çünkü Arap kamuoyu, Filistin davasına güçlü bir şekilde sempati duyuyor ve bu meseleyi yalnızca Filistinlilere değil, Arap dünyasına ait bir mesele olarak görüyor.
İbrahim Anlaşmaları İçin Değişen Bir Ortam
Gazze Savaşı’nın en şiddetli döneminde İran’ın İsrail’e yönelik saldırılarına karşı bazı Arap ülkelerinin katılımı, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun İbrahim Anlaşmaları’nı desteklemek üzere güvenlik odaklı bir “İbrahim İttifakı” çağrısı yapmasına yol açtı. Ancak İran’ı İsrail’in ve Arap devletlerinin ortak bölgesel düşmanı olarak gösteren bu savunma vizyonu, bölgesel ve küresel düzeyde değişen jeopolitik gerçeklikler nedeniyle zayıfladı. Ayrıca anlaşmaların uzun vadeli sürdürülebilirliği, İran da dahil olmak üzere tüm bölgesel güçlerin güvenlik endişelerini giderme kabiliyetine bağlı olabilir.
Orta Doğu’daki Değişen Gerçeklikler
Çin’in arabuluculuğuyla 2023’te gerçekleşen çığır açıcı Suudi Arabistan-İran anlaşması ve ardından gelen yumuşama süreciyle, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkeleri ile İran arasındaki ilişkilerin normalleşmesi, İran’a karşı jeopolitik tedbir alma gerekliliğini ve İbrahim Anlaşmaları’nın “güvenlik şemsiyesi” mantığını zayıflattı. Ironik bir şekilde, Ekim 2023’ten bu yana İsrail’in Gazze’de Hamas’a indirdiği ağır darbeler, Hizbullah’ın Lübnan’daki etkisinin zayıflaması ve Beşar Esad rejiminin Suriye’de devrilmesi, İran’ın zayıflıklarını açığa çıkardı ve Tahran’ı Arap komşularıyla daha işbirlikçi bir duruş benimsemeye itti.
Zorluklarla karşı karşıya kalan İranlılar, bölgesel iş birliği için kendi çerçevelerini sundular. Buna Mwada (Müslüman Batı Asya Diyalog Birliği) adını verdiler; bu, İbrahim Anlaşmaları’na bir tür karşı öneri niteliğindedir. İran’ın eski dışişleri bakanı Muhammed Cevad Zarif’in ifadeleriyle Mwada, tüm Müslüman ülkeler – Şii ve Sünni – arasında bölgesel güvenlik ve refah amacıyla iş birliğini teşvik ediyor. Bu plan dikkat çekici şekilde İran’ın tarihsel rakibi Türkiye’yi de içeriyor, ancak dini gerekçelerle İsrail’i dışarıda bırakıyor; bu da “İbrahimî” modelden net bir ayrımı temsil ediyor.
Bu birbirine zıt görünen yaklaşımları uzlaştırmanın tek yolu, ABD-İran arasında yapılacak bir anlaşma olabilir. Ocak 2025’te yeniden iktidara gelen Trump, “İran’ı bombalamak” yerine böyle bir anlaşmaya öncelik verdiğini belirtti. Bu nedenle, mevcut ABD yaptırımları ve canlandırılan “maksimum baskı” kampanyası, İran’ı müzakere masasına geri çekmeye yönelik bir girişim olarak görülebilir. Başarılı bir diplomatik sonuç, İbrahim Anlaşmaları’nın ardındaki temel motivasyonlardan birini aşındırabilir ve Filistin sorununu, anlaşmaların diğer ülkelere genişletilmesinden önce ele alınması gereken merkezi bir bölgesel endişe olarak yeniden canlandırabilir. Öte yandan, müzakereler başarısız olursa, Arap devletleri İran’la gerilimi azaltma ve ekonomik entegrasyonu ilerletme yoluna gidebilir; özellikle de ABD kendilerine sağlam güvenlik garantileri vermeye istekli değilse, kendi askeri programlarını güçlendirme yoluna da gidebilirler. Her iki durumda da, 2020’de anlaşmalar sonrası ortaya çıkan jeopolitik ivme şu an için kaybolmuş görünüyor.
Son olarak, bölgesel güvenliğin geleceğine dair herhangi bir tartışmaya Türkiye’nin de dahil edilmesi gereklidir. NATO üyesi olan ve İsrail ile onlarca yıllık ilişkileri bulunan Ankara, Gazze savaşının kötüleşmesi nedeniyle Mayıs 2024’te İsrail ile ticari ilişkilerini askıya aldı. İç politikada, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistin davasının savunucusu olarak kendini konumlandırması, ülkenin yumuşak gücüne katkı sağladı ve bölgesel çıkarlarını ilerletti. Erdoğan, aynı zamanda 2010–2011 Arap ayaklanmaları sonrası yaşanan on yıllık güvensizlik ve gergin ilişkilerin ardından, özellikle Suudi Arabistan ile olmak üzere KİK ülkeleriyle uzlaşma sürecine girdi.
İsrail-Türkiye ilişkilerinin her zamankinden daha gergin göründüğü bir dönemde Türkiye, kendi bölgesel jeoekonomik çerçevesini önerdi; Irak Kalkınma Yolu Projesi ile Asya’yı Avrupa’ya bağlayarak, Faw Limanı’ndan Türkiye sınırına kadar bir ticaret koridoru oluşturmayı amaçlıyor. Ankara, bu bağlantı projesini Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomik Koridoru’na (IMEC) karşı cazip bir alternatif olarak sunuyor. Türkiye destekli muhaliflerin rol oynadığı Suriye’deki Esad rejiminin devrilmesi ise Ankara’ya Orta Doğu’nun jeopolitik ve jeoekonomik geleceğini şekillendirmede daha fazla nüfuz kazandırıyor.
Çok Kutuplu Bir Dünyada Orta Doğu
Değişen bölgesel manzaranın ötesinde, Ortadoğu aynı zamanda ABD-Çin rekabeti ve rekabet eden, hatta bazen çakışan jeopolitik ve jeoekonomik blokların oluşumuyla hızlanan küresel çok kutupluluğa doğru değişimin de bir parçası olmuştur. Bu bloklar arasında, G7 ülkeleri etrafında şekillenen Batı bloğu ile İran, Mısır ve BAE gibi Orta Doğu ülkelerini içeren BRICS+ gibi alternatif yapılar ile tüm Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) üyeleriyle birlikte Rusya, İran, Irak ve birçok Afrika ve Latin Amerika petrol üreticisini kapsayan OPEC+ yer almaktadır. Bu tür gelişmeler, İbrahim Anlaşmaları gibi ABD destekli çerçevelere katılım yönündeki ivmenin azalması anlamına geliyor.
BRICS+ ülkeleri, Çin ve Rusya öncülüğünde, Batı liderliğindeki küresel finansal sistemin alternatiflerini araştırmaktadır. Her iki ülke de, özellikle Ukrayna savaşı bağlamında, ABD’nin doları bir silah olarak kullanmasını eleştirmiştir. BRICS+ rezerv parası fikri şu an için uzak bir ihtimal olarak görünse de, bu tür projeler, Çin’in yuanı petrol alımlarında fiyatlandırma, faturalandırma ve ödeme para birimi olarak daha pragmatik şekilde teşvik etmesiyle örtüşmektedir. Şanghay Vadeli İşlemler Borsası’nın kurulması ve 2018’de ilk ham petrol sözleşmesinin yuan üzerinden listelenmesiyle bu hedef büyük ölçüde hayata geçirilmiştir. Suudi Arabistan ve BAE gibi büyük Orta Doğu üreticileri için bu, döviz rezervlerini ABD dolarından gizlice uzaklaştırma anlamına gelebilir ve bu da petro-yuan varlıklarını çoğunlukla Çin ve Çin destekli Kuşak ve Yol projelerine ve BRICS+ ile uyumlu ticaret ve yatırımlara dönüştürme ihtiyacı yaratır. Dijital para birimlerinin geliştirilmesiyle dolarizasyonun azaltılması kolaylaştırıldı; bu para birimleri, ulusal ve sınır ötesi Merkez Bankası Dijital Para Birimleri gibi hükümet destekli veya “istikrarlı kripto paralar” olarak adlandırılan varlıklar gibi özel mülkiyete ait olabilir. BAE, bu iki tür kripto paranın geliştirilmesini destekleyen en gelişmiş düzenleyici çerçevelerden birini oluşturmuş ve mBridge ve AED coin gibi pilot projeleri başlatmıştır.
Küresel enerji dönüşümü ve karbon azaltımı da, değişen bu küresel manzaranın önemli bir boyutunu oluşturmaktadır ve Orta Doğu için derin jeoekonomik sonuçlar doğurabilecek potansiyele sahiptir. Çin, “yeşil ekonomi” ile ilişkili kritik sanayi tedarik zincirlerinde baskın konuma gelmiştir. Yenilenebilir enerjiden sürdürülebilir ulaşıma kadar birçok sektörde faaliyet gösteren devlet destekli Çinli şirketler, Orta Doğu’da giderek daha fazla varlık göstermektedir. Bu şirketler, KİK ülkelerinde karbon azaltımı odaklı mega projeleri inşa etmeye ve ortak finansman sağlamaya, ayrıca bu projelere ilişkin teknolojileri Orta Doğulu ortaklarına aktarmaya istekli ve muktedir olmuşlardır. Bu durum, Trump yönetiminin Biden yönetiminin karbon azaltım taahhütlerinden dramatik biçimde geri adım atmasıyla şekillenen, dalgalı ve tutarsız bir ABD iklim politikasından farklılık göstermektedir.
Çin, küresel dijital dönüşümde de kilit bir aktör haline gelmiştir. Huawei, Tencent, ByteDance ve Alibaba gibi Çinli teknoloji devleri, yurtdışındaki etkilerini genişletmektedir. Yarı iletkenlerden bulut bilişime, ileri robotik sistemlerden yapay zekâya kadar Çin, artık Batı’nın en gelişmiş teknolojilerine alternatif sunabilecek kapasiteye erişmiştir. Orta Doğu ve Kuzey Afrika ise, çok yönlü ekonomik dönüşümlerle ve devlet öncülüğünde teknolojik atılım süreçleriyle bu teknolojilerin uygulanması için verimli bir zemin oluşturmuştur. Pekin, Dijital İpek Yolu girişimi kapsamında teknoloji şirketlerini bölge ülkeleriyle, özellikle KİK devletleriyle, yerel gerçekliklere uyum sağlayarak iş birliğine girmeye ve teknoloji transferlerini kolaylaştırmaya teşvik etmektedir. Öte yandan, İsrail’in Çin ile bir zamanlar gelişen ortaklığı, Gazze Savaşı’nın (Çin’in İsrail’in davranışlarını sert bir şekilde eleştirmesiyle) ve ABD’nin, İsrail hükümeti ve Silikon Vadisi ile yoğun bir şekilde entegre olan yerli teknoloji ekosistemi üzerindeki, İsrail’in Çin ile teknolojik işbirliğini azaltma yönündeki artan baskısının birleşik etkisiyle zayıfladı.
Dolayısıyla, geleneksel endüstrilerden yeni ortaya çıkan finansal, çevresel ve dijital teknolojilere ve bunların ticaret ve üretim ağlarına kadar farklı jeoekonomik sektörlerde, İbrahim Anlaşmaları’nın zımnen temelini oluşturan jeoekonomik çerçeveler giderek daha az çekici hale geliyor. Politika perspektifinden bakıldığında, ekonomik ve jeopolitik çok kutupluluğa yöneliş, Trump’ın sözde izolasyonist yaklaşımı ve etki alanlarına göre düzenlenmiş bir dünya tercihine bağlı olarak daha da belirginleşmiştir.
Bu bağlamda, Suudi Arabistan ve BAE gibi bölgesel güçlerin, giderek zayıflayan “tek kutuplu an”a karşı uzun vadeli bir korunma yöntemi olarak çoklu ittifaklar benimsemeleri ve aynı zamanda Batı ile özellikle de ABD ile güçlü bağlarını korumaları rasyonel görünüyor. Bu ülkeler Batı’yla, özellikle de ABD ile güçlü bağlarını korumaya devam etmektedir. BAE için Asya’ya, özellikle de Çin’e yönelmek sıfır toplamlı bir oyun değil; zira Emirlikler, Washington ile güvenlik ortaklığına sıkı sıkıya bağlı kalmaya devam ediyor ve ADQ ve MGX gibi amiral gemisi yatırım araçları aracılığıyla gelişmiş teknolojiye odaklanarak toplam ABD yatırımlarını 1 trilyon dolara çıkardılar. Suudi Arabistan’a gelince, Biden yönetiminin kendisine kapsamlı güvenlik garantileri vermekte tereddüt etmesinden duyduğu memnuniyetsizlik, Çin ve Rusya ile olan bağlarını güçlendirme dâhil olmak üzere alternatif ortaklıklar aramasına neden olmuştur. Krallığın, Kasım 2016’da kurulduğu günden bu yana OPEC+’ya Rusya ile birlikte etkin bir şekilde eş liderlik ettiği ve OPEC ile OPEC dışı petrol üreticileri arasındaki bu koordinasyon mekanizmasının yönlendirilmesinde kritik bir rol oynadığı unutulmamalıdır. Yakın dönemde, Suudi Arabistan, Şanghay İşbirliği Örgütü tarafından “diyalog ortağı” statüsüyle tanınmıştır. Son olarak, Suudi Arabistan, Ağustos 2023’teki Johannesburg Zirvesi’nde BRICS’in çekirdek ülkeleri tarafından davet edilmesine rağmen BRICS+ grubuna resmen katılmaktan kaçınmış olsa da, bu davet konusunda kesin bir açıklama yapmaktan da kaçınmıştır. Öte yandan, Suudi Arabistan ABD ile olan köklü ortaklığına bağlı kalmıştır ve Trump’ın tüccar diplomasisine yatkınlığını kullanmıştır. Örneğin, Moskova ile Kiev arasında birkaç tur ABD destekli barış görüşmesine ev sahipliği yaparak, hem Rusya hem Ukrayna ile olan iyi ilişkilerini avantaja çevirmiştir.
Sonuç: Gazze Göstergesi
Donald Trump, İbrahim Anlaşmaları’nı genişletme fikrini yeniden canlandırdı. Bu yeni girişimin merkezinde, anlaşmaların Suudi Arabistan’a genişletilmesi yer alıyor. Ancak anlaşmaların gerekçesi ve elde edilecek faydalar, başlangıçta öngörüldüğü gibi, şu an için artık o kadar da hayati olmayan jeopolitik kazanımlardan çok, ekonomik boyut tarafından belirlenebilir. İbrahim Anlaşmaları’yla ilişkilendirilen ortak ekonomik refahın, Gazze’nin yeniden inşası ve Suriye, Lübnan, Libya ve Yemen gibi kriz içindeki Arap ülkelerinde kalkınmanın desteklenmesi için gereken büyük çaba karşısında, daha geniş ölçekte kanıtlanması gerekmektedir.
Gazze’nin nasıl yeniden inşa edileceği ve yönetileceği, İbrahim Anlaşmaları’yla ilişkilendirilen ortak ekonomik refahın belirleyici bir göstergesi haline gelebilir. Arap Birliği’nin Mart 2025 başında açıkladığı Mısır planından yola çıkılarak, Arap devletleri ve diğer uluslararası paydaşların da yer aldığı koordineli bir rehabilitasyon projesi, kapsamlı bir bölgesel barış çözümü ve yeniden yapılanma çerçevesinin önünü açabilir. Buna karşılık, Gazze’nin yeniden canlanmasının Suriye ve Lübnan’daki yeniden yapılanma, Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru (IMEC), ortak enerji girişimleri ve açık deniz doğalgaz arama ve ihracatı gibi bölgesel ekonomik girişimlere bağlanması, ortak çıkarları güçlendirebilir ve katılımcılar arasındaki güveni artırabilir. Özellikle teknoloji, ticaret ve yenilenebilir enerji alanlarındaki ekonomik ortaklıklar, iş dünyası ve sivil toplum öncülüğünde normalleşme çabalarını destekleyebilir.
Ancak yakın geçmişte de gördüğümüz üzere, (İbrahim Anlaşmaları’nın kaçınmaya çalıştığı tartışmalı konu olan) Filistin devletinin tanınmasına yönelik inandırıcı bir taahhüt olmadığı sürece tabanda gerçekleşecek herhangi bir normalleşme, Sisifos’un çabaları gibi sürekli tekrarlanan ve asla tamamlanmayan bir çaba olacaktır.
*Alexandre Kateb, ekonomist ve Yetkili Finansal Analisti (CFA)’dir. Yirmi yıllık ekonomistlik, politika danışmanlığı ve yatırım stratejistliği deneyiminin ardından The Multipolarity Report adlı platformu kurmuş ve başkanlığını üstlenmiştir.