Bir kriz, yalnızca gözlerimizin önünde değil, aynı zamanda zihinlerimizin içinde de vuku buluyor.
Bu yıl Avrupa, İkinci Dünya Savaşı’nın sona erişinin ve ardından gelen dönemin 80. yılını kutladı. 27 Nisan 1945’te Avusturya’nın bağımsızlığını ilan etmesi, ülke ve kıta tarihinde bir çağdan çıkıp bir başkasına geçişin erken bir adımını işaret ediyordu. Uzak bir perspektiften bakıldığında, bu tür anlar pürüzsüz, sürtünmesiz geçişler gibi; zaman çizelgesinde yalnızca birer noktaymış gibi görünebilir. Ancak o dönemde geleceğin ne kadar açık, çağdaş bağlamın ise ne denli çalkantılı ve belirsiz olduğunu kolayca unuturuz.
Bağımsızlık, Sovyet işgali altındaki Viyana’da ilan edildiğinde ve insanlar Ringstrasse üzerinde, Sovyet askeri bandosunun eşliğinde Johann Strauss’un “Mavi Tuna” valsiyle dans ettiğinde, İkinci Dünya Savaşı hâlâ sürüyordu. Bağımsızlıktan bir gün sonra—28 Nisan’da—Nazi Almanyası’nın Yukarı Avusturya bölge lideri August Eigruber, Mauthausen toplama kampındaki direnişçilerin gazla öldürülmesi emrini verdi. Mayıs ayının ilk haftasında, Adolf Hitler’in Berlin’de intiharının ardından, Waffen-SS mensubu askerler, Aşağı Avusturya’nın ağaçlarla çevrili küçük kasabası Hofamt Priel’de 228 Macar Yahudisini katletti.
Yeni ilan edilen cumhuriyet için siyasi gelecek her şeyden başka bir şeydi ama kesinlikle belirli değildi. Yeni geçici hükümet, başlangıçta yalnızca Sovyetler Birliği tarafından tanındı. Ancak 20 Ekim 1945 tarihinde, Müttefik Kontrol Konseyi kararıyla Britanya, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından da tanındı. Cumhuriyetin yeniden kuruluşuna dair en dikkat çekici özelliklerden biri, onun yinelemeli (resürsif) niteliğiydi: 1945 tarihli bağımsızlık bildirgesinin 1. maddesi, bunun bir “kuruluş” değil, I. Dünya Savaşı sonrasında mağlup Avusturya tarafından hazırlanmış olan 1920 Anayasası’nın “ruhuna uygun” bir “yeniden kuruluş” olduğunu açıkça beyan ediyordu.
Geleceğe giden yolu çizebilmek için insanlar geçmişe baktılar. Ve bugün, bu yeniden kuruluş eyleminden bu yana geçen 80 yıla geriye dönüp baktığımızda, bu sürecin ilk bakışta iki oldukça farklı yarıya ayrıldığı görülüyor. İlk dönem, İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden 1989-90’a kadar sürdü ve en azından Avrupa açısından, kalıcı bir barışla karakterize edildi; bu, 1814-15 Viyana Kongresi sonrasında yaşanan on yıllarca süren jeopolitik istikrara benzetilebilir. 1914 ile 1945 arasındaki kronik istikrarsızlık ve kutuplaşma dönemine kıyasla daha keskin bir zıtlık hayal etmek neredeyse imkânsızdır. Batı, Amerika Birleşik Devletleri’nin desteğiyle kamusal huzurun ve ekonomik büyümenin hâkim olduğu bir döneme girdi. Sokak çatışmaları, darbeler ve otoriter deneyimlerin dönemi sona ermişti.
O dönemde dünyada elbette pek çok şiddet ve çatışma vardı; fakat bu çalkantılar, şaşırtıcı biçimde basit bir yapının içinde tutuluyordu: iki nükleer süper güç arasındaki karşılıklı dengeyle desteklenen Soğuk Savaş’ın iki kutuplu istikrarı. Olaylar her zaman olduğu gibi o zaman da öngörülemezdi: 1956’daki Süveyş Krizi’nde nelerin bu kadar feci şekilde ters gittiğini açıklaması istendiğinde, İngiltere Başbakanı Harold Macmillan’ın söylediği meşhur sözü hatırlayın: “Olaylar, sevgili çocuğum, olaylar.” Ancak dış çerçeve sabitti.
Tüm bunlar, Soğuk Savaş sona erdiğinde ve onun yerini başka bir şey aldığında değişmeye başladı. Bu “başka şey”in ne olduğu hâlâ tartışma konusu. Hâlâ çözmeye çalışıyoruz.
Bugün içinde bulunduğumuz dönem çok güzel bir başlangıç yaptı, bunu unutmamalıyız. 1989-90 yıllarında Doğu Bloku’nun dağılması, Avrupa’nın jeopolitik yapısında köklü bir dönüşüm yarattı. Yeni bir Alman devleti ortaya çıktı. (1990 Almanyası, eski Almanya’nın yeniden birleşmiş hali değil; tamamen yeni sınırlara sahip yepyeni bir devletti.) Ve tüm bunlar savaş olmadan gerçekleşti. Bu olağanüstü bir durumdur. 1648’deki Vestfalya Barışı; 1871’de birleşik bir Alman İmparatorluğu’nun ortaya çıkışı; 1918 sonrası Versailles, Saint-Germain-en-Laye, Trianon ve Sèvres antlaşmalarıyla Orta Avrupa’nın yeniden düzenlenmesi; ve 1945 sonrası Avrupa’nın bölünmesi—bu dönüşümlerin hepsi savaşlar sonucunda gerçekleşti ve milyonlarca insanın hayatına mal oldu. Hepsini topladığınızda, bu jeopolitik yeniden düzenleme sürecinde 68 milyon insanın yaşamının sona erdiğini görürsünüz.
1989-90’daki durum farklıydı. 40 yıllık bir Doğu Avrupa güvenlik sistemi ortadan kaldırılmış, kapitalizm ile komünizm arasındaki silahlı karşılaşma sona erdirilmiş, yeni bir Alman devleti kurulmuş ve kıta üzerindeki güç dengesi sorgulanır hale gelmişti—hem de tüm bunlar savaşsız gerçekleşmişti. Avrupa derin bir nefes aldı ve elde edilen başarılara belirli bir gururla bakılabilirdi; nitekim bakıldı da.
Bugünkü dünyayı yaratan ise bundan sonra gelenlerdi: Sovyetler Birliği’nin kendi kendini yıkması, Rusya’nın ekonomik ve toplumsal çöküşü, Yugoslavya Savaşları, iki Çeçen Savaşı, 11 Eylül saldırıları, Afganistan Savaşı, Irak Savaşı ve onun uzun süreli artçı etkileri, Gürcistan krizi, küresel finans krizi, Ukrayna krizi, Yunanistan’ın mali krizi ve Avrupa’daki göçmen krizi. Tiananmen Meydanı katliamının ardından Washington ve başka yerlerde birçok kişinin umutla öngördüğünün aksine, Çin çökmedi ya da parçalanmadı; bunun yerine nefes kesici bir büyüme dönemine girdi. Londra Ekonomi Okulu’ndan tarihçi Kristina Spohr’un da belirttiği gibi, Çin hükümetinin 1989’da yeni filizlenen bir demokrasi hareketini kararlılıkla bastırması, o yılın ilerleyen döneminde Berlin Duvarı’nın yıkılması kadar bugünkü durumumuzu şekillendirmede belirleyici oldu. Günümüz dünyası, 1989’da Pekin ve Berlin’de neredeyse eşzamanlı yaşanan dönüşümlerin ikili izlerini taşımaktadır. Çin Komünist Partisi bir yandan tek parti sistemine sıkı sıkıya bağlı kalırken, öte yandan ülkeyi dünya ekonomisine şartlı biçimde entegre etme sürecini sürdürdü. Bunların hiçbiri önceden öngörülememişti.
Siyaset bilimci George Friedman, 1989’dan bu yana iki dönemi birbirinden ayırmamız gerektiğini ifade etmiştir. İlki, “Soğuk Savaş sonrası” dönemi olarak adlandırılabilir. Bu dönem 1990’dan 2004 ile 2007 arasındaki yıllara kadar uzanır. Bu savaş sonrası çağ, başlangıçta ABD’nin gücüne yönelik yoğun bir odaklanmayla karakterize edildi. Dünya adeta Washington’un etrafında dönüyordu. “Yeni Amerikan Yüzyılı” ifadesi moda olmuştu ve Amerikan askeri liderleri “tam kapsamlı hâkimiyet”ten söz ediyorlardı.
1992 yılında yazılan bir ABD Ordusu çalışma belgesinde, Çöl Fırtınası Harekâtı’nın insanlık tarihindeki askerî başarının zirvesini temsil ettiği ileri sürülüyordu. Belge, üç büyük savaşı—1805’teki Napolyon’un Ulm Muharebesi, 1940’ta Almanya’nın Fransa’ya saldırısı ve 1991’deki Çöl Fırtınası Harekâtı—taslak halinde özetleyerek giderek artan bir ustalık anlatısı inşa ediyordu. Kendisi de Çöl Fırtınası’nda komuta kademesinde görev almış olan yazar, bu savaşların incelenmesinin, savaşın dramatik biçimde hızlanmasını ve onun operasyonel, taktiksel ve stratejik unsurlarının dönüştürücü sentezini ortaya koyduğunu savunuyordu. Gerçek bütünleşme yalnızca Çöl Fırtınası’nda gerçekleşmişti; çünkü bu harekâtta, savaş alanının tüm bölgeleri eşzamanlı ve eşit yoğunlukta gözetlenip saldırıya uğrayan, düşmana küresel ölçekte, üç boyutlu ve yok edici bir darbe indirilmesini mümkün kılan derin vuruş sistemleri devreye sokulmuştu.
Bu tür çalışmaların en dikkat çekici yanı, kendi dönemlerine duydukları sınırsız coşku ve zafer sarhoşluğundan beslenen sevinçti. Uzun bir tarihsel evrimin doruk noktasına ulaşıldığına dair bir hissiyat hakimdi. Kişi, modernitenin yüksek zirvesinde duruyordu. Hatta belki de tarihin kendisi, Amerikan Yüzyılı’nın şafağında bir tür tamamlanma noktasına ulaşmış gibiydi. 1989’da yayınlanan etkili ama sıkça yanlış anlaşılan bir makalesinde siyaset bilimci Francis Fukuyama, “tarihin sonu”ndan söz etmişti. Tarihin lokomotifi, onun ifadesiyle, son durağına varmıştı.
İşte bu, Soğuk Savaş sonrası dönemdi. Ancak bu dönem uzun sürmedi. Irak Savaşı’nın ilk başarılarını izleyen felaketler, Amerika Birleşik Devletleri’nin “tam kapsamlı hâkimiyetini” kalıcı siyasal başarılara dönüştürme kapasitesi hakkında ciddi soru işaretleri yarattı. Vladimir Putin’in Rusya’daki rejimi, Mihail Gorbaçov ve Boris Yeltsin’in politikalarını reddetti ve ABD, NATO ve Avrupa Birliği’ne karşı direnç göstermeye başladı. Tiananmen sonrası dönemde Çin liderliği ise yeni bir amaç duygusu edindi ve miras aldığı jeopolitik düzene meydan okumaya koyuldu. Güney Çin Denizi’ndeki adalar üzerindeki tartışmalı hak iddialarına, Çin’i küresel ölçekte baskın bir güç haline getirmeyi hedefleyen bir dizi girişim de eklendi. Ve Batı yatırımlarının giderek daha büyük bir kısmını kendine çeken Çin ekonomisinin artan gücü ve merkezi konumu, bize 1945 sonrası kapitalizm ile demokrasi arasında kurulan ittifakın aslında özsel bir bağdan ziyade, bir çıkar evliliği olduğunu hatırlatıyor.
Tüm bu değişikliklerin ortasında, Soğuk Savaş sonrası dönem sona erdi. Peki, onun yerini ne aldı? New York Times köşe yazarı Thomas Friedman, kulağa pek hoş gelmeyen bir terimle “Soğuk Savaş sonrası sonrası” ifadesini önerdi. Çin ise bu konuda çok daha tereddütsüz davrandı. Çin’in mevcut çağa resmî olarak verdiği ad, “stratejik fırsat dönemi”dir. Ancak isimlerin bir önemi yok. Çağdaş dönemi asıl tanımlayan şey, gerçek bir çok kutupluluğun ortaya çıkışıdır.
Bu çok kutupluluğun birçok boyutu vardır. Amerika Birleşik Devletleri’nin uluslararası taahhütlerinin büyük kısmından çekilmesi bunlardan biridir. Trump yönetimi, geleneksel müttefiklerinin çoğunu kendinden uzaklaştırdı. Başkan Donald Trump, dünyadaki en dost canlısı halklardan biri olan Kanadalılarla bile ilişkileri bozmayı başardı. NATO’ya olan Amerikan bağlılığının derinliği konusunda şüphe tohumları ekti. Devletlerarası ilişkilerde tamamen çıkarlara dayalı bir yaklaşımı ve askerî ve ekonomik güce yaslanan bir dünya düzenini savunuyor. Dost ülkeler arasında varsayılan ortak değerler topluluğunun burada hiçbir rolü yok. Trump için, tıpkı 19. yüzyıl ortasında Alman lider Otto von Bismarck için olduğu gibi, kırgın parlamenterlerin konuşmaları ve protestoları yalnızca önemsiz bir arka plan gürültüsüdür.
Yeni bölgesel güçler ortaya çıktı; her biri, kendi çıkar alanlarında hâkimiyet kurma konusunda kararlı. 20. yüzyılın küresel blokları çözülürken, 19. yüzyılın daha hareketli ve öngörülemez dünyasına geri dönüşe tanıklık ediyoruz. Son yıllarda, örneğin, 19. yüzyıl Avrupalı devlet adamlarının nesiller boyu meşgul olduğu “Doğu Sorunu” yeniden sahneye çıktı: Yunanistan ile Türkiye arasındaki artan jeopolitik gerilim, Libya’nın geleceği konusunda Mısır, Türkiye ve diğer aktörler arasındaki nüfuz mücadelesi, Karadeniz limanlarından tahıl ihracatı üzerine yaşanan çatışmalar ve Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bilinçli biçimde kullandığı neo-Osmanlı söylem ve jestler bu dönüşümün güncel tezahürleri arasında.
Ve Rusya’nın 2014’te Kırım’ı ve Ukrayna’nın doğu bölgelerini ilhak etmesi ile 2022’de gerçekleştirdiği tam kapsamlı işgalle, henüz bir çözümün görünmediği uluslararası bir kriz yaratıldı. Ancak bu işgal, her ne kadar vahşi olsa da, Batı’ya ve özellikle Avrupa’ya karşı yürütülen daha geniş çaplı bir savaşın yalnızca en görünür tezahürüdür.
Avrupa’daki Rus hibrit saldırılarının sayısı, işgalin ardından dört katına çıktı ve 2023 ile 2024 arasında neredeyse üç kat daha arttı. Yasadışı hava ihlalleri ve denizaltı sızmaları çoğaldı. Kremlin, yerel ajanlar ya da Rusya’nın gölge filosuna ait gemiler aracılığıyla sabotaj ve yıkım operasyonları planlayarak ulaştırma hedeflerine, altyapıya, sanayi tesislerine ve siyasi açıdan önemli kişilere ait mülklere yönelik saldırılar düzenledi. Bu önlemler, hedef ülkelerde Rus yanlısı unsurları desteklemek ve kargaşa, kaygı ve gerginlik yaratmak amacıyla yürütülen kampanyalarla da desteklendi. Nisan ayında Al Arabiya English‘e verdiği röportajda, Putin’in kıdemli danışmanlarından ve yakın çevresinden biri olan Sergey Karaganov’un ifade ettiği gibi, mevcut çatışmanın nihai hedefi “Avrupa’nın ahlaki omurgasını” kırmaktır.
Karaganov, geçtiğimiz Haziran ayında şöyle demişti: “Biz Ukrayna ile ya da bahtsız ve sersemletilmiş Ukraynalılarla savaşmıyoruz. Biz Batı ile savaşıyoruz.” Eğer Putin’in Ukrayna’ya yönelik saldırısı başarılı olursa, daha fazla Rus provokasyonu ve saldırısının arkasının geleceğinden emin olabiliriz.
Bu saldırganlığın altında yatan şey, kaynaklar için bir rekabetten ya da Rusya ile düşmanları arasındaki güç farkını yeniden dengeleme arzusundan çok daha derindir. Amaç, İkinci Dünya Savaşı sonrasında inşa edilen uluslararası düzeni kökünden ortadan kaldırmaktır. Bu nedenle, NATO’nun doğuya doğru genişlemeyeceğine dair verdiği sözleri tutmadığı ve Batı’nın Rusya ile yürüttüğü tüm ilişkilerin yalanlar ve bozulmuş vaatlerden ibaret olduğu yönündeki yanlış iddialar önem kazanıyor. Rusya’nın mağduriyetine dair bu anlatılar iç kamuoyunda etkili olsa da, uluslararası siyasete yansıtıldığında Soğuk Savaş sonrası düzeni oluşturan tüm antlaşma ve uzlaşmaları sorguya açmaktadır.
Yalnızca kendi başına ele alındığında bile, Putin rejimi Batı Avrupa’nın iç düzeni ve dış güvenliği için ciddi bir tehdit teşkil etmektedir. Ancak Putin ile Trump arasındaki derinleşen sinerji, bundan da daha endişe vericidir. “Batı”dan kastımız liberal-demokratik devletlerden oluşan bir topluluksa, o zaman Trump’ın Avrupa Birliği’ne yönelik düşmanlığı, NATO’ya karşı mesafeli tutumu ve Amerika’nın güvenliğini ve çıkarlarını benzer görüşteki devletlerle dayanışma içinde yürütme fikrine karşı isteksizliği, Putin’in yarattığı tehdidi büyük ölçüde pekiştirmektedir.
Trump’ın neoliberalizmin çöküşünü ve küreselleşmeye karşı bir tepkiyi temsil ettiği sıkça dile getirilir. Ancak Trump ile neoliberalizm arasındaki ilişkiyi, Stalinizm ile Leninizm arasındaki ilişkiye benzetmek çok daha anlamlı olacaktır. Vladimir Lenin’in dünya devrimi ideali, Joseph Stalin’in “tek ülkede sosyalizm” doktrinine nasıl yol açtıysa, neoliberalizmin ulusötesi ve kozmopolit vizyonları da, aynı ilkeleri (örneğin deregülasyon ve örgütlü iş gücünün zayıflatılması gibi) tek bir kıtasal ya da ulusal düzlemde uygulayan bir siyaset biçimine evrilmiştir.
Yeni rejim tam anlamıyla bir izolasyonculuk sergilememektedir; zira giderek daha fazla, dünya çapındaki oligarşik sistemler ağına dahil olmaktadır. Anne Applebaum, çok satan Autocracy, Inc. (Otokrasi A.Ş.) adlı çalışmasında, ideolojik rengi ne olursa olsun otoriter rejimleri birbirine bağlayan sermaye transferlerini, karşılıklı çıkar ilişkilerini ve hükümet ile şüpheli iş dünyası arasındaki karanlık bağları gözler önüne seriyor. Trump da, ulusötesi ve küresel bir yolsuzluk ağının içine sıkı sıkıya dolanmış durumdadır.
1991 yılında, Fransız sosyolog Bruno Latour, “Hiç Modern Olmadık” başlıklı dikkat çekici bir deneme yayımladı. Latour, “mucizevi 1989 yılı” olarak adlandırdığı, özellikle de Berlin Duvarı’nın yıkılmasının hemen sonrasındaki dönemde kaleme aldığı bu yazıda, bizim “modern” olduğumuz ya da bir zamanlar modern olmuş olabileceğimiz düşüncesini bütünüyle terk etmemizi öneriyordu. Bununla birlikte, 19. yüzyıldan bu yana Batılı seçkinlerin yönünü tayin eden rasyonelleşme, hızlanma ve kontrol gibi ilerlemeci hayallerin tümünü de geride bırakmayı teklif ediyordu. Latour, “asla tam anlamıyla terk etmeden içine girdiğimiz bu modern olmayan dünyada” zaman içindeki yerimizi hayal etmek ve kolektif girişimlerimizi meşrulaştırmak için yeni (ya da belki de eski) yollar bulmamız gerektiğini ileri sürüyordu.
Latour’a katılıp katılmamak bir yana, onun düşünceleri, günümüzde yaygın biçimde hissedilen bir duygunun yansımasıydı: Bugün, geleceğe dönük modern tahayyülden uzaklaşarak, geçmişteki insan projelerinin çöküşüyle terbiye edilmiş ve sözde büyüklerin seslerine daha fazla kulak veren, daha yinelemeli bir şeye doğru geçiyoruz. Bu makaleyi ilk okuduğumda kuşkuluydum. Ancak yıllar geçtikçe, zihnim sürekli olarak bu yazıya geri döndü. Çünkü gerçekten de bir zamanlar “modernite” dediğimiz şeyin sonuna gelmiş gibiyiz.
Geride bıraktığımız şey, endüstrileşmenin dramatik biçimde hızlandığı ve ekonomist Walt Rostow’un deyimiyle “kalkış” evresine geçilerek sürdürülebilir demografik ve ekonomik büyümenin yaşandığı dönemdir; refah devletlerinin ve maddi doygunluğun (en azından Batı’da) hüküm sürdüğü dönem; büyük bölgesel gazetelerin ve ulusal radyo-televizyon ağlarının ortaya çıktığı çağ; ve kolektif kimlikler için birer dayanak işlevi görebilecek kadar güçlü ve köklü siyasal partilerin dönemi. Bu “modern çağ” yalnızca kurumsal bir yapıdan ibaret değildi; aynı zamanda kendi mitolojisini de yarattı—kendimize anlatabileceğimiz bir hikâye, zamanda yerimizi belirlememizi sağlayan, nereden geldiğimizi ve nereye yöneldiğimizi anlamamıza imkân tanıyan bir anlatıydı bu.
1960’larda moda haline gelen modernleşme teorisine göre, hepimiz bir değişim süreci içerisindeydik. Modernleşme teorisyenleri bugünü bir dizi vektör demeti olarak hayal ediyordu. Modern olmak, giderek daha demokratik hale gelmek, daha eşit fırsatlar yaratmak demekti. Bu, modern öncesi dönemin dallanmış akrabalık ağları karşısında çekirdek ailenin zaferi; dinin gerilemesi; bürokratikleşme; hukukun insan etkinliğinin tüm alanlarına derinlemesine nüfuz etmesi; ve anayasal devletin, eski rejimin kişisel iktidar ilişkilerinden bir kurtuluş biçimi olarak ortaya çıkması anlamına geliyordu. Ve bu, aynı zamanda “medyalaşma” demekti: Eski Avrupa dünyasında, teoriye göre, insanlar bilgiyi arkadaşlarından, tanıdıklarından ya da yabancılardan ama her zaman bireylerden, ağızdan ağıza alırlardı. Oysa modern zamanlarda bilgi giderek daha fazla etkili medya kanalları aracılığıyla yayılmaya başladı—dedikoducuların yerini eğitimli gazeteciler aldı.
Bu modernite gözlerimizin önünde çözülüyor. Ulusal radyo, televizyon ve gazete izleyicisi; kimlikler için bir dayanak ve referans sistemi olarak işlev gören siyasal parti; varoluşumuzun bir aksiyomu olarak kabul edilen büyüme fikri—tüm bunlar yakında ortadan kalkacak. Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki modern siyasal sistem bir geçiş hâlinde. Muhteşem geleneklere sahip eski ve saygın partiler—örneğin Britanya Muhafazakâr Partisi ile Amerika’daki Cumhuriyetçi Parti—çatışma içindeki fraksiyonlara ayrılarak inisiyatifi popülist dış aktörlere kaptırdı. Zayıf ve biçimsiz bir merkez, hem sol hem sağ tarafından savunmaya itiliyor ve çoğu zaman hangi fikir ve taleplerin sağa, hangilerinin sola ait olduğu bile belirsizleşmiş durumda.
Ayrıntılar ülkeden ülkeye, siyasal ve toplumsal ortama göre değişiklik gösterse de, modern çağda Batı’nın siyasal ana akımındaki çoğu insan için makul görünen temel bir anlatı vardı; filozof Jean-François Lyotard’ın ifadesiyle, bir “büyük anlatı”. Bu anlatı, ekonomik büyümeyle bağlantılı artan refah, teknolojik ve bilimsel ilerleme, insan haklarının evrenselliği ve belirli bir liberal-demokratik toplum modelinin vazgeçilmez üstünlükleri üzerine kuruluydu.
Bu gelişim anlatısı—dünya tarihinin bir tür bildungsroman (bireyin olgunlaşma romanı) olarak kurgulanması—artık bize eskisi gibi bir teselli sunmuyor. Modern biçimiyle ekonomik büyüme, ekolojik açıdan felaket niteliğinde sonuçlar doğurdu. Kapitalizm cazibesinin büyük kısmını yitirdi; bugün, (ekonomist Thomas Piketty ve diğer eleştirmenleri takip edersek) toplumsal uyum için bir tehdit olarak bile görülüyor. Ve bir de her şeyin üzerinde kara bir fırtına bulutu gibi dolaşan iklim krizi var: Geleceğin doğasını sorgulatmakla kalmayan, aynı zamanda hiç bir geleceğin olmayabileceği ihtimalini de akla getiren bir tehdit. Çağdaş siyasetin çok katmanlı doğası—net bir yön duygusundan yoksun, çalkantı ve değişimle dolu bir şimdi—muazzam bir belirsizlik yaratıyor. Bu durum, neden günümüzün kargaşaları karşısında bu kadar kolay sarsıldığımızı ve neden yolumuzu çizmeyi bu kadar zor bulduğumuzu açıklamaya yardımcı oluyor.
Son yirmi yılda yaşanan krizler bu belirsizliği daha da derinleştirdi. Küresel finans krizi, finansal kurumlara ve onları denetlemekle görevli devlet organlarına duyulan güveni sarstı. COVID-19 pandemisinden bu yana, bilimsel uzmanlığa ve dolayısıyla otorite figürlerine ve onların temsilcilerine olan güvenin çöküşüne tanıklık ettik. Bununla birlikte, geleneksel medyaya karşı duyulan şüphecilikte de keskin bir artış yaşandı. Hatta modernleşme teorisinin öne sürdüğü medyalaşma sürecinin tersine döndüğünden bile söz edilebilir; öyle ki, internetin dedikodu tüccarları yeniden iletişim ve bilgi alanında inisiyatifi ele geçirdi, uzmanlar ve profesyonel gazeteciler ise kitlelere ulaşmakta zorlanır hale geldi. Ortaya çıkan bilgi ve görüş parçalanması, kısmen yeni sosyal medyanın doğasından ve onu kullanma biçimimizden kaynaklansa da, aynı zamanda bu ağların kasıtlı olarak manipüle edilmesi ve kutuplaştırılmasıyla da besleniyor.
Artık, zamanımızın krizinin yalnızca gözlerimizin önünde değil, aynı zamanda zihnimizin içinde de yaşandığını söyleyebileceğimiz bir noktaya geldik. Bizi bir slogandan diğerine, bir kamptan ötekine, bir öfke dalgasından sonrakine sürüklemek isteyen o vahşi demagogların—ya da tarihçi Jacob Burckhardt’ın deyimiyle terribles simplificateurs‘ün—savaş çığlıkları ve sloganları, internet siteleri ve haber akışlarında yankılanıyor. Sakin düşünmek hiç bu kadar zor olmamıştı. Ancak tam da böylesi sakin, pragmatik ve açık uçlu bir düşünceye bugün her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.
Cumhuriyet olarak yeniden kuruluşunun üzerinden seksen yıl geçmesine rağmen, Avusturya anayasasında hâlâ “sürekli tarafsızlık” ilkesine bağlı kalmayı taahhüt ediyor. Rusya’nın Ukrayna’daki savaşı nedeniyle oluşan baskı altında bu taahhüdü nasıl sürdüreceği ise henüz belli değil. Bu, bir bakıma Avusturya’ya özgü bir sorun: 1955 yılında tam egemenliğini yeniden kazanmak adına verdiği tavizler ve Sovyet birliklerinin çekilmesiyle ilgili koşullar. Ancak tarafsızlık geleneği yalnızca Avusturya’ya özgü değil; tarafsızlık, hukuki ya da anayasal bir statüden öte, bir zihniyet biçimi de olabilir.
Soğuk Savaş döneminde Batı Almanya’nın Batı ile net bir ittifak içinde olmasına rağmen, çok kutuplu bir dünyanın jeopolitik zorluklarına uyum sağlamakta Almanların ne kadar zorlandığını gördük. Ve Avrupa Birliği—bir ordusu olmayan, dış politika kapasitesi oldukça sınırlı, nazik bir dev—Trump’ın ABD’nin güvenlik şemsiyesini çekme tehdidine yanıt vermekte hâlâ zorlanıyor. Geçmişte, Avrupa’nın güvenliği meselesini nükleer süper güçlere bırakmak işe yarıyordu; Amerikalılar ve Ruslar tarafından da bu edilgen tutum desteklenmişti. Ancak eski bağımlılık kalıplarını terk etmek kolay değil—ve karar alıcılar üzerindeki baskı artık hızla artıyor.
1631 yılında, Otuz Yıl Savaşları’nın ortasında, İsveç Kralı II. Gustav Adolf büyük bir orduyla Berlin’e vardığında, Brandenburg Elektörü’ne niyetini sordu. Elektör, tarafsız kalmayı planladığını söyledi. Ancak kral kararlıydı: “Tarafsızlık hakkında hiçbir şey bilmek ya da duymak istemiyorum. … Bu, Tanrı ile şeytan arasındaki bir savaş.” Gerçek dünyada—yani bizim yaşadığımız dünyada—Tanrı ile şeytan arasında savaşlar yoktur ve seçenekler her zaman iktidardakilerin kabul ettiğinden daha fazladır.
Tarihin bize yönelttiği çetin sorulara verilen en akıllıca yanıtlar hiçbir zaman mutlak olmamıştır. Ancak bugün, çoğulcu, anayasal demokrasi ile sözde “liberal olmayan demokrasi”den açık şiddete ve keyfi yönetime kadar uzanan bir dizi otoriter alternatif arasında bir tercihle karşı karşıya olduğumuza dair işaretler giderek artıyor. Bu varoluşsal meselede, tarafsızlık artık bir seçenek değildir.
Kaynak: https://foreignpolicy.com/2025/06/30/modernity-globalization-politics-history/