Küreselleşme ve Yerellik Arasında Bir Savaşın Anatomisi

İran ile İsrail arasında onları da aşan küreselleşme ile yerelliği sembolik olarak temsil eden bir gerilimi de görmek gerekiyor. Bu aynı zamanda batıya giden göçmenlerin yaşadığı gerilimle aynı kökten besleniyor. Küreselleşme ile yerellik arasındaki gerilim tıpkı üstteki diğer maddeler gibi bu yazıyı aşan hacimli tartışmaların konusu lakin Ortadoğu halklarının yaşadığı gerilimin nedenleri arasında kanaatimizce çokça tartışılmalıdır. Çünkü devletler ile halklar arasında kopan ilişki ve çatışmaya dönüşen gerilim başka bir siyasal düşünme çabasını bize icbar ediyor.
Temmuz 2, 2025
image_print

İsrail ile İran arasında yaşanan savaş her ne kadar kısa süreli görülse de Ortadoğu’ya dair tüm gerilim anlatıları ve savaş senaryolarının içinde bu iki ülke aktif olarak yer almıştır. Savaşın kısa sürmesi etkisinin de kısa olduğu anlamına gelmez elbette. İsrail ile İran’ın adının geçmediği Ortadoğu’yu ele alan savaş senaryolarında dahi bu 2 ülkenin etki alanında kalan veya gizli yahut açık desteklediği yapılanmalar mutlaka anılır. Hatta daha ileri gidersek tüm İslam dünyasından hassas bir nokta olan Filistin meselesinde de son 30 yılda Hamas veya Hizbullah üzerinden İran-İsrail gerilimi ortaya konulur. Bu durumu her iki ülkenin tarihsel/kültürel yapısı ve daha ötesinde temsil ettikleri dünya görüşü/yaşam tarzı üzerinden okumak mümkün. Fakat bu da bazı noktaları eksik bırakacaktır. Zira Ortadoğu siyasi, dini ve etnik çeşitlilik açısından dünyanın kadim kültürel merkezi olma iddiasını hala kısmen elinde barındırıyor. Haliyle çatışma olasılıklarını hep elde tutan ‘ikilikler’ yaratma potansiyeline hep içkindir. İran- İsrail gerilimini günlük aktüel meseleler ve politik okumaları domine eden komplo teorileri çerçevesinden çıkarıp tarihsel, sosyo-politik ve kültürel veriler üzerinden analiz etmeye çalışmak daha somut veriler önümüze koyacaktır.

İslamcılık, İran ve İsrail  

İslamcılık 1800’lerden itibaren Avrupa ile yarışta geri kaldığı için sömürülen coğrafyanın bir parçası haline gelen İslam Dünyasının entelektüel kanadının çözüm odaklı tartışmalarını kapsayan şemsiye bir kavram olarak tanımlanabilir. Cemaleddin Efgani, Tunuslu Hayrettin Paşa, Muhammed Abduh, İkbal, Mehmet Akif, Reşid Rıza, Mustafa Sabri, Hasan el-Benna gibi ilk dönem sayılabilecek isimler onların takipçileri ve oluşan ekoller farklı çözüm önerileri sunsalar dahi İslam dünyasının kurtuluşu ve yeniden ayağa kalkışı odağı genel çerçeveyi oluşturuyordu. Ama Efgani ve Abduh’un temel ayrım noktası olarak ifade edilen: “Tabandan iktidara mı yoksa tepeden toplumu dönüştürme mi?” tartışması siyasi mekanizma teorilerinin ve toplumsal çalışmaların ana odağını oluşturuyordu. Bugün binlerce kitap ve akademik çalışmaya konu olan tüm bu sürecin başta Müslümanların yaşadığı ülkeler olmak üzere her ülkede hem siyasi hem toplumsal etkisi sonraki yıllarda ortaya çıktı. Son 100 yılın Müslüman entelektüellerin düşünce dünyasında İslamcılık bir politik tavır alma ve kültüre dair tartışmaların odağında yer aldı almaya devam ediyor. Öte yandan Ortadoğu’da örgütlenen silahlı selefi grupların tüm dünyada yaptığı eylemlerin fikri alt yapısı da kısmen İslamcılık tartışmalarının süreç içerisindeki değişim/dönüşümünden etkilendiğini söylemek hatalı olmayacaktır.

1979 İran devrimi İslamcı ekollerin İslam dünyasında iktidar odaklı söylemlerinin somut bir sonucu olarak görülmelidir. Nitekim “seküler, emperyalist batı” karşıtlığı ekonomik olarak alt sınıfların yoğun olarak yaşadığı “doğu” kentlerinin temel mottosu olarak İslamcı aydınların tartışmaları ile üretilmiştir. Bu siyasi tartışmaların bugün yoğun yaşanan mezhepsel ayrışmaları da ihmal ederek daha kuşatıcı siyasi bir mekanizma kurma çabası içinde olduğunu görüyoruz. İran devrimine Ali Şeriati ile Seyyid Kutub benzeri düzeyde katkı yapmıştır denilebilir. Sekülerlik ile sömürgecilik arasında kurulan paralellik “İran İslam Cumhuriyeti”ni yıllar içerisinde kendi içine kapanan yozlaştırıcı bir döngüye hapsetti. Elbette bu 2 olgunun ortaya çıkışı ve siyasal süreçlere etkisi benzer tarihi süreçlere tekabül etse de İslamcılık açısından daha ziyade bir tehdit olarak okundu ve ona refleks gösterildi. İran İslam tarihindeki stratejik Şii-Sünni gerilimi de dikkate alındığında genelde Müslüman dünyanın öteki olma rolünü üstlenmişti. Fakat İslamcılık ilk defa ona bir rol model olma şansı sundu ve sonraki süreçte yayılmacılığını bunun üzerine oturtmaya çalıştı. Özellikle İsrail’in kuruluşu ve bölgede batı merkezli siyasal propagandanın merkezi rolünü üstlenmesi İran ile İsrail arasında sembolik gerilimin alanını genişletip formunu büyüttü. Türkiye’de İslamcı tarihsel arka plandan beslenen muhafazakâr bir iktidar gelene kadar İsrail’in bölgesel yayılmacılığı Filistin meselesi başta olmak üzere hep İran karşıtı refleks ile hareket etti denilebilir. İslamcılığın ABD, İsrail ve Avrupa karşıtlığı hala çoğu Müslümanın dünyasında merkezi bir yer işgal ediyor. Haliyle İsrail’in doğal düşmanı olma konusunda İslamcı söylem siyasi ve toplumsal arka plana sahip. Bu durum İran ile İsrail arasında ki çatışmanın temel noktalarından biri olarak önümüzde duruyor.

Bir Mirasın Devri: Hilafet İddiaları

İslam dünyasında halifelik unvanına sahip olma iddiası aynı zamanda merkezilik kurma çabasının da odağında yer alır. Halifeye sahip ülke İslam dünyasının sancağını elinde tutma anlamında sembolik bir güce kavuşacaktır. Bu durum bazı temel liderlik iddialarını tarihsel ve teolojik verilerle bezeyen söylemler üretti denilebilir. Suudi Arabistan İslam tarihindeki en önemli tartışma meselelerinden olan ‘hilafetin Kureyşliliği’[1] konusunu merkeze alarak bu konuda teolojik bir arka olan inşa etmeye çalışmakta. Öte yandan Mekke ve Medine (Kabe ve Mescid-i Nebevi) gibi İslam düşünce dünyasının kritik mekanlarına ev sahipliği yapmak da bu iddia için temel referans noktaları olarak önümüze çıkıyor. Suud yönetimi uzun yıllardır BAE ile Arap dünyasının liderliği konusunda bir gerilim yaşamakta. Selman’ın gelişi ile hem İran’la kurulan şaşırtıcı diyalog hem de Çin ile görüşmeler Suudi Arabistan’ı bir adım öteye taşıyor gibi görünmekte. Suud aynı zamanda son 50 yıldır İslam dünyasında etkin olan selefiliğin yayılmasına sponsorluk yapıyor. Selefi düşünce Suud sünniliğinin yayılma alanını genişletiyor denilebilir. Fakat ABD ile kurulan ve Arabistan’ı edilgen kılan ilişki biçimi bu iddiaların büyük oranda zayıflamasına neden oluyor denilebilir.

Suud’dan sonra ikinci büyük iddia Mısır olarak söylenebilir. Nil nehrinden de kaynaklı kadim bir yaşam alanı ve devlet geleneğine sahip Mısır uzun yıllar hilafete de ev sahipliği yaptı. Öte yandan yukarıda bahsedilen İslamcılık tartışmalarının en önemli ev sahibi ülke olması Mısır’ı stratejik bir konuma oturtuyor. Fakat 1967 hezimeti ve daha sonra gelen siyasal iktidarlar Mısır’ın tümden bu iddiayı kaybetmesine neden oldu denilebilir. Enver Sedat, Hüsnü Mübarek ve Sisi hem İhvan’a karşı tahammülsüz politik tavırları hem de Filistin meselesindeki İsrail yanlısı politikaları nedeniyle Mısır’ı İslam dünyasında etkisiz hale getirdi.

Üçüncü iddia Osmanlı bakiyesi olma iddiasını katı modernleşme politikalarına rağmen muhafazakarlık üzerinden devam ettirme çabasında olan Türkiye. Son 20 yıllık iktidarın önceki 80 yıllık batıcı cumhuriyet politikalarına rağmen İslam dünyası ile kurmaya çalıştığı ilişki yeni bir durum olarak önümüzde duruyor. Osmanlı halifesinin başkenti olan İstanbul’un sembolik anlamı bu iddiayı güçlendirse de mekânın tarihsel ruhundan koparılan kent ve ekonomi politikaları söylemin çerçevesini zayıflatmakta. “Türk tipi dindarlık” ve sosyal örgütlenme biçimi uzun yıllar İslam dünyasının askeri sancağı olma potansiyeli üretmişti. Öte yandan İslamcılık tartışmasının entelektüel alanına katkı sunma noktasında da verimli bir sahaya sahip olduğu söylenebilir.

Dördüncü iddia ise Şii dünyanın kalbi olan İran. İran’ın Şii yayılmacılığı son yıllarda Orta Asya’dan Afrika’ya geniş bir spektrumda ilerlemekte. Bu durum siyasi olarak elini güçlendirse de ekonomik yaptırımlar ve rejimin baskıcı politikaları öte yandan Suriye’de yapılan yanlışlar İran’ın 1979 sonrası elde ettiği karizmayı büyük oranda yok etti. Ama yine de İsrail Ortadoğu’da hayatta almak için bu 4 iddianın elde kalan son ikisi olan İran ve Türkiye ile hesaplaşmak zorunda diyebiliriz.

Küreselleşme ve Yerellik    

Modernlikten Postmodernliğe geçiş dünyada siyasal iddiaları da paradigmal olarak bir krize soktu denilebilir. Gelişen teknik imkanlar ve ulus sınırlarının dijital esnekleşmesi karşısında her ne kadar küreselleşme güçlendi gibi görülse de yerel kültürlerin kendi tarihselliklerini keşfetmesi yeni bir toplumsallaşmayı tetikliyor. Dirlik’e göre sermayeye karşı bir direniş alanı ve gelecek için alternatif olasılıklar hayal etme mevkii olarak yerele bir ilgi oluşmaya başladı.[2] Yerelin somut ilişkileri eksenin oluşan bu ilgi sermaye ekseninde dizayn edilen ulus-devlet formu ile de bir hesaplaşmayı zorunlu kılıyor. Çünkü Kojin Karatani’nin Dünya Tarihinin Yapısı kitabında belirttiği üzere ulus ve devlet olan yapıya sermaye eklemlenmiştir ve belki de küreselleşme siyasal bir boyut kazandırmıştır. Bu açıdan yerellik Dirlik’in de belirttiği üzere modernist ideolojiyi kurgulayan “metaanlatılar”ın reddiyle el ele gider. Geleneksel toplum yapısını yeni bir formda yaratan yerelliği temsil eden toplumlarla küreselleşme’yi temsil eden toplumlar arasında yaşanan gerilim coğrafi sınırları da aşıyor. Öte yandan A. Loewenstein’in Filistin Laboratuvarı kitabında belirttiği gibi İsrail sermaye gruplarına bir deney alanı inşa ediyor. Sadece teknik bir sınırla kalmayan bu laboratuvar “öteki” ile kurduğu ilişkiyi sistematik bir baskıya dönüştüren rejim pratiklerini de test edip diğer ülkelere ihraç eden bir yapıya sahip. İran ile İsrail arasında onları da aşan küreselleşme ile yerelliği sembolik olarak temsil eden bir gerilimi de görmek gerekiyor. Bu aynı zamanda batıya giden göçmenlerin yaşadığı gerilimle aynı kökten besleniyor. Küreselleşme ile yerellik arasındaki gerilim tıpkı üstteki diğer maddeler gibi bu yazıyı aşan hacimli tartışmaların konusu lakin Ortadoğu halklarının yaşadığı gerilimin nedenleri arasında kanaatimizce çokça tartışılmalıdır. Çünkü devletler ile halklar arasında kopan ilişki ve çatışmaya dönüşen gerilim başka bir siyasal düşünme çabasını bize icbar ediyor.

Sonuç

Louis-Ferdinand Celine’in savaşı tüm gerçekliği ile ortaya koyan müthiş kitabı Gecenin Sonuna Yolculuk adlı romanında geçen bir diyalog savaşın tanımı açısından oldukça önemlidir:

  • Astsubay Çavuş Barousse az önce öldürüldü albayım
  • Eee ne olmuş?
  • Etrapes yolu üzerinde ekmek vagonunu teslim almaya giderken öldürüldü albayım!
  • Eee ne olmuş?
  • Bir havan topu mermisi onu paramparça etti albayım!
  • Eee ne olmuş Allah aşkına!
  • Eee’si bu! Albayım…
  • Bu kadar mı?
  • Evet, bu kadar, albayım.
  • Ya ekmek?

Bu diyalog Celine’in romanının gövdesini oluşturur. Çünkü ona göre herkes kendi savaşını verir ve Çavuş Barousse onu bir konserve için cezalandırdığında o da bu anlamsız savaşa hizmet ediyordu. Herkesin kendi savaşını verdiği bir dünya aynı zamanda herkesin savaşta olduğu mesajını da verir. 1948 yılından bugüne Filistin halkını ya sürgün eden ya da gitmeyeni katleden İsrail rejimi bugün sömürgeci devlet rejimlerini temsil etmekte. Haliyle bu savaş sömürülen ve sömüren arasına süregiden 100 yıllık mücadelenin bir devamı. Savaşın Ortadoğu’da yayılması bölge halklarının evlerini ateşe verip ekinini yok etmeye devam ediyor. Savaşın nedenleri ve sonuçları üzerine aktüel gündemin dışına çıkarak konuşabilmek dünü, bugünü ve yarını düşünebilme potansiyelini doğuracaktır.

 

[1] Bkz. Mehmed Said Hatiboğlu hocanın kıymetli çalışması Hilafetin Kureyşliliği bu tartışma ekseninde bir başucu kitabı olma özelliği barındırıyor.

[2] Dirlik, A. (2005). Postkolonyal aura: küresel kapitalizm çağında üçüncü dünya eleştirisi. Çev. Galip Doğduaslan. Boğaziçi Üni. Yayınları

M. Mücahid Sağman

Sosyoloji Doktora öğrencisidir. Çeşitli Sivil Toplum Kuruluşlarında aktif görevlerde bulundu. Bir süre editörlük görevi yürüttü. Evli ve 2 çocuk babasıdır.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.