13 Haziran 2025’te İran ile İsrail arasında patlak veren askeri çatışmalar, yalnızca iki ülke arasında değil, tüm bölgesel denklemi etkileyen bir krizin başlangıcı oldu. Bu süreçte, birçok Arap ülkesi ya sessizliğe büründü ya da diplomatik denge gözeterek krizi atlatmaya çalıştı. Ancak Ürdün’ün tutumu farklı bir örneklik teşkil ediyor: Kamuoyuna tarafsızlık mesajları verilse de sahada ortaya çıkan tablo, ABD’nin bölgedeki planlarına zımni bir onay ve İsrail’e dolaylı bir kalkan olma hâliydi.
Ürdün’ün, özellikle İsrail’in güvenliğini sağlamak amacıyla İran tarafından fırlatılan balistik füzeleri ve insansız hava araçlarını engellemek için Amerikan savunma sistemlerini aktif olarak kullanıma açtığı biliniyor. Özellikle Zarka ve Mafrak bölgelerindeki Amerikan askeri üslerinde konuşlu olan Patriot ve C-RAM sistemleri, İran’ın saldırılarına karşı aktif hâle getirildi. Bu sistemler sadece İsrail’e yönelen tehditleri bertaraf etmekle kalmadı; aynı zamanda Ürdün hava sahasına giren onlarca İran yapımı İHA’yı da vurdu. Her ne kadar Amman yönetimi “ülke güvenliğini sağlamak” adına bu sistemlerin devrede olduğunu savunsa da, bu durum Ürdün’ün fiilen savaşın bir parçası hâline geldiği gerçeğini değiştirmiyor.
Ürdün ile ABD arasında 2021 yılında imzalanan askeri iş birliği anlaşması (SOFA), bu gelişmelerin önünü açan temel hukuki zemini oluşturdu. Bu anlaşmaya göre Amerikan askerleri, Ürdün topraklarında yargı bağışıklığına sahip. ABD, Ürdün hava üslerini önceden izin almadan kullanabiliyor. ABD birlikleri, vergi ve gümrük muafiyetine sahip. Ürdün topraklarında iletişim ve frekans kontrolü dahi Washington’a ait. Herhangi bir askeri müdahale ya da tatbikat için Ürdün parlamentosunun onayı gerekmiyor. Bu anlaşma, o dönem Ürdün’de büyük bir siyasi ve toplumsal tepkiye yol açtı. Ancak hükümet, kamuoyu baskısına rağmen anlaşmadan geri adım atmadı. 13 Haziran’daki çatışmalar sırasında bu anlaşmanın sonucu olarak Amerikan üslerinden yapılan müdahaleler, İran’ın saldırı planlarını sekteye uğrattı; ancak aynı zamanda Ürdün’ü İran’ın potansiyel hedef listesine soktu.
ABD, Ürdün’e yılda ortalama 1.45 milyar dolarlık yardım yapıyor. 2023–2029 dönemi için geçerli olan bu yardım paketi kapsamında 845 milyon dolar doğrudan bütçe desteği olarak Ürdün devletine aktarılıyor. 425 milyon dolar ise askeri yardım, teçhizat ve eğitim harcamalarına yönlendiriliyor. Ayrıca ABD Savunma Bakanlığı’nın doğrudan desteklediği ek projeler de mevcut. Bu yardımlar, ekonomik olarak zorlanan Amman yönetimi için hayati önemde. Ancak bu destek, zamanla bir politik baskı aracına dönüştü. Ürdün’ün bölgesel krizlerdeki pasif ve temkinli duruşu, bu mali bağımlılığın bir sonucu olarak yorumlanıyor. Özellikle Filistin meselesinde sert bir tavır almaktan kaçınması, doğrudan bu bağımlılıkla ilişkilendiriliyor. İran-İsrail savaşı sırasında Ürdün’ün açıkça İran’ı kınamaktan kaçınması ama aynı anda İsrail’i savunan sistemlerin işletilmesine izin vermesi bu çelişkiyi ortaya koyuyor. Bu durum, Ürdün’ün artık karar alma mekanizmalarının bir bölümünün Washington’daki hesaplara endekslendiği yönünde eleştirileri beraberinde getiriyor.
7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e karşı başlattığı Aksa Tufanı operasyonundan sonra Ürdün, iç politikada da radikal adımlar attı. Bu süreçte Hamas ile bağlantılı olduğu iddia edilen bazı kişiler gözaltına alındı. İHA ve yerli füze üretimi yaptığı ileri sürülen gruplara operasyonlar düzenlendi. Ürdün hükümeti, Müslüman Kardeşler yapılanmasını tamamen yasakladı. Ürdün topraklarında Filistin direnişine sempati duyan tüm yapılar hedef alındı. Bu operasyonlar, “terörle mücadele” söylemiyle meşrulaştırılsa da, pek çok gözlemciye göre bu, toplumsal muhalefeti bastırma ve Batı’ya sadakat gösterisi olarak okunmalı. Amman yönetimi, Filistin direnişiyle arasına ciddi bir mesafe koyarak Batı’nın güvenlik paradigmasına entegre olmayı tercih etti. Ancak bu tercihin bir bedeli var: Ürdün’ün Filistin meselesindeki tarihsel rolü ve meşruiyeti ciddi şekilde aşınıyor. Gazze’de yaşanan insani felaket karşısında sessiz kalan bir Ürdün, halkın vicdanında “dış politikada boşluk üreten bir aktör” olarak konumlanıyor.
Ürdün’ün 13 Haziran sonrası izlediği politika, uzun vadede egemenliğin yavaş yavaş aşındığı bir süreci temsil ediyor. ABD ile yapılan askeri anlaşmalar ve artan mali yardımlar, Ürdün’ü bir “işlevsel ortak” hâline getiriyor; ancak bu ortaklık karşılığında ülkenin karar alma özgürlüğü daralıyor. İsrail’i savunmak adına İran hedeflerini engelleyen bir hava savunması kurmak, Ürdün halkı açısından doğrudan bir meşruiyete sahip değil. Ayrıca, Filistin direnişiyle arasına çizilen mesafe ve Hamas’a karşı alınan sert tedbirler, Ürdün’ün Arap dünyasındaki geleneksel rolünü de sarsıyor. Kısacası: Ürdün, coğrafi olarak tam merkezde; ama siyasi olarak kenara itilmiş durumda. İsrail’i korurken sessiz, İran’la yüzleşmekten çekinirken temkinli; ancak halkının sesini duymaktan ise gitgide uzaklaşıyor.