Küçülme Komünizmi Dünyayı Kurtarabilir mi?

Küçülme komünizmi. Daha kışkırtıcı iki kelime düşünmek zor. Kırmızı bayrakları kaldıran kelimeler. Üstelik biri kelimenin tam anlamıyla. İkisi bir araya geldiğinde ise, daha çelişkili iki terim hayal etmek neredeyse imkânsız. “Küçülme” (İng. degrowth), pek çok insanın zihninde, kırsal bir ortamda, sanayi sonrası, neo-anarşist bir bağlamda gönüllü yoksulluk imgeleri çağrıştırır. Buna karşılık “komünizm”, Sovyet bacaları ve üretimi artırmak için zorla sanayileştirme görüntülerini akla getirir.
Mayıs 22, 2025
image_print

Ekolojist Marx’ı Ortaya Çıkarmak

Bu yazı, “Başka bir dünya mümkün” anlayışıyla mevcut sisteme alternatifler hayal eden Olası Dünyalar başlıklı dizinin ilk bölümüdür. Mevcut siyasi durumumuzla yüzleşirken, savunma pozisyonunun ötesine geçmeli, nasıl bu noktaya geldiğimizi ve buradan çıkmak için gerekli sistemik değişimleri nasıl gerçekleştirebileceğimizi araştırmalıyız. Bu dizide, bu keşfe katkı sunmak amacıyla, bazıları görece yeni, bazıları ise klasik olan kitapları ve diğer kaynakları inceleyeceğim.

Göründüğü Gibi Değil

Küçülme komünizmi. Daha kışkırtıcı iki kelime düşünmek zor. Kırmızı bayrakları kaldıran kelimeler. Üstelik biri kelimenin tam anlamıyla.

İkisi bir araya geldiğinde ise, daha çelişkili iki terim hayal etmek neredeyse imkânsız. “Küçülme” (İng. degrowth), pek çok insanın zihninde, kırsal bir ortamda, sanayi sonrası, neo-anarşist bir bağlamda gönüllü yoksulluk imgeleri çağrıştırır. Buna karşılık “komünizm”, Sovyet bacaları ve üretimi artırmak için zorla sanayileştirme görüntülerini akla getirir.

Ancak Japon yazar Kohei Saito’ya göre bu algı tamamen yanlış. Japonya’da 2020’de çok satan Capital in the Anthropocene adlı kitabı, yakın zamanda İngilizceye Slow Down: The Degrowth Manifesto (Yavaşlayın: Küçülme Manifestosu) başlığıyla çevrildi. Saito’ya göre küçülme, maddi tüketim düzeyinin azalmasını ima etmekle birlikte, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla istatistiklerinde yer almayan—özellikle de en değerli olan—zamanımız gibi değerlerin bolluğu anlamına gelir.

Komünizm konusunda ise Saito, bizi farklı bir Marx’ı keşfetmeye davet ediyor: Yaşamının son döneminde ortaya çıkan, erken dönem çalışmalarına yön veren Batı Avrupa’nın sanayi dünyasının ötesine bakarak Batılı olmayan, yerli ve eski komünal modellerle ilgilenen bir Marx. Hatta bu yeniden şekillenmiş anlayışı “komünalizm” ya da “ortakçılık” (common-ism) olarak bile adlandırmak mümkün. Çünkü Saito’ya göre komünizmin gerçek anlamı, kapitalizm tarafından çitle çevrilen ortak alanları geri almaktır. Bu, “küçülme komünizmi” gibi ürkütücü bir terimi bile kabullenmekte zorlananlar için sürdürülebilir bir geleceğe giden yolu işaret eder.

Saito, İngilizce baskının girişinde, kitabının Japonya’da yayımlandığında pek umutlu olmadığını belirtir. “Ben bile fikirlerimin fazlasıyla radikal olduğunu ve pek fazla okuyucu bulamayacağını düşünüyordum. Marksist gelenekten gelen ve temelde tanınmayan bir siyaset düşünürü tarafından yazılmış ‘küçülme komünizmi’ üzerine bir kitabı kim okur ki? Ama bu konuda tamamen yanılmışım. Kitap yarım milyon kopya sattı.”

Eğer İngilizce çeviri bir ölçütse, bu başarının nedenlerinden biri de fikirleri etkileyici bir biçimde sunan anlaşılır bir yazım tarzıdır. Saito’nun bu yoğun ve kısa eserde anlattığı şeyler o kadar çok ki, kısa bir inceleme bunları ancak sınırlı ölçüde kapsayabilir. Yine de ben temel noktalara değinmeye ve kendi eleştirilerimi eklemeye çalışacağım.

Saito, çalışmasının merkezine iklim krizini yerleştiriyor. Bu krizi, çok farklı nedenleri tek bir harekete dönüştürebilecek örgütleyici bir ilke olarak görüyor. Ona göre bu kriz, Marx’ın kapitalizmin temel dinamiği olarak tanımladığı şeyin—yani özel kârı maksimize etmek adına maliyetleri ortak varlıkların (kamusal alanların) üzerine yıkmanın—en uç ifadesidir. Atmosferik ortak varlık, karbondioksit ve diğer kirleticilerin döküm alanı haline getirilmiş; bunun sonucunda büyük bir servet ve refah birikimi Küresel Kuzey’e sağlanırken, iklim krizinin en ağır sonuçları Küresel Güney’i vurmuştur.

Saito şöyle yazıyor: “Mevcut iklim krizi, dışsallaştırma toplumunun en uç sınırlarına ulaştığımızı gösteriyor.”

İmparatorluk Yaşam Tarzımız Bizi Yakalıyor

Saito, Alman sosyologlar Ulrich Brand ve Markus Wissen’dan alıntı yapar. Bu iki isim, Küresel Kuzey’in yaşam tarzını “İmparatorluk Yaşam Tarzı” olarak tanımlar. Bu tarz, “büyük ölçekli üretim ve tüketim” ile karakterize edilir. İşte bu, zengin yaşam biçimimizi mümkün kılan şeydir. Ancak bu yüzeyin altında, tüketimimizin bedelinin Küresel Güney’in topraklarından ve halklarının emeğinden çıkarıldığı bir yapı vardır. Bu maliyeti ödeyen başkalarını sömürmeden, İmparatorluk Yaşam Tarzı sürdürülemez olurdu…

“… Gerçeğe doğrudan bakmaya dayanamıyoruz… Mevcut krize verdiğimiz yanıt, asla gelmeyecek bir geleceğe erteleniyor. Bu şekilde, her birimiz adaletsizliğin sürmesine suç ortağı oluyoruz. Ancak bu ertelemenin hak ettiği bedel, şimdiden merkeze doğru sızmaya başladı bile.”

Çevre krizi, kapitalizmin doğasında bulunan maliyet dışsallaştırması nedeniyle geri dönüşü olmayan bir noktaya yaklaşmış durumda. “Yaşam tarzımızın maliyetinin görünmezliğiyle şımartılan biz Küresel Kuzey’de yaşayanlar, gerçekliğe sırtımızı dönmeyi başardık…”

Üst %10 ila 20’lik kesimde yer alan bizler için dünya hâlâ istikrarlı görünebilir. Ancak kriz derinleştikçe bu durum değişecektir. Mevcut yaşam tarzını sürdürebilecek olanlar yalnızca en üstteki %1’lik kesim olacak ve bu da bizi dört gelecek senaryosundan birine götürecektir:

  • İklim Faşizmi: Büyük insan toplulukları iklim mültecisine dönüşürken, elitler felaket kapitalizmini kullanarak daha da zenginleşir ve hükümet gücünü mültecileri ve savunmasız nüfusları bastırmak için kullanır. ABD ve Batı Avrupa bu yolda hayli ilerlemiş görünüyor.
  • Barbarlık: Mülteciler çoğalır, gıda üretimi çöker ve halk ayaklanmaları otoriter rejimleri devirirken, milis güçler “herkesin herkese karşı savaşı”nda başıboş biçimde ortalıkta dolaşır; herkes kendi başının çaresine bakmaya çalışır.
  • İklim Maoizmi: Merkezî bir diktatörlük, sınırlı kaynakları dağıtabilmek adına serbest piyasa ekonomisini ve liberal demokrasiyi ortadan kaldırır.
  • Küçülme Komünizmi: Toplumsal kurumlar ortak varlıkları yeniden sahiplenir ve aralarında yatay ağlar kurar. Bu ağların bazıları, hâlâ gerekli olmaya devam edecek olan devlet bağlamında işleyebilir; ancak çoğu, devletin ötesinde şekillenir.

Küçülmeyi Savunmak

Saito, kitabının büyük bir bölümünü bu sonuncu seçeneğin—küçülme komünizminin—nasıl işleyebileceğini ve bunun Marx’ın sonraki dönem çalışmalarına nasıl dayandığını açıklamaya ayırır. Bu çalışmaları aşağıda ele alacağım. Öncelikle, Saito’nun küçülme lehine ve yeşil büyüme kavramlarına karşı ileri sürdüğü argümanlara bakalım.

Pek çok küçülme savunucusunda olduğu gibi, Saito da yaşam tarzımızda değişim ihtiyacını önemsizleştiren yeşil teknolojilere ve girişimlere karşı kesin ifadeler kullanma eğilimindedir.

“… yeşil teknolojilere ve yeşil büyümeye duyulan iyimser inanç, kapitalizme zaman kazandırmak için bir oyundan ibaret olabilir.”

Saito, ekonomik büyümeyi artan kaynak tüketimi ve çevresel kirlilikten ayrıştırma olasılığına dair derin bir şüphe duyar:

“İkilem şu: ekonomi büyüdükçe, insan ekonomik faaliyetlerinin kapsamı da genişler; bu da kaynak ve enerji tüketiminin hacminin artması anlamına gelir ve karbondioksit emisyonlarını azaltmayı zorlaştırır. Bu tarihsel bir eğilimdir.”

“Ekonomik büyüme ile fosil yakıt tüketimi, birbiriyle yakından ve ayrılmaz biçimde bağlantılıdır. Bu nedenle fosil yakıtların yeşil enerjiyle ikame edilmesi mümkün değildir. Geçmişteki düzeyde ekonomik büyümeyi sürdürmek ve aynı anda karbondioksit emisyonlarını azaltmak fiziksel olarak imkânsızdır.”

Yazar, yenilenebilir enerji kaynakları hızla büyürken, fosil yakıt kullanımının da paralel şekilde arttığına dikkat çeker. Güneş ve rüzgâr enerjisi ekonomik büyümenin bir kısmını desteklemiş olsa da, fosil enerjiye hâlâ ihtiyaç duyulmaktadır.

Saito ayrıca, 19. yüzyıl İngiliz ekonomisti William Jevons’un adını taşıyan Jevons Paradoksuna da yer verir. Jevons, kömür kullanımındaki verimliliğin artmasının, kömür tüketimini azaltmadığını, aksine kömür fiyatlarını düşürerek talebi artırdığını tespit etmiştir. Bu durum, günümüzde “geri tepme etkisi” (rebound effect) olarak da bilinir. Basit bir örnekle açıklarsak: Eğer çok verimli bir LED ampul kullanıyorsanız, kullanılmayan odalardaki ışıkları kapatma konusunda daha az dikkatli olabilirsiniz.

Elektrikli araçların eleştirmeni olan Saito, bataryalarda artan kobalt ve lityum ihtiyacını, yeşil teknolojilere geçişin Küresel Güney’i nasıl yağmaladığına dair bir örnek olarak gösteriyor.

Tüm bu nedenlerden dolayı Saito, Yeşil Yeni Düzen gibi girişimlere rağmen, “alışıldık şekilde büyümenin” sürdürülebileceği varsayımını reddediyor. Ancak, yeşil teknolojilerin ve girişimlerin rolünü tamamen yok sayan bazı ekolojik köktencilerden (fundamentalistlerden) daha dengeli bir yaklaşım benimsiyor.

“Yanılmayın – ülkeleri kökten dönüştürmek için büyük ölçekli yatırımları mümkün kılan Yeşil Yeni Düzen tarzı hükümet platformları, iklim değişikliğiyle mücadelede kesinlikle vazgeçilmezdir. Güneş enerjisine, elektrikli araçlara ve benzeri teknolojilere geçmemiz gerektiği inkâr edilemez. Toplu taşıma sistemleri genişletilmeli ve herkes için ücretsiz hale getirilmelidir, bisiklet yolları inşa edilmeli, güneş panelleriyle donatılmış sosyal konutlar yapılmalıdır – kamu harcamalarıyla desteklenen bu tür kamu yatırımları hayati önemdedir.”

“Ancak tüm bunlar yeterli değildir. Mantığa aykırı gibi gelebilir ama herhangi bir Yeşil Yeni Düzen’in hedefi ekonomik büyüme değil, ekonominin küçültülmesi ve yavaşlatılması olmalıdır.”

Peki bu argüman geçerli mi?

Saito’nun argümanları kendi içinde tutarlıdır. Ancak gerçek dünya gelişmeleri karşısında fazlasıyla kesin ifadelere dayanması bir zayıflıktır. Gerçekte, ekonomik büyümenin karbondioksit emisyonlarından önemli ölçüde ayrıştığına dair veriler mevcuttur. Our World In Data sitesindeki bir makale, bunun düşük karbonlu enerji kaynaklarının büyümesine bağlı olduğunu gösteriyor. Bu duruma örnek olarak, ABD’de ortalama gelirler %10 artarken kişi başına düşen emisyonların %32 azalmış olması verilebilir. Bu ülkelerin çoğu yüksek gelir grubundadır. Daha da önemlisi, söz konusu veriler ithalatı da yansıtan tüketime dayalı emisyonları içeriyor. Yani burada mesele, kirliliğin yüksek emisyonlu ülkelere kaydırılması değil.

Ayrıca, ABD ve Avrupa da dâhil olmak üzere dünyanın birçok bölgesinde, yenilenebilir enerjinin gerçekten fosil enerjinin yerini almakta olduğu da belgelenmiştir. Buna ABD’de yenilenebilir enerji kullanımında başı çeken Kaliforniya ve Teksas eyaletleri de dâhildir. Son dönemdeki iklim kirliliği artışının büyük bölümü Çin’den kaynaklansa da, orada bile yenilenebilir kaynakların kömür emisyonlarında zirveye neden olacağı ve bunu izleyen yıllarda bir düşüş başlayacağı öngörülmektedir. Bu durum, Nafeez Ahmed’in Age of Transformation adlı sitesindeki bir makalede belgelenmiştir. Kesinlikle bir iyimser olan Ahmed, yenilenebilir enerjideki büyük bolluğun, güneş panelleri, rüzgâr türbinleri ve batarya malzemelerinin geri dönüşümünü mümkün kılarak yeni kaynak çıkarımına olan ihtiyacı ortadan kaldıracağını savunmaktadır. Öte yandan, dünyanın batarya lideri olan Çin merkezli CATL, kısa süre önce neredeyse lityum iyon pillerle aynı enerji yoğunluğuna sahip yeni nesil sodyum iyon pillerin seri üretimine başladığını duyurdu. Bu piller, çok daha bol bulunan sodyum kullanarak lityum ihtiyacını tamamen ortadan kaldırmaktadır.

Saito’nun yeşil teknolojiler yoluyla ayrıştırmaya karşı ileri sürdüğü güçlü argümanlar, bu ayrıştırmanın mümkün olup olmadığı sorusuna değil, esasen kapitalizmin dinamikleri içinde bu enerji dönüşümünün iklim krizini çözmek için yeterli olup olmayacağına odaklanır. Saito’nun kendisi de ayrıştırmanın belli ölçüde mümkün olduğunu kabul ediyor gibi görünmektedir; ancak şu soruyu sorar:

“Kapitalizm altında yürütülen bir Yeşil Yeni Düzen bu sorunu zamanında çözebilir mi? Reform kapitalist bir çerçevede gerçekleştiği sürece, büyümeyi her zaman öncelik haline getirme eğilimi olacaktır. Gördüğümüz gibi, bu kaçınılmaz olarak yeterli düzeyde mutlak ayrıştırmanın gerçekleştirilememesiyle sonuçlanacak ve etkisiz bir yarım önlemden öteye geçemeyecektir.”

Her ne kadar ilerleme olduğu açıkça görülse de — ki bu ilerlemeler çoğunlukla kapitalizmin işleyişinden çok kamu politikalarının teşvikiyle sağlanmıştır — mevcut kanıtlar, krizin kazanımlardan daha hızlı ilerlediğini göstermektedir. Karbondioksit (CO₂) emisyonları 2024 yılında rekor düzeyde artmıştır. Dışsallaştırılmış maliyetleri içselleştirmeyi amaçlayan karbon fiyatlandırma sistemleri uygulamaya konulmuş olsa da, sanayi kesiminin direnci bu hedefin tam anlamıyla gerçekleştirilmesini engelleyen bir fiyat düzeyine ulaşılmasını önlemektedir.

Bu arada, İmparatorluk Yaşam Tarzı’nın Küresel Güney’in yağmalanmasına nasıl yol açtığı gibi daha temel sorular hâlâ yanıtlanmamaktadır. Yeşil teknolojiler için yapılan madencilik — fosil yakıt çıkarımı kadar yıkıcı olmasa da — Küresel Güney’i orantısız biçimde etkilemeye devam etmektedir.

Dolayısıyla, Saito’nun öne sürdüğü temel argüman, yani iklim krizini tersine çevirmek için ekonomiyi yavaşlatmamız ve maddi tüketimi azaltmamız gerektiği, hâlâ güçlü bir biçimde geçerliliğini korumaktadır. Hatta, iklimin ötesinde çok sayıda ekolojik sınırın da aşılması, bu argümanı daha da sağlamlaştırmaktadır.

Bu bağlamda Marksist düşüncenin neler sunabileceğini anlamak için, Saito’nun, Marx’ın az bilinen yazılarını gün yüzüne çıkarmayı amaçlayan küresel bir projeye katılarak ortaya koyduğu “ekolojik Marx” yaklaşımına yakından bakmalıyız.

Ekolojik Marx’ı Ortaya Çıkarmak

Saito şöyle yazar:

“Marx aracılığıyla küçülme mi? Deli misin? Bu kitabı yazmaya başlarken her kesimden bu türden inançsız tepkilerle karşılaşacağımı çok iyi biliyordum.”

Bunun nedeni, çoğumuzun tanıdığı Marx’ın, 19. yüzyılın ortalarında yazdığı eserlerde, Batı Avrupa’da gerçekleşen sanayi devriminin, komünizm vizyonunu gerçekleştirmek için gerekli olduğunu cesurca ilan eden Marx olmasıdır. Saito’nun ifadesiyle bu, üretkenlikçi (productivist) Marx’tır. Kapitalist burjuvazi, üretim araçlarını devrimci biçimde dönüştürerek öylesine büyük bir servet biriktirecekti ki, işçi sınıfı yoksullaşacak ve bunun sonucunda üretim araçlarını ele geçirerek doğrudan işçi denetimine alacaktı.

Ancak bunun gerçekleşmemiş olması ve Marx’tan esinlenen gerçek devrimlerin — Rusya ve Çin’de — tarımsal toplumlarda, çoğunlukla savaşın yol açtığı toplumsal çalkantılar sayesinde yaşanmış olması, Marx’ın fikirlerinin çürütülmesi olarak görülmüştür. Batı’da sendikalar ve ilerici reformlar, gelir dağılımında kısmi bir yeniden düzenleme sağlarken; Sovyetler Birliği ve Çin rejimleri, işçilerin değil bürokratların kontrol ettiği devasa birer devlet kapitalizmine dönüşmüştür. Saito, tam da bu nedenlerle bu rejimleri eleştirir.

Saito bunun yerine, yaşamının son dönemlerinde ekolojik yönelimi daha belirgin hale gelen farklı bir Marx’a yönelir. Bu bağlamda, Marx ile ortağı Friedrich Engels’in tüm yazılarını — Marx’ın daha önce yayımlanmamış kapsamlı notları da dahil olmak üzere — gün yüzüne çıkarıp yayımlamayı amaçlayan küresel bir projeye büyük ölçüde dayanır. Marx, öldüğünde Kapital’in ikinci ve üçüncü ciltlerini tamamlamamıştı; bu görevi Engels üstlenmişti. Saito, Marx’ın yeni fikirlerini bu çalışmalara entegre etmekte zorlandığını ve Engels’in bu yeni içgörüleri tam olarak kavrayamadığını öne sürer.

Marx, Kapital’in birinci cildini yazarken bile, Alman kimyager Justus von Liebig’in fikirlerinden etkilenmişti. Liebig, ticari tarımın toprağı soyduğunu savunuyordu. Modern kanalizasyon sistemleri, insan atıklarının toprağa geri döndürülerek gübrelenmesini sağlayan eski döngüyü bozmuştu. Kâr elde etme baskısı arttıkça, bu tükeniş de hızlanmıştı. Ticari tarım, Marx’ın döneminde adalardan toplanan kuş gübresi gibi gübrelerle bu maliyetleri bertaraf etmeye çalışıyordu. Günümüzdeyse gübreler, fosil gazlardan çıkarılmakta ve üretilmektedir—ve bunların hiçbiri sürdürülebilir değildir.

Saito, Marx’ın sonraki dönem notlarının, “bugüne kadar gizli kalmış kapitalizm eleştirilerini” ortaya çıkardığını yazar:

“… notları, araştırmalarının onu, Liebig’in modern tarımı soygun olarak nitelendiren eleştirisinin ötesine taşıdığını ortaya koyuyor. Marx’ın yaşamının son döneminde doğa bilimleri üzerine yaptığı çalışmaların kapsamı şaşırtıcıdır… Kapitalizmin çelişkilerinden kaynaklanan, ormanların aşırı kesilmesi, fosil yakıtların israfı ve tohum çeşitliliğinin yok olması gibi çok çeşitli ekolojik sorunları ele almıştır.”

Marx, ekolojik düşüncenin merkezinde yer alan insan ile doğa arasındaki metabolik ilişkinin — yani alışveriş döngüsünün — sermaye birikimi amacıyla kapitalist sömürü tarafından nasıl bozulduğunu fark etti. Aynı şekilde, kapitalistlerin işçilerden artı-değer sömürüsünü de bir tür soygun olarak gördü ve bunun “toplumsal metabolizmanın karşılıklı bağımlılığa dayanan sürecinde onarılamaz bir yarılmaya” yol açtığını ileri sürdü. Kapitalistler, bu maliyetleri başka yerlere aktarmaya devam etmek için teknolojik yenilikleri kullanıyor ve bu da, Saito’nun ifadesiyle, “bu onarılamaz yarığın kapsamını küresel boyutlara genişletiyor.”

İklim krizi, bu durumun en üst düzeydeki ifadesidir. Refah düzeyindeki genel artış, pastayı büyütmüş ve çalışan sınıflara Marx’ın öngördüğü bir ayaklanmayı önleyecek kadar büyük bir dilim sunmuştur. Ancak bu durum, fosil yakıt kullanımındaki büyük artışla sağlanmıştır; maliyetler atmosfere aktarılmış ve sonuçta iklim tahribatı ortaya çıkmıştır. Gezegenin metabolizması bozulmuştur.

Saito’ya göre, bu nedenle Marx’ın sonraki dönemi, “önceki yüzeysel üretkenlik övgüsünden uzaklaşmıştır.”

“Marx, bu noktada kapitalizm altında sürdürülebilir büyümenin imkânsız olduğuna; kapitalizmin, doğanın yağmalanmasının daha da yoğunlaşmasından başka bir şeye yol açmayacağına ikna olmuştu.”

Bu Marx, büyümeyi hâlâ mümkün gören önceki ekososyalist düşüncelerini terk etmişti. Artık Batı Avrupa’nın sanayi modelini kaçınılmaz görmüyor, tarihin belirli aşamalardan geçmesi gerektiğine dair düşünceden uzaklaşıyordu. Marx, insan ile doğa arasındaki metabolik dengeyi yeniden kurabilecek bir sürdürülebilir kalkınma modeli arayışındaydı — ve bunun için sanayi öncesi geçmişe yöneliyordu.

Geleceği Geçmişte Aramak

1868 yılında, Kapital’in birinci cildinin yayımlanmasının hemen ardından, Marx yalnızca doğa bilimlerine yönelmekle kalmadı,

“aynı zamanda Batılı olmayan ve kapitalizm öncesi toplumlarda toprak kullanımı ve tarım uygulamalarını da incelemeye başladı.”

Antik Roma üzerine kapsamlı okumalar yaptı. Amerika, Hindistan, Cezayir ve Güney Amerika’daki yerli halklar hakkında yoğun biçimde okudu. Ayrıca Rusya’daki tarım komünlerine büyük ilgi gösterdi…

Bu topluluklar, büyümeyi değil, sürdürülebilir ve dengeli bir ekonomik durumu sürdürmeyi hedefleyen eşitlikçi toplumsal yapılarla tanımlanıyordu. Örneğin, topluluk halinde tarım yapan eski Germen kabileleri, ürünlerin topluluk dışına satılmasını yasaklıyor; bazı bireylerin daha verimli topraklardan sürekli faydalanmaması için tarlaları dönüşümlü olarak kullanıyordu. Bu komünal modeller, Saito’ya göre, sürdürülebilirlik için gerekli olan temel bir toplumsal eşitlik anlayışını sergiliyordu.

Saito, Marx’ın önceki düşüncelerinden kopuşunu en net şekilde ortaya koyan örnek olarak, 1881 yılında — Marx’ın hayatının sonlarına doğru — Rus devrimcisi Vera Zasuliç’e verdiği yanıtı gösterir. Narodnikler olarak bilinen Rus devrimciler, Rusya’nın sosyalizme ulaşmak için kapitalist sanayileşmeden geçmesi gerekmediğini, bunun yerine tarımsal komünalizmi genişleterek bu hedefe ulaşabileceğini savunuyorlardı. Peki, bu komünler gerçekten kapitalist aşamayı atlayabilir miydi? Marx şu yanıtı verdi:

“… mevcut Rus toprak ortak mülkiyeti, komünist bir gelişmenin başlangıç noktası olabilir.”

Saito’nun ifadesiyle, ekoloji ve komünal toplumlar üzerine yaptığı çalışmalar sayesinde Marx,

“devrim için yeni bir vizyon” buluyordu. Artık tarihi, belirli aşamalardan geçen kaçınılmaz bir ilerleme olarak görmüyordu.

Verimliliğin artması, aslında çevresel yıkıma ve toplumsal çöküşe yol açacaktı. Avrupa artık bir model değildi. Marx, Zasuliç’e şöyle yazdı:

“Bu ‘kırsal komün’ gelişiminin çağımızın tarihsel eğilimiyle uyumlu olduğunun en iyi kanıtı, kapitalist üretimin en yüksek zirvesine ulaştığı Avrupa ve Amerika ülkelerinde yaşadığı ölümcül krizdir — bu kriz, modern toplumların ‘arkaik’ komün mülkiyeti biçimine dönerek mevcut toplumsal sistemin ortadan kalkmasıyla sona erecektir.”

Saito şöyle yazıyor:

“Kısacası, Marx’ın hayatının sonlarına doğru öngördüğü komünizm, eşitlikçi, sürdürülebilir bir küçülme ekonomisi biçimiydi… Bu da, üretkenlik ve ekonomik büyümeyi teşvik üzerine kurulu olan Sovyetler Birliği tarzı bir komünizmin asla işe yaramayacağı anlamına gelir.”

Marx, sürdürülebilir bir gelecek inşa etmek için komünal ve eşitlikçi bir geçmişe yöneliyordu. Ancak Saito, bunun ilkel teknolojilerin hüküm sürdüğü pastoral bir geçmişe nostaljik bir dönüş olmadığını açıkça ortaya koyar. Aksine, komünal yönetimin erişebileceği teknolojik gelişmelerin gerekliliğinden söz eder — örneğin, nükleer reaktör yerine toplumsal olarak sahiplenilen güneş enerjisi tesisleri. Saito, bu ayrımı “açık teknolojiler” ve “kilitli teknolojiler” olarak adlandırır.

Saito şöyle yazar:

“… bu düşünce tarzı, ‘köye dönelim!’ ya da ‘komün kuralım!’ gibi nostaljik bir çağrı değildir. Marx, örneğin Rus mir’inin (tarım komünü), kapitalizmin getirdiği teknolojik devrimin olumlu yönlerini içermesi gerektiğini defalarca söylemiştir. Batı Avrupa’da aradığı devrim, modern toplumun kazanımlarını korurken, ‘en arkaik türden’ bir komünizm biçimini — yani durağan bir toplumu model alan bir komünizm biçimini — savunuyordu.”

Peki bu komünal dönüşüm nasıl gerçekleştirilebilir?

Nasıl gerçek bir bolluk toplumu yaratılabilir?

Ortak varlıkları nasıl geri kazanabiliriz?

Böylesi devrimci bir değişime ulaşmak için evrimsel bir yol var mı?

Bu sorulara bu dizinin ikinci bölümünde değineceğiz.

 

Kaynak: https://theraven.substack.com/p/can-degrowth-communism-save-the-world

SOSYAL MEDYA