Uluslararası Hukukun Sömürgeci Mantığının Ötesinde Filistin

image_print

Filistin’in sömürgeleştirilmesi, liberal küresel düzende bir anomali değil, bu düzenin en bariz suçlamasıdır. Sömürgeciliği kınarken aynı zamanda onu kurumsallaştırıp meşrulaştıran uluslararası sistemin ikiyüzlülüğünü gözler önüne sermektedir.

Uluslararası sistemde “Filistin sorunu”nu açıklamak için genellikle istisnacılık (exceptionalism) kavramı kullanılır. Filistin, post-sömürgeci bir dünyada apartheid, işgal ve soykırım uygulamalarına maruz kalan, anakronik bir yerleşimci-sömürgeci proje olarak bir anomali şeklinde çerçevelenir. Bunun sonucunda, İsrail’in şiddeti, hukuka aykırı uygulamaları ve cezasızlığı, ortak değerlere, tarafsız kurumlara ve evrensel bir normatif çerçeveye dayanan uluslararası sistem içinde sapmalar olarak kabul edilir.

Bu anlatı son derece yanıltıcıdır. Modern dünya düzenindeki sömürgeciliğin kökleşmesini gizlemektedir. Filistin, bir istisna olmaktan çok uzaktır; aksine, uluslararası ilişkilerin sömürgeci temellerini açığa çıkarmaktadır. İsrail’in sömürgecilik uygulamaları, adil ve hakkaniyetli bir dünyada bir sapma değildir; aksine, (neo)sömürgeci güç dinamiklerini sürdürmek, korumak ve meşrulaştırmak için tasarlanmış ve yapılandırılmış küresel düzenin en çarpıcı tezahürüdür.

Uluslararası Hukukun Sömürgeci Mimarisi

Uluslararası hukuk, milyonlarca Afrikalının köleleştirilmesini, sözde “Yeni Dünya”nın sömürgeci fethini ve buradaki yerli halkların ekonomik, kültürel ve siyasi olarak boyunduruk altına alınmasını meşrulaştırmak için ortaya çıkmıştır. 500 yılı aşkın bir süredir, Avrupa’nın sömürü ve mülksüzleştirme tarihini yönlendirmiş, emperyalist çıkarlar arasındaki rekabeti yönetmiş ve toprak genişlemesini meşrulaştırmıştır.

Uluslararası hukukun kurucuları olarak kabul edilen Francisco De Vitoria ve Hugo Grotius’un eserleri bu duruma örnek teşkil eder. Onların “doğal hukuk” (natural law) kavramsallaştırması, Avrupalı yaşam tarzlarına dayanan bir medeniyet standardını oluşturarak toprak fetihlerini ve Avrupalı olmayanların ezilmesini ilerletmek için bir referans noktası yaratmıştır. Bu standarda göre, sözde “medeni” olanlar fethetme hakkına sahipken, “medeni olmayanlar” köleleştirilebilir, sömürülebilir, boyunduruk altına alınabilir ve soykırıma uğratılabilirdi. “Medeniyetsizlerin” her türlü direnişi ise vahşet ve terörizmle eşdeğer hale getirilmiştir. Medeniyet standardı, özünde kolonileştirme gücünün kurumsallaşmış halini temsil ediyordu.

Uluslararası hukuk geliştikçe, yeni sömürgecilik biçimlerine uyum sağladı. İkinci Dünya Savaşı’nın küllerinden doğan küresel düzen, hala süper güçler ve onların çıkarları tarafından yönetiliyordu. Ancak bu düzen, Birleşmiş Milletler’in yönettiği, süper tarafsız (super-partes) kurumlar tarafından garanti edilen evrensel bir yasallık görünümü altında, adil ve eşit bir sistem olarak sunuldu.

BM Şartı’na yerleştirilen Güven Bölgeleri sistemi (Trust Territories) ve Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi ile Soykırım Sözleşmesi gibi uluslararası antlaşmaların kodifikasyonuna yön veren Avrupamerkezci epistemolojiler, bu sürekliliği ortaya koymaktadır. Eski medeniyet standardı, “yeniden paketlenerek” daha kabul edilebilir yeni ikilemlere dönüştürüldü: demokratik ve demokratik olmayan, gelişmiş ve gelişmemiş, liberal ve liberal olmayan. Avrupa’nın demokrasi, kalkınma ve ekonomik liberalizm idealleri, diğer bölgelerin ve halkların kontrolü ve sömürülmesi için yeni bir gerekçe haline geldi.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin veto sistemi ise, İkinci Dünya Savaşı sonrası sistemin süper güçlerin hegemonyasına olan bağlılığının en gösterişli itirafıdır.

1950’lerden 1970’lere kadar süren dekolonizasyon dalgası, eski kolonilere yalnızca sembolik bir bağımsızlık getirdi; zira bu koloniler, yeni tahakküm biçimlerinin ağına takılıp kaldılar. Siyasi bağımsızlık söylemi, IMF ve Dünya Bankası’nın yapısal uyum programlarıyla pekiştirilen, finansal kurumlar, adaletsiz ticaret anlaşmaları ve servet sömüren çokuluslu şirketler aracılığıyla sürdürülen ekonomik boyunduruk gerçeğini örtbas etti.

Gana’nın eski cumhurbaşkanı ve siyaset teorisyeni Kwame Nkrumah, bu dönemi klasik sömürgecilikten neo-sömürgeciliğe geçiş olarak nitelendirdi. Bu ekonomik bağımlılık, kapitalist kalkınmayı evrensel insan hakları standartlarıyla eşdeğer gösteren ideolojik anlatılarla meşrulaştırıldı ve sömürücü gündemi gizlendi.

Uluslararası hukuk ve kurumlar, özünde, sömürgecilikten maddi anlamda kurtuluş yerine sembolik bir özgürleşmeyi müjdeledi.

“Silahlı Mücadele Hakkı”: Dost mu, Düşman mı?

Savaş hukuku, özellikle 1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleri ve 1977 Ek Protokolleri, bu çelişkiyi yansıtmaktadır. Devletler arası çatışmaları düzenleyen aynı yasal çerçeveler altında sömürgecilik karşıtı mücadelelerin düzenlenmesi iddiası, güç dengesizliklerini hafifletmek yerine yeniden üretmekte ve daha da pekiştirmektedir.

Bu yaklaşım, görünüşte evrensel bir uygulama olarak sunulsa da, sömürgeciler ile sömürge halkları — işgalci güç ile egemenliğe direnenler — arasında resmi bir hukuki simetri dayatmaktadır. Bu normlar, sömürge ilişkilerini tanımlayan yapısal eşitsizlikleri ve güç dengesizliklerini göz ardı eder. Sömürge halklarının direnişini, devlet ordularıyla aynı hukuki kısıtlamalara tabi tutarak, bu hukuki çerçeveler baskının maddi ve tarihsel koşullarını gizlemektedir.

Dahası, bu hukuki normlar, genellikle sömürgecilerin yapısal üstünlüğünü korurken, direnişi gayrimeşru kılmak ve suç saymak amacıyla işlev görür. Örneğin, sivilleri korumayı amaçlayan ayrım ilkesi (principle of distinction), sömürgeci rejimlerin askeri ve sivil hedefler arasındaki sınırları nasıl bulanıklaştırdığını yeterince dikkate almaz; işgalin kendisinin içkin şiddetini ele almaz.

Benzer şekilde, belirli savaş yöntemlerinin yasaklanması, sömürge yönetimine direnenleri orantısız bir şekilde kısıtlayarak, onların kendini savunma araçlarını sınırlandırırken sömürgeci gücün üstün askeri yeteneklerini dokunulmaz kılmaktadır.

Bu hukuki çerçeve, adaletin tarafsız bir hakemi olarak değil, düzenlediğini iddia ettiği güç dengesizliklerini pekiştiren bir mekanizma olarak işlev görür. Şiddetin kapsamını ve aktörlerini sahte bir eşdeğerlik çerçevesi aracılığıyla düzenleyerek, bu normlar sömürgeci güçlerin sömürge halklarını temel hukuki ilkelere uymaktan aciz olarak göstermesine olanak tanır.

Bu bağlamda, uluslararası hukuk içinde sömürgecilik karşıtı kurtuluş savaşlarını yürütmek neredeyse imkansız hale gelmektedir.

Uluslararası Hukukun Filistin’e Karşı Savaşı

Filistin meselesi, uluslararası hukukun hegemonik özünü somutlaştıran bir örnektir. Siyonist yerleşimci-sömürgeci ideoloji, Avrupa’nın emperyal tarihinin siyasi ve ekonomik çerçevesi içinde ortaya çıkmış ve bu yapı içerisinde uluslararası düzene yerleşmiştir.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 181 sayılı kararı, Filistin’i böldü, toprak gasbını meşrulaştırdı ve yerleşimci sömürgeciliği uluslararası hukuka yerleştirdi. BM Genel Kurulu’nun yetkisini aşması ve bağlayıcı olmaması nedeniyle hukuki açıdan kusurlu olmasına rağmen, bu karar, İsrail’in ve uluslararası sistemin sömürgeci mirasının tartışılmaz meşruiyetinin temeli haline geldi.

Bu bağlamda, Filistin’in modern tarihi, uluslararası hukukla meşrulaştırılmış egemenlik sistemleri ile bu sistemlerin sömürgeci çerçevesine karşı direniş arasındaki diyalektiği yansıtmaktadır.

Oslo çerçevesi, bu ikilemi sürdürerek, “barış müzakereleri” adı altında Siyonist yerleşimci sömürgeciliğini daha da pekiştirdi. Bu, yerleşimci sömürgeciliği pekiştirmek ve Filistin direnişini pasifleştirmek için yapılan siyasi bir hamledir. Amaç, paradoksal bir şekilde, sömürgecilerin/Filistinlilerin kendileri tarafından Siyonizmin meşrulaştırılmasını sağlamaktır.

Bu strateji ve “pragmatik yaklaşım” söylemiyle uluslararası toplum, yerleşimci sömürgeciliği, yerli halkın özgürlük, adalet ve geri dönüş haklarını ortadan kaldıran “adil ve hakkaniyetli bir çözüm” olarak sunmaktadır. Bu çerçevede, sömürgeci kontrol ve baskı, devlet inşası kisvesi altında şiddeti ve egemenliği normalleştiren neoliberal ekonomik ve siyasi bağımlılık yoluyla daha da pekiştirilmektedir.

Bu durum, sömürgeci ilişkiyi kurumsallaştırarak, Filistin Yönetimi gibi bir sömürgeci aracı sınıf yaratır ve onu sömürgeci gücün aracı bekçisi olarak güçlendirir. Bu, nihayetinde İsrail’in yerleşimci sömürgeci şiddet mimarisini pekiştirir.

İsrail’in, Filistin Yönetimi ile ortaklaşa yürüttüğü, 1967’den bu yana en büyük çaplı olan Batı Şeria’nın kuzeyindeki kitlesel sürgün ve yıkım kampanyası, bu devam eden gerçeğin açık bir kanıtıdır.

Filistin’in devlet kurma projesinin, sömürgeci gücün özünde sorgulandığı ve sömürgecilikten kurtulma hareketinin yeniden canlanarak uluslararası sistemin uzun vadeli sınırlarını ve tutarsızlıklarını açığa çıkardığı her dönemde yeniden gündeme gelmesi tesadüf değildir.

Filistin devletinin tanınması için yürütülen kampanya, Filistin’in bölünmesinin tarihsel bir devamıdır. Mevcut durum da bunu doğrulamaktadır: Canlı yayınlanan bir soykırımın yaşandığı bir dönemde, uluslararası düzeyde yeniden önerilen tek strateji, paradoksal bir şekilde, Filistinlilerin mülksüzleştirilmesinin yerleşik sömürgeci temellerini sorgulamayan, aksine bunu bir olgu (fait accompli) olarak kabul eden “meşru çözümler” ve “hukuki çerçeveler”e atıfta bulunmaktır.

Bu, uluslararası kurumların müdahalesi yoluyla hesap verebilirlik ve adalet mekanizmalarını uygulamaya koyma çabası olarak maskelenmiş stratejik bir güzergâhtır. Ancak bu kurumlar, “süper taraflar” olmaktan çok, sömürgeci hegemonyanın taşıyıcılarıdır.

Bu bağlamda sembolik olan, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) Netanyahu ve Gallant için çıkardığı tutuklama emirleridir — ki aynı emirler, eğer savaşmadan önce aynı sömürgeci otorite tarafından öldürülmemiş olsalardı, İsmail Haniye, Yahya Sinvar ve Muhammed Deif için de talep edilmişti.

Dünya, uygulanmayan bu kararı tarihi bir gelişme olarak alkışlarken, kararın asıl işlevi, sömürgeleştirilen ile sömürgeci arasındaki asimetrik güç ilişkilerini düzleştirmek ve normalleştirmek olmuştur. Böylece, sömürgeci katliamları emreden ve uygulayan devlet yetkilileri ile sömürge karşıtı direniş liderleri aynı sanık sandalyesine oturtulmuştur.

Bu “iki taraflı” (bi-partisan) yaklaşım ve “tarafsızlık” ısrarı, güç dengesizliklerini kınama ve tersine çevirme girişimlerini bastıran temel bir kural haline gelmiştir.

Uluslararası hukukun sömürgeci temelleri, sömürgeleştirilen ile sömürgeci arasındaki ilişkiyi etkisiz hale getirmiş ve bunu, her zaman daha güçlü olan sömürgeciyi kayıran bir “her iki tarafa da eşit mesafede durma” döngüsüne boğmuştur. Sömürgeci, sadece kılıcı boynuna dayamakla kalmaz, aynı zamanda anlatının kontrolünü de elinde tutar.

Efendinin Evini Yıkmak

Filistin’in sömürgeleştirilmesi, liberal küresel düzende bir anomali değil, bu düzenin en bariz suçlamasıdır. Sömürgeciliği retorik olarak kınarken, pratikte onu kurumsallaştırıp meşrulaştıran uluslararası sistemin ikiyüzlülüğünü gözler önüne sermektedir.

Sömürgeci güçler tarafından ve onlar için tasarlanan uluslararası hukuk ve yönetişim çerçeveleri, her zaman yasallık ve adalet kisvesi altında iktidar hiyerarşilerinin korunmasına öncelik vermiştir. Bu çerçeveler, yerleşimci sömürgeciliği, uluslararası ilişkilerin meşru temeli olarak yeniden çerçevelendirir.

7 Ekim 2023’ten bu yana, uluslararası sistemin evrenselliği temelden sorgulanmakta ve içsel çelişkileri ortaya çıkmaktadır. Uluslararası hukukun değişen söylemi ve mekanizmaları, sınırlarını ve sömürgeci tahakküm ile onun uzantıları olan ırksal ayrıcalık, sistemik eşitsizlik ve sermaye birikimiyle olan kalıcı uyumunu gözler önüne sermiştir.

Bu an, adalet ve kurtuluşun temelini oluşturan kavramsal ve pratik çerçevelerin eleştirel bir yaklaşımla yeniden değerlendirilmesini gerektiriyor. Audre Lorde’un, “Efendinin araçları asla efendinin evini yıkmaz. Bu aletler, geçici olarak onun kendi oyununda onu yenmemizi sağlayabilir, ancak asla gerçek bir değişim gerçekleştirmemizi mümkün kılmaz.” ifadesi, bu paradigmaları yeniden düşünmenin gerekliliğini vurgulamaktadır.

İleriye giden yol, baskıları sürdüren köklü uluslararası hukuk ve yönetişim sistemlerini ele alan ve ortadan kaldıran derin bir yapısal dönüşüm gerektirir. Bunun yerine, gerçek eşitlik, ortak mücadele ve sömürgecilikten arındırılmış adalete dayanan alternatif paradigmalar geliştirilmelidir.

Filistin’in kurtuluş mücadelesi, bu daha geniş kapsamlı zorluğun bir örneğidir ve küresel düzenin sömürgeci temelleriyle yüzleşmeyi ve adaletin retorikten öteye geçerek herkes için eşit ve yaşanabilir bir gerçeklik haline geldiği bir dünya hayal etmeyi zorunlu kılar.

Kaynak: https://mondoweiss.net/2025/04/palestine-beyond-the-colonial-logic-of-international-law/