İlahi Gizlilik Sorunu
Tanrı-insan ilişkilerinin çeşitliliğini görmek amacıyla bir sınıflandırma yapılırsa akla ilk olarak teizm, ateizm, deizm, agnostisizm, fideizm gibi kategoriler gelecektir. Sayılan inanış veya dünya görüşleri arasında belirli oranlarda geçişlilik sağlanarak farklı bakış açılarının türetilmesi mümkün olmakla beraber teizm-ateizm ikilisinin birbirinden en uzak noktalarda bulundukları söylenebilir. Bu durumda içerik ve mahiyet farklılıkları gözardı edilerek tanrının varlığını kabul etme noktasında keskin iki uç olduğu ve nihai bağlamda kişinin tanrının varlığına “ya inanma ya da inkar” konumunda olacağı açıktır. Teistler, inanış itibarıyla kendi aralarında bir çok gruba ayrılabileceği gibi ateistlerin de inkar biçimleri açısından bazı kategorik ayrımlara tabi tutulabileceği bilinmektedir..
Tanrıyı reddetmenin sebepleri bağlamında ateistik düşünceyi üç kategoriye ayırmak mümkündür. Birincisi, ikna edici deliller sunulsa bile inat ederek ısrarla inkar yolunu seçenler (resistance nonbelief)
İkincisi, tanrının varlığı meselesine lakayt ve duyarsız olanlar (unreflective nonbelief)
Üçüncüsü, makul ve samimi bir şekilde tanrıyı aradığı halde bulamayanlar (nonresistance nonbelief).
İlahi gizlilik (divine hidenness) problemi, yukarıda belirtilen “üçüncü gruptaki insanların varolmasının” tanrının varlığına işaret eden delillerin yeteri derecede açık ve ikna edici olmadığını göstermesi fikrine dayalıdır. Bir başka deyişle, tanrının kendisini gizlemesi ve inkar edilemez derecede açık bir biçimde göstermiyor olması epistemik yetersizliğe ve dolayısıyla da inançsızlığa yol açmaktadır. Sözü edilen argümana göre, bu tür bir “gizlilik yerine apaçıklık” durumu söz konusu olsaydı üçüncü grupta yer alan hiçbir ateist bulunmazdı.
Teistler sevginin, merhametin ve mükemmelliğin kaynağının tanrı olduğunu ileri sürerken, ateistler tanrının, insanların onu arayışlarına ve çağrılarına gizli ve sessiz kalışını “yokluk” delili olarak sunmaktadırlar. Argümana göre, insanın sıkıntılı en olduğu anlarda çaresizce ve büyük bir umutla yöneldiği tanrıdan hiç karşılık göremiyor olması, tanrının merhamet ve sevgisi ile bağdaşmayan bir durumdur. Bu yaklaşıma göre, aklı kasten devre dışı bırakmak veya umursamaz bir tavır içinde olmak (makul-samimi olmayan ateizm) teizm lehine olmakla beraber, tanrının varlığını anlamaya direnç göstermeyen (makul-samimi ateizm) kişilerin tanrıya ulaşamaması, insanın değil tanrının kusuru olarak değerlendirilmelidir. Dolayısıyla, inançsızlığı ortadan kaldırmak için kendini açık etmekten ve insan ile doğrudan ilişkide bulunmaktan kaçınan bir tanrının aslında hiç var olmadığını düşünmek daha makuldür.
Sözü edilen düşünceyi daha kuvvetli vurgulamak için makul ateistler tarafından aşağıdaki analoji geliştirilmiştir: Bir anne ile çocuğu ormana gider ve saklambaç oynarlar. Çocuk saymaya başlar, anne gizlenir ve çocuk anneyi aramaya koyulur. Annesini ararken çocuk, çevreyi tanır ve yeni şeyler öğrenir, ancak uzunca bir zaman geçtiği halde bulamayınca kaygılanmaya başlar ve annesinin ortaya çıkmasını ister. Hava kararmıştır ve anneden ses yoktur, çocuk korkudan ağlamaktadır. Bu sırada pos bıyıklı bir adam (Nietzsche!) görünür ve annenin öldüğünü söyler (Tanrı öldü!). Çocuk yine de aramaya devam eder fakat annesini bir türlü bulamaz. Halbuki anne biraz ileride bir ağacın üzerinde çocuğunu seyretmekte ve ses çıkarmamaktadır.
Bu analoji üzerinden hareket edildiğinde, doğal olarak annenin, çocuğun yardımına koşması ve onu tehlikelerden koruması beklenmektedir. Anneye yakıştıramadığımız bu davranışın sonsuz merhamet ve hikmet sahibi olan tanrıya atfedilmesi söz konusu olmamalıdır. Kendisinin bilinmesini isteyen bir tanrının, dünyaya gönderilmiş ve yalnız vaziyette olan insandan kendini gizlenmesi son derece anlamsızdır. Verilen örnekteki gibi insanların arayışına cevap vermeyen ve varlığını açıkça göstermeyen bir tanrı, tanım itibarıyla çelişki içerir ve bu sebeple var olamaz.
Makul Ateizmin Argümanları
- Tanrının varlığına kasıtlı bir direnç göstermediklerini ileri süren makul ateistlere göre, teistlerin tanrının varlığı hakkında ortaya koydukları delillerin çok daha açık ve tartışmaya yer bırakmayacak derecede kuvvetli olması lazımdır. Tanrı, insanlardan kendisinin varlığını bilmelerini istediği için delillerin kesinlikle ikna edici olması gerekirken gerçekte durumun böyle olmadığı, yani aleyhte bazı delillerin de söz konusu olduğu görülmektedir.
- Coğrafi dağılım açısından bakıldığında Çin ve Kore gibi ülkelerde ateist nüfusun oldukça fazla olduğu kolaylıkla görülecektir. Bu durumda sözü edilen bölgelerdeki insanların dirençli-inatçı ateist oldukları ve dolayısıyla tanrı tarafından cezalandırılmaları gerektiği nasıl söylenebilir? Hiç kimse doğacağı konumu belirleme imkanına sahip olmadığına göre inançlı veya inançsız olma sadece bir şans meselesine indirgenmiş olmaktadır, çünkü Arabistan’da doğanların %95 kadarı inançlı iken bu oran Çin’de tam tersinedir. Dolayısıyla inancın demografik dağılımı, merhametli ve adalet sahibi bir tanrının varlığını olumsuzlamaktadır.
- Adalet sahibi bir tanrı, varlığını apaçık gösterseydi yeryüzünde meydana gelen kötülükleri kolaylıkla önleyebilirdi. Tanrının gizli kalması, insanlar tarafından bir takım suçların rahatlıkla işlenmesine yol açmaktadır. İnsanların, trafik cezaları gibi sıradan bir yaptırıma maruz kalmamak için kurallara uymak zorunda kaldıkları düşünülürse, varlığı inkar edilemeyen bir tanrının huzurunda suç işleyemeleri mümkün olmayacak ve dolayısıyla kötülükler kolayca engellenmiş olunacaktır. Merhamet ve sevgi dolu bir tanrının kendini gizleyerek kötülük sorununa duyarsız kalması düşünülemez, demek ki sözü edilen bir tanrı mevcut değildir.
Makul-Ateistik Argümanlara Cevaplar
Makul ateizmin iddialarına yönelik cevaplara geçmeden önce iki noktanın altını çizmek gerekiyor.
Birincisi; bir şeyi gerçekten bilmek ve anlamak, o şeyin nihai sebebini kavramak demektir. Örneğin, bir cinayet olayını çözmek; ölüme yol açan kurşunu bulmak (A), silaha ulaşmak (B), faili belirlemek (C) ve hatta katili teşvik bir başkası varsa o kişiye ulaşmakla (D) neticelenmiş olur, böylece olayın tam anlamıyla aydınlatılmış olduğu söylenebilir. Burada nihai sebebin D olduğu açıktır ve D noktasına ulaşılmadan olayın çözüldüğü ve anlaşıldığı söylenemez. Herhangi bir nesne ya da fenomenin incelenmesinde ve gerçekten kavranılmasında bu sözü edilen nihai nedensellik prensibi gözetilmelidir, hem pozitif bilimlerde hem de sosyal disiplinlerde izlenen yöntem zaten böyledir.
Diğer taraftan, tanrıyı bilmek ve tanımak bağlamında bu yöntem kullanılmaya çalışılırsa bir sorunla karşılaşılır. Tüm varoluşun ve olup biten her şeyin arkasında tanrı vardır, yani her şeyin nihai sebebi O iken, hiçbir şey tanrının ilk ya da son sebebi değildir, yani hiç bir şey tanrının varolmasının sebebi değildir ve olamaz. Buradan hareketle, yani tanrının varlığına yol açan ilk ya da son herhangi bir olmaması dikkate alındığında tanrıyı gerçekte olduğu haliyle bilmenin imkanı yoktur. Bu durum dikkate alınırsa, tanrının “apaçık biçimde bilinme” talebinin geçersizliği hemen fark edilecektir.
İkincisi; yukarıda tanrıyı gerçekte olduğu haliyle bilmenin mümkün olmadığı belirtilmişti, bu ifadenin yanlış anlaşılmaması için bir başka prensibin devreye alınması gerekiyor. Şöyleki, bir şeyi bilmekle o şeyin mahiyetini bilmek birbirinden farklı şeylerdir. Örneğin, piramitlerin varlığı biliniyor olmasına rağmen nasıl yapıldıkları hakkında net bir bilgi söz konusu değildir ya da ışığın varlığı bilinmesine karşılık çift yarık (double slit) deneyinde neden bazı durumlarda parçacık bazı durumlarda ise dalga gibi davrandığı bilinmemektedir. Sözü edilen prensiple ilgili örnekler artırılabilir elbette, burada önemli olan nokta, bir şeyin mahiyetinin tam olarak bilmiyor olmasının o şeyin varlığının reddedilmesini gerektirmeyeceği gerçeğidir. Buradan hareketle, tanrının varlığını bilmekle O’nun mahiyetini ve zatını bilmenin farklı şeyler olduğunun görülmesi gerekir. Dolayısıyla, insan kapasitesi itibarıyla “tanrının varlığını anlayabilir, fakat tanrının zatını ve gerçekten ne olduğunu bilemez” sonucuna ulaşılmış olur. Netice itibarıyla, tanrı ile bir ilişki kurulmak isteniyorsa bu bağlantının tanrının zatı üzerinden değil, peygamberler ve kutsal kitaplar vasıtasıyla verilen bilgiler ve tanrının tabiatta bıraktığı izler üzerinden sağlanması gerekir.
Bu açıklamadan sonra ilahi gizlilik problemine ilişkin çözümlere geçebiliriz.
- İlahi gizlilik probleminin temelinde tanrının kendisini yeteri kadar açık etmediği, tam tersine gizli kaldığı iddiası yer almaktadır. Burada “tanrının kendini açıkça göstermesi” ifadesiyle tam olarak ne kastedilmektedir? Eğer duyu organları tarafından algılanacak biçimde bir açıklıktan söz ediliyorsa, bunun anlamsız ve çelişkili olduğunu kavramak zor değildir. Duyu organları ile algılanabilen bir tanrının belirli bir mekanda olması ve maddesel bir yapıya sahip olması gerektiği düşünülürse makul ateistin beklentisinin kendi içinde çelişik olduğu hemen anlaşılabilir. Makul ateistin, “tanrıyı arıyorum, fakat hiçbir yerde bulamıyorum!” argümanı, bir ressamı çizdiği resmin içinde aramaya benzeyen bir durum oluşturmaktadır.
Yukarıdaki ifadelere itiraz edebilecek bazı makul ateistlerin argümanlarına karşı verilebilecek cevapları şu diyalog üzerinden ele alabiliriz:
Makul ateist: Tanrıyı duyusal vasıtalarla değil, deliller itibarıyla idrak etmek istiyorum.
Teist: Resim-ressam analojisinden hareket edersek, resmin her yerinde ve her fırça izinde zaten bir ressamın varlığının izleri görülmektedir, dolayısıyla evren incelediğinde yaratıcının varlığını fark etmek hiç de zor olmasa gerek.
Makul ateist: Fakat evrende meydana gelen fenomenleri tanrıya başvurmadan doğal yollardan ve bilimsel yöntemlerle açıklayabiliyoruz.
Teist: Yani ressam olmaksızın resimdeki fırça izlerini izah edebiliyorsunuz! Böyle bir iddia kendi içinde batıl bir inancı ve temelsiz bazı varsayımları barındırıyor açıkçası. Ayrıca, tabiatta meydana gelen olayların bilimsel biçimde izah edilmesi tanrının var olmadığını göstermez, tam tersine her şeyin bir kural ve kanuna dayalı olarak oluştuğunu, dolayısıyla da arka planda bir tanrının var olduğunu gösterir. İkna edici olmak için daha ne bekliyorsunuz? Mesela gökyüzünde yıldızlarla “Tanrı vardır! Bana inanın!” biçiminde bir yazı mı olsun istiyorsunuz?
Makul ateist: Böyle bir yazı olsa iyi olurdu aslında! Ancak, yine de ikna edici bir delil sayılmazdı, çünkü milyarlarca yıldızın bir şekilde böyle bir yazı oluşturma ihtimali vardır. Dolayısıyla bu görüntü kesin bir delil sayılmaz, ayrıca gökyüzündeki bu yazı belirli bir lisan ile yazılmış olacağından bu lisanı bilmeyenler gereken mesajı alamayacakladır. O yüzden sözü edilen mucizevi durum bile ikna edici değildir!
Bu diyalog istenildiği kadar uzatılabilir, her iki tarafın da birbirine verebileceği çeşitli cevaplar üretilebilir. Burada, tanrının varlığına direnç göstermediğini ve O’nu bulma konusunda istekli olduğunu söyleyen makul ateistin, güçlü deliller bir yana olağanüstü sayılacak delilleri bile akıl dışı gerekçelerle devre dışı bırakma çabası içinde olduğu görülmektedir. Bu durum ise, makuliyet ve direnç göstermeme terimleri ile bağdaşmayan bir tutumdur.
- İlahi gizliklik argümanının temelini oluşturan düşüncelerden biri de samimiyet meselesidir. Makul ateist tanrıyı bulma hususunda son derece samimi olmasına rağmen tanrıya ulaşamadığını ileri sürmektedir. Öncelikle samimiyet kavramının sübjektif olduğunu ve kimin ne kadar samimi olduğunu ölçmenin bir metodunun olmadığını fark etmek gerekiyor. Böyle bakıldığında, “samimiyet hangi dereceye ulaştığında tanrı o kişiye açık hale gelir?” sorusunun standart bir ölçüsünden söz edilemez. Diğer taraftan, teist “tanrıyı bulma konusunda çok samimi davrandım ve O’nun varlığını fark etmekte hiçbir zorluk çekmedim” diyeceği için makul ateistin argümanı pek anlamlı olmayacaktır.
Daha ince bir eleştiri yapılacak olursa, aslında kişinin (başkaları bir yana) kendisinin bile ne kadar samimi olduğunu tesbit etmesi oldukça zor bir problemdir. Kişinin geçmişte yaşadığı bazı olumlu veya olumsuz tecrübeler bilinç altında konu ile ilgili pozitif veya negatif ön yargılara sebebiyet verebilir. Bu ön yargılar kişinin kararlarını mutlaka etkileyecektir, fakat o kişi bunun farkında olmadığı için gerçekten samimi olduğunu düşünecektir. Örneğin, çocukluğunda çok dindar görünümlü birinden bir şekilde zarar gören kişide oluşan negatif algı ile dua ederek çok istediği bir oyuncağa hiç beklemediği bir şekilde kavuşan bir çocuğun pozitif algısının aynı samimiyeti doğurması beklenemez. O halde, tanrının varlığı meselesini sübjektif samimiyet testine tabi tutmanın doğru bir değerlendirme yapma kapsamına girmeyeceği rahatlıkla söylenebilir.
Kısacası, makul ateistin hiç bir şekilde ölçülebilir ve objektif olmayan samimiyet kriterine dayanarak tanrının varlığı gibi çok önemli bir meseleyi olumsuzlaması son derece hatalı bir çıkarımdır. Diğer taraftan, teistin yine sadece samimiyet kavramı üzerinden tanrının varlığını ispatlama çabasının da geçersiz olacağını kabul etmek gerekir.
- Hatırlanacağı üzere, makul ateistler pozisyonlarını daha iyi ifade edebilmek için ormana giden anne ile çocuğu analojisini kullanarak, çocuğun karşılıksız kalan anne arayışının altını çizmektedirler. Analojiler anlatım kolaylığı sağlamakla beraber dikkatli düşünülmediği taktirde kendi içinde bazı yanlışlıklara yol açma riski taşırlar. Burada insan ile tanrı arasındaki ilişki, kapatılamaz ontolojik fark gözardı edilmek suretiyle, anne-çocuk bağlantısına indirgenmiş ve söz konusu benzetme üzerinden yapılan çıkarım başarısız olmuştur.
Verilen örnek ve yapılan çıkarım her ne kadar geçersiz olsa da tatmin edici olmak maksadıyla bu argümana şu şekilde cevap verilebilir: Anne-babalar çocuklarının gelişimini sağlamak için onlara doğrudan müdahale etmekten kaçınmakla beraber arka planda daima destek verme halindedirler. Doğrudan yapılan yardım müdahalelerinin çocuğun gelişimine katkı vermekten ziyade zarar verme tehlikesi olabilir. Bu yüzden, düşen ve ağlamaya başlayan bir çocuğu hemen yerden kaldırmak, teskin etmeye çalışmak ve sarılmak çocuğun gelişimine yardımcı olmayacaktır. Böyle bir düşme halinde, çocuğun durumunu izleyen anne-babanın, onun sağa sola bakınıp yardım araması yerine kendi gücüyle ayağa kalkmasını beklemesi merhametsizlik anlamına gelmeyeceği açıktır. Benzer şekilde iyi bir öğretmenin, öğrencilerinin sorularına hemen ve doğrudan cevap vermek yerine onları düşünmeye sevk edici ipuçları vermesi ve araştırmaya yöneltmesi “ilgisizlik” veya soruları “cevapsız bırakmak” biçiminde değerlendirilemez. Anne-baba ve öğretmenin davranışlarının arkasında bir eğitim ve öğretim metodunun olduğunun çocukluk döneminde kavranılması pek mümkün olmayabilir ve makul karşılanabilir, ancak büyüyüp yeterli olgunluğa ulaşıldıktan sonra bu gerçeği anlamamakta ısrar edilmesi sorunlu bir yaklaşımdır.
Ormana giden anne-çocuk analojisine, karşı bir analoji ile cevap verilerek teistik düşüncenin soruna nasıl yaklaştığı gösterilebilir: Bir baba büyük bir sarayda çocuğunu yetiştirmek amacıyla ihtiyacı olabilecek her türlü imkanı sağlamış, hatta oyuncaklar ve oyun bahçesi bile hazırlamıştır. Çocuk belirli bir yaşa ulaştığında baba bir mektup bırakmış ve gözden kaybolarak, çocuğundan kendisini arayıp bulmasını istemiş ve bunun için yapması gerekenleri belirtmiştir. Çocuk yeteri kadar büyüdüğü ve mektubu okuduğu halde oyun oynamaya devam eder “babam neden ortaya çıkmıyor? Ona neden ulaşamıyorum?” şeklinde şikayette bulunursa, buradan sözü edilen kişinin sorumluluklarını yerine getirmemenin sonuçlarını yaşadığı çıkarımına ulaşılması gerekir. Burada sorun, baba ile değil, artık kocaman bir adam olan fakat mektubu dikkate almayan kişiyle ilgilidir.
- Bu kısımda “Tanrı, hiç kimsenin inkar edemeyeceği bir şekilde kendini açık etseydi insanlar kötü fiilleri yapamaz ve böylece ahlak dışı davranışları sergileyemezlerdi” argümanını inceleyebiliriz. Sözü edilen iddia doğru olsaydı, tanrının varlığına dair çok yüksek inanca sahip olan teistlerin hiçbirinin kesinlikle yanlış bir davranışta bulunmaması gerekirdi. Halbuki pratikte durumun böyle olmadığı ve dolayısıyla argümanın geçersiz olduğu kolaylıkla görülebilir.
Sözü edilen iddia bir başka açıdan incelenebilir, şöyle ki; tanrının, kendi varlığını ileri seviyede bir açıklıkla ortaya koyması, insanların iradesini yok edecek bir durumun oluşmasına yol açar. Halbuki tanrı, insanların kendi iradeleri ile iyi veya kötüyü seçmelerini istemektedir. Eğer tanrı isteseydi, hiç kimsenin yanlış davranışta bulunmasına izin vermezdi ve herkesi ahlaklı davranmak zorunda bırakabilirdi. Dolayısıyla tanrının, insanların iradelerine engel olmayacak biçimde kendini bir miktar arka planda tutması normal ve beklenen bir şeydir.
- İnsanların inançlarının oluşumunda, bulundukları coğrafi ve kültürel ortamın etkili olduğu düşüncesinden hareketle, Çin gibi bir ülkede yaşayan biri için tanrının varlığını fark etmek son derece güç iken, Arabistan bölgesinde yaşayan biri için tanrının varlığının son derece açık olması makul ateizmin önemli argümanlarından birini oluşturmaktadır. Bu iddia ile ilgili şunlar söylenebilir: birincisi dünyanın hemen her bölgesinde teist ya da ateist görüşten kişilere rastlanması, coğrafyanın inançları kesin bir şekilde belirlediği düşüncesini yanlışlamaktadır. Diğer taraftan, istatistik açıdan bakıldığında coğrafi konumun ve kültürel ortamın inanç üzerindeki etkisinin inkar edilmesi mümkün değildir. Bu noktada ikinci yaklaşımı gözönüne alabiliriz, şöyle ki; adil ve merhametli bir tanrının herkese içinde bulunduğu şartlara göre muamele edeceği muhakkaktır. Tanrının varlığına ilişkin delillere ulaşmanın zorlaştırıldığı ve ateistik dünya görüşünün dayatıldığı bir toplumda yetişen bir kişinin inanç durumu ile ilgili değerlendirme tanrı tarafından adalete uygun bir şekilde yapılacağından şüphe etmemek gerekir.. Bu durumda olan insanlara “fethet ehli” denilmektedir ve kendilerine herhangi bir haksızlık yapılmayacağı bilinmektedir. Dolayısıyla sözü edilen durumda olan kişiler için ilahi gizlilikten kaynaklanan herhangi bir mağduriyet olmayacağı açıktır.
Netice
Teistik düşünce, sayısız tanrı tasavvurunu içine alması sebebiyle ayrıntıya inildiğinde muğlak bir hal alabilir. İlahi gizlilik sorununa, hedef aldığı tanrı yaklaşımına göre çeşitli biçimlerde cevaplar üretilebilir. Probleme İslam düşüncesi açısından bakılırsa, yukarıda geliştirilen cevaplar ışığında herhangi bir sorun olmadığı görülebilir. İnançlı her insanın, bazı durumlarda tanrının kendisiyle özel bir bağ kurması gibi bir beklenti içine girmesi mümkündür. Bu durumu son derece insani bir psikolojik süreç olarak algılamak ve gayet normal karşılamak gerekir. Normal olayan şey ise, bu beklentinin (kavrayış gücündeki eksiklik sebebiyle) abartılı hale getirilerek bir inanç sorununa dönüştürülmesidir.
Son olarak, Allah’ın varlığının hiç de gizli kalmadığını ve düşünenler için yeteri kadar açık olduğunu göstere çok sayıda ayetten bir kaçını aşağıda vermek uygun olacaktır.
“Göklerde ve yerde Allah’ın varlığını, birliğini ve kudretlini gösteren öyle deliller vardır ki, inanmayanlar bu delillerle sürekli iç içe olmalarına rağmen üzerinde düşünmeksizin tam bir aldırmazlık halinde yüz çevirirler”. (Yusuf 105)
“Müminler için göklerde ve yerde Allah’ın birliğini ve kudretini gösteren nice deliller vardır”. (Casiye 6)
“Yakında biz onlara hem dış dünyada hem de insanların kendi iç alemlerinde delillerimizi göstereceğiz ki, Kur’an’ın gerçeğin tam kendisi olduğu onlar için açıkça ortaya çıksın”. (Fussilet 53)