İran Dosyası ve “Haydut Süper Güç” ABD’nin Yapısal Sınırları

ABD’nin “haydut süper güç” konumuna evirilmesi, yapısal güç üstünlüğü, stratejik fırsatlar ve ideolojik söylemler temelinde şekillenmiş olsa da, küresel ve bölgesel dinamiklerdeki değişimler bu pozisyonun sürdürülebilirliğini ciddi biçimde sınırlamaktadır. İran’a yönelik olası bir askeri müdahale, ABD’nin mevcut güç kapasitesi ile uluslararası sistemdeki gerçekler arasındaki uçurumu daha da görünür kılacak; askeri, ekonomik ve diplomatik alanlarda yeni krizlerin kapısını aralayacaktır.
Nisan 21, 2025
image_print

Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan tek kutuplu dünya düzeni, 2000’li yılların başlarından itibaren ABD’nin uluslararası hukuku aşındıran ve tek taraflı askeri müdahaleleri bazıları tarafından “haydut süper güç” dönemi olarak adlandırılmaya başlandı. ABD, bu süreçte sahip olduğu askeri kapasite, teknolojik ve ekonomik üstünlük ve uluslararası kurumlardaki belirleyici rolünü kullanarak küresel düzeyde tek taraflı olarak yeni bir düzen oluşturma girişimlerinde bulundu. 2002’de Afganistan’ın, 2003’te ise Irak’ın işgaliyle başlayan süreç, Yemen, Pakistan ve Sudan’da genişleyen askeri operasyonlarla birlikte ABD’nin “haydut süper güç” kimliğini açıkça ortaya koyduğu ilk eylemler olarak kayıtlara geçti.

Donald Trump’ın ikinci döneminde ABD, yalnızca ticaret savaşları yoluyla müttefik ve rakip devletler üzerinde hukuksuz baskı kurmakla kalmayıp, Kanada, Grönland ve Panama’yı ilhak etmeye yönelik politikalarıyla da açıkça revizyonist bir eğilim sergiledi. İsrail’in işlediği soykırıma koşulsuz destek vermesi, son günlerde Yemen’e yönelik doğrudan askeri saldırılarını genişletmesi ve İran’a karşı askeri müdahale seçeneğini sürekli gündemde tutması, ABD’nin uluslararası hukuku sistematik biçimde hiçe sayarak küresel istikrarsızlığa sebep olan “haydut süper güç” statüsünü pekiştirdi.

Bu yazının temel amacı, ABD’yi “haydut süper güç” konumuna sürükleyen yapısal, stratejik ve ideolojik dinamikleri analiz ederek bu konumun sınırlarını kavramsal bir çerçeve içinde tartışmaktır. Çalışmanın temel argümanı ise, mevcut uluslararası ve bölgesel sistem dinamikleri göz önüne alındığında, ABD’nin İran’a yönelik olası bir askeri müdahalesinin yalnızca askeri ve ekonomik kapasitesinin sınırlarını zorlamakla kalmayacağı, aynı zamanda “haydut süper güç” pozisyonunun sürdürülebilirliğini de yapısal olarak imkânsız hale getireceğidir. Bu durum, ABD’nin uluslararası düzeyde hem meşruiyet krizini derinleştirmesine hem de stratejik aşırı genişleme riskiyle karşı karşıya kalmasına yol açacaktır.

Haydut Süper Güç Kavramı ve ABD Dış Politikasının Dönüşümü

Uluslararası ilişkiler literatüründe “haydut devlet” (rogue state) kavramı, uluslararası hukuku ihlal eden, küresel normlara meydan okuyan ve mevcut düzeni tehdit eden devletleri tanımlamak için kullanılagelmiştir. Uluslararası hukuku ihlal eden, küresel normlara meydan okuyan ve mevcut düzeni tehdit eden devlet şayet bir süper güç ise bu kavram, genişletilerek “haydut süper güç” formuna dönüştürülmektedir. “Haydut süper güç”, yalnızca bölgesel değil, küresel ölçekte uluslararası hukuku sistematik biçimde ihlal eden, uluslararası normları araçsallaştıran ve güç kullanımını meşruiyetin önüne koyan devlet davranış biçimini ifade eder. Bu aktörler, sahip oldukları askeri, ekonomik ve diplomatik üstünlükleri küresel düzeni kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmek amacıyla kullanırken, uluslararası toplumda ciddi bir meşruiyet krizi yaratırlar ve sistemik istikrarsızlığa yol açarlar.

2000 sonrası dönemde ABD’nin “haydut süper güç” konumuna sürüklenmesinde üç temel dinamik belirleyici oldu:

İlk olarak, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte oluşan tek kutuplu sistem, ABD’ye mutlak bir güç asimetrisi sağladı, bu da Washington’un uluslararası hukuka ve kurumlara bağlılık ihtiyacını azalttı. Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrası doğan bu yapısal boşluk, ABD’nin müdahalelerini dengeleyecek bir karşı ağırlığın bulunmaması sonucunu doğurdu ve tek taraflı güç kullanımını teşvik etti.

İkinci olarak, 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında ABD, güvenlik önceliklerini radikal biçimde yeniden tanımladı, “önleyici saldırı doktrini” gibi uluslararası hukuka aykırı stratejileri resmileştirdi. Afganistan (2002) ve Irak (2003) işgalleri, yalnızca bu yeni stratejinin ilk uygulamaları olmakla kalmadı, aynı zamanda uluslararası toplumda ABD’nin uluslararası normları ihlal ettiği yönünde ciddi algılar oluşturdu. Benzer biçimde, Yemen, Sudan ve Pakistan’da yürütülen geniş ölçekli askeri operasyonlar da bu stratejik yönelimi pekiştiren göstergeler oldu.

Son olarak, ABD’nin küresel misyonunu “özgürlük” ve “demokrasi” ihracı söylemiyle meşrulaştırmaya çalışması, ideolojik düzeyde hegemonik bir üstünlük iddiasını besledi. Ancak bu söylem, pratikte uluslararası hukukun ihlaliyle birleşince, ABD’nin normatif liderlik iddiası ile eylemleri arasındaki çelişki derinleşmiş ve meşruiyet krizi kaçınılmaz hale geldi. Bu ideolojik ikiyüzlülük, özellikle Trump döneminde açık revizyonist politikalarla (Kanada, Grönland ve Panama üzerinde ilhak eğilimleri gibi) daha görünür hale geldi.

ABD, yapısal güç üstünlüğüne, stratejik fırsatlara ve ideolojik misyonuna dayanarak “haydut süper güç” konumuna evirildi, ancak uluslararası ve bölgesel dengelerdeki son dönemde yaşanan değişim bu pozisyonun sınırlarını ortaya çıkarıyor. Özellikle İran’a yönelik olası bir askeri müdahale girişimi, ABD’nin güç kapasitesi ile sistemik gerçeklik arasındaki makasın açıldığını ve “haydut süper güç” pozisyonunun sürdürülebilirliğinin giderek zorlaştığını göstermektedir. Böyle bir müdahale, ABD’nin sadece uluslararası hukuka aykırılığını değil, aynı zamanda küresel düzeyde artan izolasyonunu ve meşruiyet kaybını da derinleştirecektir.

İran’ın Zayıflayan Savunma Kapasitesi ve Gerekçeleri

Trump’ın ikinci döneminde, İran’a yönelik ABD-İsrail eksenindeki askeri baskılar belirgin bir şekilde arttı. Trump ve İsrail’e yakın kaynaklar, son dönemde İran’a karşı olası bir askeri operasyonu güçlü bir biçimde gündeme getiriyor. Bu gelişme, bölgedeki jeopolitik gerilimlerin yükseldiği bir dönemde, ABD ve İsrail’in İran’a karşı daha agresif bir strateji izlemeye hazır olduklarını gösteriyor. Her ne kadar İran-ABD arasında uzun yıllardan sonra doğrudan görüşmeler başlasa ve bu alanda önemli mesafeler kat edilse de ABD yönetiminin bazı kademelerinde İran’a yönelik askeri operasyon hala belirgin bir biçimde ön planda tutuluyor.

İran’a yönelik askeri operasyon seçeneğini masada tutan temelde üç faktörden bahsedebiliriz;

İlk olarak, İran, 2000’li yılların başlarında geliştirdiği yeni güvenlik doktrininde, kendisine yönelik olası saldırıları ulusal sınırlarının dışında karşılamayı stratejik bir öncelik olarak benimsemişti. Ancak, İsrail’in 7 Ekim sonrasında genişlettiği saldırılar, İran’ın başta Levant bölgesi olmak üzere Orta Doğu’daki vekil askeri unsurlarını önemli ölçüde zayıflattı ve bu durum İran’ı savunmasız bir hale getirdi. İran’ın stratejik hedeflerinden biri olan bu vekil güçlerin zayıflaması, ülkenin bölgedeki savunma kapasitesini ciddi şekilde sarstı ve İran’ı daha kırılgan bir duruma soktu.

İkinci olarak, 2000’li yılların başlarından itibaren İran’ın geliştirdiği vekalet savaşları stratejisi ve “Şii Hilali” politikası, bölgedeki muhafazakâr rejimlerde derin bir güvensizlik endişesine yol açtı. Bu rejimler, İran’ı dengeleme konusunda yeterli askeri ve endüstriyel kapasiteye sahip olmadıkları için, güvenliklerini sağlama almak amacıyla İsrail ile yakınlaşmayı bir strateji olarak benimsediler. İsrail ile imzalanan çeşitli anlaşmalar aracılığıyla, bu rejimler, İran’ın en büyük düşmanı olan İsrail’i kendi güvenliklerinin önemli bir unsuru haline getirdiler. Sonuç olarak, bu ittifak, İsrail’in Körfez bölgesi başta olmak üzere çok geniş bir alanda manevra kabiliyeti kazanmasına ve bölgedeki stratejik pozisyonunu güçlendirmesine yol açtı.

Son olarak, Trump’ın ikinci dönemiyle birlikte ABD’de şahin bir kanat iktidara gelmiş oldu. Mevcut ABD yönetiminin üst düzey yetkilileri, tıpkı 11 Eylül sonrası dönemde olduğu gibi, ABD’nin askeri ve endüstriyel kapasitesine güvenerek, bölge genelinde müdahaleci politikalara başvurulması konusunda son derece hevesli bir tutum sergiliyor. Bu yaklaşım, ABD’nin askeri üstünlüğünü, küresel stratejik hedeflerine ulaşmak için bir araç olarak kullanmaya devam etme istekliliğini ortaya koyuyor.

İran Dosyası ve “Haydut Süper Güç”ün Limitleri

Her ne kadar ABD ve İsrail çevrelerinde İran’a yönelik askeri seçeneğin güçlü bir biçimde dile getiriliyor olsa da bölgesel ve küresel dinamikler üzerinden bir analiz yapıldığında bile mevcut küresel ve bölgesel dinamikler yoğun bir askeri operasyon ihtimalini ciddi bir biçimde zayıflatıyor. Bölgesel ve küresel faktörler göz önüne alındığında, İran’a yönelik büyük ölçekli bir askeri operasyon ihtimali, birkaç önemli unsura dayanarak ciddi bir şekilde zayıflamaktadır.

İlk olarak, İran’ın askeri kapasitesi, bölgesel güç dengeleri üzerinde doğrudan etkili olabilecek bir seviyeye sahip. İran’ın, özellikle asimetrik savaş yetenekleri, füze kapasitesi ve her ne kadar son dönemde zayıflamış olsa da yerel vekil güçlerle oluşturduğu stratejik ağ, olası bir askeri müdahaleye karşı ciddi bir savunma hattı oluşturur. Bu da herhangi bir dış müdahalenin çok daha karmaşık ve maliyetli hale gelmesine yol açar.

İkinci olarak, İran’ın demografik yapısı, uzun süreli bir savaşı sürdürebilme kapasitesine önemli ölçüde katkı sağlar. Bölgedeki birçok ülkenin aksine, İran geniş ve genç bir nüfusa sahiptir ve bu durum, askeri kaynaklarını sürekli olarak destekleyebileceği geniş bir insan havuzu anlamına gelir. Bu demografik avantaj, İran’ın olası bir askeri çatışmada uzun vadeli direnç gösterme yeteneğini artırır. Ayrıca, İran’ın Orta Doğu genelinde geniş bir coğrafyaya yayılmış ve muhafazakâr rejimler tarafından marjinalleştirilmiş Şii azınlıklar üzerindeki ideolojik ve politik nüfuzuyla birlikte düşünüldüğünde, ülkenin dış müdahalelere karşı direnç geliştirme ve etkili cevaplar üretebilme kapasitesinin ne denli güçlü olduğu daha net biçimde ortaya çıkar.

En önemlisi, İran’ın jeopolitik derinliği, bölgedeki stratejik konumunu ve etki alanını önemli ölçüde güçlendiren bir faktördür. Orta Doğu’nun kalbinde yer alan İran, yalnızca kendi sınırlarında değil, aynı zamanda Körfez bölgesi, Levant, Kafkasya ve Orta Asya gibi kritik coğrafyalarda da büyük bir stratejik etkiye sahiptir. Bu geniş coğrafi etki alanı, İran’ı hedef alan herhangi bir askeri operasyonun yalnızca İran’ın sınırlarıyla sınırlı kalmayacağını, aynı zamanda bu bölgelerdeki tüm jeopolitik dinamikleri de doğrudan etkileyeceğini gösterir. Bu durum, olası bir müdahalenin, bölgedeki diğer aktörler, ittifaklar ve güvenlik yapıları üzerinde çok daha karmaşık ve geniş çaplı etkiler yaratacağını ortaya koymaktadır. Tüm bu unsurlar, İran’a yönelik askeri bir müdahalenin olasılığını zayıflatırken, aynı zamanda küresel güçlerin ve bölgesel aktörlerin bu tür bir müdahaleye yönelik olan tepkilerini de hesaba katmayı gerektirir.

Sayılan faktörlere ilaveten, ABD’nin son dönemde benimsediği “haydut süper güç” siyaseti, ülkeyi karmaşık askeri operasyonlarda yalnızlıkla karşı karşıya bıraktı. Özellikle Afganistan (2002) ve Irak (2003) işgalleri, bu anlamda ABD için önemli derslerle doludur. ABD’nin geleneksel müttefikleri olan Almanya ve Fransa gibi küresel aktörler, aynı zamanda bölgesel müttefikleri Türkiye ve Suudi Arabistan da, Irak’ın işgaline ve Saddam rejiminin devrilmesine şiddetle karşı çıkmışlardı. ABD’nin müttefiklerinin güçlü karşıt görüşlerine rağmen, Irak ve Afganistan işgalleri, ABD için uluslararası düzeyde büyük bir izolasyona yol açarak ve bu durum, ABD’nin askeri, ekonomik ve diplomatik açıdan büyük bir sorunlarla karşı karşıya kalmasına neden olmuştu. Bu operasyonlar, ABD’nin geçmişteki Vietnam deneyimini anımsatan bir şekilde, sadece askeri anlamda değil, aynı zamanda ekonomik ve diplomatik açılardan da önemli kayıplarla karşı karşıya bıraktı.

Trump dönemiyle birlikte, ABD’nin Kanada ve İngiltere gibi geleneksel müttefikleriyle ilişkileri ciddi şekilde sarsıldı, Avrupa ülkeleriyle ise yoğun bir ekonomik rekabet süreci başladı. Bu gelişmeler, ABD’nin uluslararası düzlemde geçmişe kıyasla çok daha derin bir izolasyonla karşı karşıya kalmasına yol açıyor. Böyle bir siyasal atmosferde, İran’a yönelik yoğun bir askeri müdahale seçeneği, ABD açısından yalnızca askeri değil, diplomatik ve ekonomik açılardan da içinden çıkılması son derece güç bir duruma neden olacaktır. Müttefik desteğinden büyük ölçüde yoksun kalacak bir müdahale, hem sahadaki operasyonel kapasiteyi hem de küresel meşruiyeti ciddi biçimde zayıflatacak, dolayısıyla ABD’yi çok boyutlu bir krizle karşı karşıya bırakabilecektir.

Aynı zamanda, ABD’nin giderek daha belirgin hale gelen revizyonist eğilimleri, Çin’i Güney Çin Denizi’nde, Rusya’yı ise Doğu Avrupa’da daha serbest hareket etmeye teşvik etmektedir. ABD’nin uluslararası düzeni zorlayıcı politikaları, Çin ve Rusya gibi aktörlerin kendi tarihsel revizyonist iddialarını daha açık ve cesur bir şekilde gündeme getirmelerine zemin hazırlamakta; böylece bu bölgelerdeki jeopolitik gerilimleri daha da tırmandırmaktadır. Bu durum, ABD’nin küresel güç dengesini kendi lehine koruma çabalarını ciddi biçimde zayıflatmakta ve çok kutuplu bir uluslararası düzenin hızla şekillenmesine katkıda bulunmaktadır.

ABD’nin “haydut süper güç” konumuna evirilmesi, yapısal güç üstünlüğü, stratejik fırsatlar ve ideolojik söylemler temelinde şekillenmiş olsa da, küresel ve bölgesel dinamiklerdeki değişimler bu pozisyonun sürdürülebilirliğini ciddi biçimde sınırlamaktadır. İran’a yönelik olası bir askeri müdahale, ABD’nin mevcut güç kapasitesi ile uluslararası sistemdeki gerçekler arasındaki uçurumu daha da görünür kılacak; askeri, ekonomik ve diplomatik alanlarda yeni krizlerin kapısını aralayacaktır. Dahası, ABD’nin müttefiklerden yalıtılması ve Çin ile Rusya gibi aktörlerin jeopolitik hamlelerini hızlandırması, Washington’un küresel liderlik iddiasını daha da zayıflatacaktır. Bu bağlamda, ABD’nin İran’a yönelik olası askeri müdahale seçeneği, kısa vadeli taktiksel kazanımlar sağlasa bile, uzun vadede “haydut süper güç” statüsünün çöküşünü hızlandıracaktır. Bu gerçeğin farkında olan ABD’li karar vericiler İran’a yönelik kapsamlı bir askeri harekat yerine diplomatik çözümü önceleyeceklerdir.

*Necmettin Acar, Doç. Dr., Mardin Artuklu Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölüm başkanı., [email protected].

Doç. Dr. Necmettin Acar

Doç. Dr. Mardin Artuklu Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölüm başkanı.,
Eğitimini İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Kamu Yönetimi bölümünde, yüksek lisans eğitimini Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler anabilim dalında, doktorasını Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler anabilim dalında tamamlayan Acar halen Mardin Artuklu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Başlıca çalışma alanları Orta Doğu siyaseti, enerji güvenliği, Basra Körfezi güvenliği ve Türkiye’nin Orta Doğu politikası olan Acar’ın bu alanda yayınlanmış çok sayıda çalışmaları bulunmaktadır. İletişim: [email protected]

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.